10.01.2012 - Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin TBMM Grup Toplantısı Konuşması. 10 Ocak 2012

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısı Konuşması.
10 Ocak 2012

 

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Değerli Misafirler,

Kıymetli Basın Mensupları,

Hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyor, saygılarımı sunuyorum.

Sözlerime, son günlerde meydana gelen şiddetli yağış ve fırtınanın yurdumuzun değişik bölgelerini çok olumsuz bir şekilde etkilemesinden duyduğum üzüntüyü belirterek başlamak istiyorum.

Özellikle Muğla, Denizli ve Antalya’daki aşırı yağış ve sel baskınları ciddi düzeyde hasara yol açmıştır.

Narenciye bahçelerinin ve tarım alanlarının sular altında kalması vatandaşlarımızı önemli oranda zarara uğratmıştır.

Ayrıca Edirne’deki sağanak yağışlar ve Bulgaristan’ın baraj kapaklarını açması Tunca Nehriyle birlikte Meriç Nehri’nin taşmasına neden olmuş ve yöre insanımız bu durumdan dolayı mağdur duruma düşmüştür.

AKP Hükümeti’nin, yağışlar ve sonucunda oluşan sellerden dolayı zarara uğramış olan vatandaşlarımızın sesine kulak vermesi ve beliren ihtiyaçlarını karşılaması bizim en büyük beklentimiz haline gelmiştir.

Doğal afetten etkilenen vatandaşlarımıza geçmiş olsun dileklerimi iletiyor, Cenab-ı Allah’ın milletimizi daha büyük felaketlerden esirgemesini içtenlikle niyaz ediyorum.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Gerek ülke gündemi gerekse de uluslararası gündem bir hayli yoğunlaşmış ve kabarmıştır.

Yeni yılın ilk 10 günlük zaman diliminde cereyan eden hadiselere baktığımızda, 2012’nin her açıdan zor ve meşakkatli geçeceğini söylememiz sürpriz olmayacaktır.

Bugünden, gerilim seviyesi sürekli mesafe kaydeden gelişmeler milletimizi endişeye sevk etmekte ve ister istemez umutlarını köreltmektedir.

Kutuplaşan siyaset, tarafsızlığını yitiren adalet, artan ekonomik atalet, yayılan toplumsal kasvet ve çatışmadan beslenen hükümet önümüzdeki en belirgin sorun alanlarından bazıları olarak karşımızdadır.

Ülkemiz neyin doğru neyin yanlış olduğunun bir türlü ayırt edilemediği, basireti bağlananların cirit attığı bir ortamın tüm sancılarına muhatap olmakta ve yaşamaktadır.

Aşınan kavramlar, içi boşaltılan kurumlar, yozlaştırılan değerler, saldırılan milli hasletler ve gasp edilen gelecek ümitleri son günlerde haddinden fazla görünür ve hissedilir olmuştur.

İç meselelerimizdeki karmaşıklık ve buhran haline paralel yürüyen komşu coğrafyalardaki istikrarsızlık ve belirsizlik sarmalı gün geçtikçe çapını ve tesir alanını genişletmektedir.

Ortadoğu’da bozulan denge ve kaçan ayarlar kaos ikliminin ayak seslerini güçlü bir şekilde duyurmaya başlamıştır. 

Hürmüz Boğazı’nı merkezine alan İran eksenli tartışmalar, Mısır’da üst üste biriken huzursuzluklar, Irak’ın eşiğinde bulunduğu mezhep ihtilafları ve Suriye’deki açmazlar dikkatle izlenmesi gereken önemli başlıklarından bazıları olmuştur.

Bu hassas ve mutlaka değerlendirilmesi gereken konulara geçmeden önce,  dış gelişmelerden bağımsız olmadığı kanaatini taşıdığım önem derecesi yüksek ülke içi bazı hususlarla ilgili görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

 

Değerli Milletvekilleri,

Malumlarınız olacağı üzere, Türkiye 2007 yılının Haziran ayından beri bir dizi sözde darbe plan ve iddiaları çerçevesinde tutuklama ve hukuki takibatlara sahne olmaktadır.

Ergenekon, Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven, Balyoz ve İnternet Andıcı gibi isimlerle anılan darbe iddialarının soruşturulması ve bu kapsamdaki gelişmeler aziz milletimizi hem meşgul etmiş hem de herhangi bir sonuca gidemediği için oyalamıştır.

AKP zihniyeti kendisi için tehlike gördüğü kim varsa statükocu olarak yaftalamış, vesayetçi diyerek damgalamış ve değişim karşıtı göstererek ön almaya ve inisiyatif elde etmeye çalışmıştır.

Asıl anlamından saptırılmış demokrasi ve özgürlük mefhumları, millet ve devlet varlığına kast etmek için sıra ve zaman gözleyen mihraklara aradıkları uygun ortamı sağlamış ve dünün mağdurları bugünün zalimleri haline dönüşmüştür.

AKP ileri demokrasi kılıfıyla eziyeti, baskıyı, zulmü, hukuksuzluğu ve iftirayı meşrulaştırmış, böylelikle Türkiye güvensizliğin ve korkunun alabildiğine çoğaldığı bir ülke haline gelmiştir.

Dört yılı aşan bir süredir neticelenmeyen yargı süreçleri, TSK’yı hedefine alan taciz ve kuşatmalar bugün itibariyle çok kritik bir aşamaya ulaşmıştır.

Aklımıza ister istemez, Türkiye’nin bu şekilde kuruluş ilke ve zemininden adım adım uzaklaştırıldığı hususu gelmektedir.

Elbette parti olarak demokrasi dışı arayışlara, müdahalelere ve telkinlere karşı son derece hassas ve tepkiliyiz.

Millet iradesinin silahların gölgesine sokulmasına asla tahammülümüz bulunmamaktadır.

Darbe niyetlerinin, darbecilerin ve darbe için ellerini ovuşturanların hem ülkemizin aydınlık geleceğine hem de sosyo-ekonomik gelişme hızına büyük kötülükler yaptığına inanıyor ve bunların karşılıksız bırakılmaması gerektiğini düşünüyoruz.

Şu noktaya dikkatlerinizi çekmek isterim ki, AKP ne zaman bir darbe iddiası veya girişimiyle muhatap kalsa bundan istifade etmiş ve yarar sağlamıştır.

Kaldı ki en başta, 28 Şubat karanlığının en bariz ürününün kim olduğu bellidir ve o da Adalet ve Kalkınma Partisi’den başkası değildir.

27 Nisan girişiminin nelere yol açtığını ve AKP’yi nasıl güçlendirdiğini bilmeyen kalmamıştır.

AKP bu gelişmeleri siyasi çıkar ve menfaat kaynağı haline dönüştürmüş ve darbe iddialarının asla neticelenmesini istememiştir.

Bu siyasi anlayışın gerçek niyet ve tutumu söylediklerinin aksinedir ve darbe iddiaları kendisine bulunmaz siyasi fırsat kapıları açmıştır.

Biz bundan parti olarak son derece rahatsızız.

Diğer taraftan, Milliyetçi-Ülkücü hareketin şerefli mensuplarını darbeci anlayışla ilişkilendirmeye yeltenen düşünce ve yaklaşımları şiddetle reddettiğimizi huzurlarınızda bir kez daha ifade etmek istiyorum.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin, bugüne kadar darbelerden, gayri meşru müdahalelerden ve ara rejim yönetimlerinden büyük zarar gördüğünü, acılar çektiğini hepiniz bildiğiniz gibi, aziz milletimiz de buna şahittir.

Başbakan Erdoğan ve sözde darbe planlarından geçimlerini sağlayan bezirgânlara hatırlatırım ki, işkenceleri yaşayan, darağaçlarında umutları sönen, Metris’in, Mamak’ın ve Ulucanlar’ın taş duvarlarına inançlarıyla direnen aziz dava arkadaşlarımdır ve çok şükür hepsi iftihar vesilemizdir.

Bizim demokrasi ve demokratik kültür konusunda hiç kimseden öğrenecek bir şeyimiz yoktur.

AKP müdahalelerden faydalanırken, biz bu bağlamda can verdik, kan verdik ve bedel ödedik.

Bu itibarla millet iradesinin sulandırılmasına ve suçlanmasına hep karşı çıktık, karşı durduk.

Her zaman söylediğimiz gibi, darbe hazırlığında kim varsa, darbeye kimler heves ediyorsa muhakkak ki haklarında gereken işlemler yapılmalı ve Türk Silahlı Kuvvetlerinden bunlar mutlaka ayıklanmalıdır.

Buna vicdan, merhamet ve ahlak sahibi hiç kimse itiraz etmeyecektir.

Ancak, bireysel anlamdaki suç ve suça hazırlık aşamalarını topyekûncu bir bakışla ele alarak, Türk ordusunu tümüyle darbeci diye göstermek bizim nazarımızda insafsızlık olduğu kadar densizlik olarak görülecektir.

Bakınız, dört yılı geçen bir süredir darbe iddiaları hakkında hukuki bir neticeye ulaşılamamıştır.

Kimin darbeci kimin darbeci olmadığıyla ilgili net bir karar henüz verilememiştir.

Kamuoyuna servis edilen bilgi kirliliğiyle kanaatler etkilenmeye, yönlendirilmeye ve değiştirilmeye çalışılmıştır.

Şurası açık bir geçektir ki, soruşturma sefahatlerinin gizliliğine hiç riayet edilmemiştir.

Yalnızca soruşturma dosyalarında bulunması gereken özel bilgiler, diyaloglar ve teknik takibe alınan görüşmeler adice medya üzerinden servis edilmiştir.

Yargılamalara konu olan kişilerin saygınlıkları, itibarları, haysiyetleri, kişisel dokunulmazlıkları ve insan olmaktan kaynaklanan hakları yıpratılmış ve de hiç dikkate alınmamıştır.

AKP özel yetkili mahkemeleri sindirme ve tedip etme aracı olarak kullanmış ve hedef olarak tayin ettiklerini Silivri’ye göndermiştir.

Madem darbeye tevessül ve niyet edenler vardır, o halde bugüne kadar yargılama süreci neden sonuçlandırılamamıştır?

Kim olduğu netlik kazanmayan darbeciler hakkındaki hüküm hangi sebeplerden dolayı verilememiştir?

Karar sürecini aksatan, geciktiren, zafiyete uğratan ve uzatan faktörler nelerdir?

Kabul etmek lazımdır ki, herhangi bir hukuk devletinde böylesi bir garabet ve skandal ne görülmüş ne de duyulmuştur.

AKP zihniyeti geciken adaletin adalet olmadığını iyi bilmeli ve bunu aklından çıkarmamalıdır.

Darbe iddialarının çözümsüzlüğe mahkûm edilmesi demokrasiyi güçlendirmeyecek ve kimseye de bir şey kazandırmayacaktır.

Tecrübelerimiz, tehdidin yalnızca demokratik alan dışından değil, yanlış siyaset, taraflı adalet ve yaralı demokrasi tercihinin de en az darbeci zihniyetler kadar tahribat vereceğini göstermektedir.

Muhalif görüşlere değer ve anlam yüklemediği gibi saygı da duymayan, şımarmış ve sağduyusunu kaybetmiş tek başına iktidarların da, demokrasinin altını oyan faktörler olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Çoğulculuğun varlığına imkân tanımayan, fikirlere tahammül göstermeyen sistemleri demokratik parlâmenter rejim, bu anlayış sahiplerini de demokrat olarak isimlendirmek mümkün değildir.

Bu itibarla demokrasiyi teminat altına almanın yolu sadece dış müdahale yollarını kullanılmaz hale getirmekten değil, bunun yanında diğer görüşleri de dinlemeyi öğrenmiş, düşüncelere saygı gösteren, onların da haklı olabileceğine ihtimal veren köklü bir demokratik zihniyet dönüşümünden geçmektedir.

Gazetecilerin dört duvara arasına kilitlendiği, basılmamış kitapların toplatıldığı, işçilerin coplandığı ve iktidarla ilgili eleştiri getirenlerin kovuşturmalara uğradığı bir yerde demokrasiden sadece isim olarak bahsetmek mümkündür.

Şu kadarını söyleyebilirim ki, bugüne kadarki çatıştırıcı ve kutuplaştırıcı üslup, AKP zihniyetinin bu hoşgörü ve diyalog zeminine ne kadar yabancı olduğunu deşifre etmiştir.

Kendisinin haricindeki tercihleri yok sayan bu siyasal bağnazlığın ve ilkelliğin de demokratik hayatımıza tıpkı dışarıdan olduğu gibi içeriden de darbe vuracağını artık anlamak ve bilmek gerekmektedir.

Bu itibarla demokrasinin yaşayabilmesi ve güçlenebilmesi için herkesin üzerine düşeni yapması kaçınılmaz bir demokratik görevdir.

Öncelikle işleyen darbe iddialarının sonuca ulaştırılması ve haklı-haksız ayrımının kesinleşmesi lazımdır.

Hukuki süreç ise bunu sağlamakla mükelleftir.

Türk milleti, gerçekleri bilmek ve bir an önce işitmek istemektedir.

74 milyon vatandaşımızın huzuru, Türk ordusunun akıbeti birkaç savcıya ve hâkimin kararına terk edilemeyecek kadar önemli ve vazgeçilmezdir.

Türkiye’nin bölünmesi için fütursuzca mücadele veren, kin ve nefret tohumlarını saçan çevrelere hareketsiz kalan bazı yargı mensuplarının, sıra başka konulara geldiğinde ortalığı ayağa kaldırması tam anlamıyla çifte standarttır.

Bizim hukuka saygımız vardır; ama lütfen dikkat ediniz bu hürmetimiz, yalnızca tarafsız ve herkese eşit uzaklıkta bulunan bir hukuk mantığınadır.

AKP’nin borazanını çalan, siyasetin dar mahzenlerinde terazisinin kefelerini yitiren hukuk anlayışıyla, Türkiye’nin gerçek anlamda sorunlarının üstesinden gelebilmesi mümkün değildir.

12 Eylül Referandumunda verilen her evet oyunun bugünkü sıkıntılarda payı vardır.

Yargının siyasallaşması, hukukun AKP’nin dümen suyuna girmesi konusunda bu referandum büyük bir rol oynamıştır.

Bugün geldiğimiz bu aşamada, Silivri’nin mütareke yıllarındaki Bekir Ağa Bölüğünden, hukuku iğfal eden yüzsüzlerin de Binbaşı Bekir’den hiçbir farkı kalmamıştır.

Bundan sonra tek eksik vardır, o da yeni bir Malta sürgünü için kolların sıvanmasıdır.

Nasıl olsa AKP zihniyeti, tıpkı aynı anlayıştan türediği bedbahtlar gibi yabancı emellere teslim olmuştur.

Ve istediği yerde, istediği gibi sürgün şartlarını oluşturabilecektir.

 

Muhterem Milletvekilleri,

En son olarak Genelkurmay eski Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ ‘İnternet Andıcı’ darbe iddiaları çerçevesinde tutuklanmıştır.

Görüldüğü kadarıyla bu ne ilktir, ne de son olacaktır.

Bu gelişme her açıdan mühim ve vahamet düzeyi yüksek bir hadisedir.

Sayın İlker Başbuğ’u hedefine alan tutuklama kararının hali hazırda bize göre üç boyutu vardır ve bunların birbiriyle yakından bağ ve bağlantısı olduğu kuşkusuzdur.

Birinci olarak, iki yıl boyunca Genelkurmay Başkanlığı görevini yürüten bir şahsiyete yöneltilen suçlamanın niteliği ve içeriğidir.

Ve maalesef itham edilen suçlama çok ağırdır ve hiçbir vicdan sahibi tarafından da kabul edilemeyecektir.

Milli Güvenlik Kurulu’nda yer almış, TSK’nın en üst mevkisine tırmanmış, kahraman Türk askerine komuta etmiş bir kişi ne hazindir ki; terör örgütü kurmaktan ve yönetmekten dolayı cezaevine konulmuştur.

Bu küstah iddia aklın ve mantığın iflas ettiğinin göstergesidir.

Sapla samanın karıştığının, doğruyla yanlışın yer değiştirdiğinin açık delilidir.

Buradan muhataplarına sormak istiyor ve biraz utanmaları varsa cevap vermelerini bekliyorum:

  • Şayet Genel Kurmay Başkanı terör örgütü kurup yönettiyse bu örgüt ve militan kadrosu nerededir?
  • Yoksa gizli gündemlerde, kanlı terör örgütü PKK’yla kahraman Mehmetçiğin yer değiştirilmesi mi vardır?
  • Bu terör örgütünün yatağı, yuvası ve konuşlandığı yer neresidir?
  • Mehmetçik terörist olmuştur da bizim ve aziz milletimizin mi haberi yoktur?
  • Eğer Genel Kurmay eski Başkanı İlker Başbuğ terörist ise İmralı’da yatan cani kimdir ve hangi suçtan dolayı oradadır?
  • Kandil fitnesinin faillerine bundan sonra nasıl hitap edilmeli ve ne denmelidir?
  • Geçtiğimiz 30 Ağustos kutlamalarında, Başkomutan sıfatıyla tebrikat kabul eden Cumhurbaşkanı Sayın Gül, acaba önünden geçen ve ellerini sıktığı teröristleri fark edememiş midir?
  • Bu durum karşısında bebek katilinin Silivri’ye nakli ya da İlker Başbuğ’un İmralı’ya götürülmesi düşünülmekte midir?

Şu hususun altını kalın olarak çizmekte yarar görüyorum:

Türk ordusunun suçlandığı, tedirgin edildiği, kötülendiği, töhmet altına alındığı bir ortamda; Meclis Genel Kurulunda, "haddinizi bileceksiniz, bize ters bakmayacaksınız" zırvalarını duymak son derece normaldir.

Genelkurmay Başkanlarının, yıllarca hizmet vermiş komutanların aşağılanması, küçük düşürülmesi ve hakarete uğraması sıradan bir hal alacaktır.

Ancak böylesi bir izansızlığın ve ahlaksızlığın olabilmesi için de AKP gibi bir zihniyetin sorumluluk alması yeterli olacaktır.

Ne acıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin terörist imal ve üretim merkezi gibi gösterilmesi için muazzam bir ısrar ve gayret söz konusudur.

2003 yılı Ağustos ayında Genelkurmay ikinci başkanlığına atanan, 2006 Ağustosunda Kara Kuvvetleri Komutanı olan ve son olarak 2008 ile 2010 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı görevini yürüten değerli bir şahsiyetin terörist suçlamasıyla karşılaşması başka türlü izah edilemeyecektir.

Bu durum göstermektedir ki, hem Başbakan, hem de sözü edilen şahsiyetin Genelkurmay Başkanlığına atanması için onay veren Cumhurbaşkanı terörist faaliyetleri bilinen bir komutana göz yummuş ve bir suç varsa iştirak etmişler veya azmettirmişlerdir.

Ayrıca TSK’nın üst mevkilerinde bulunan birçok değerli şahsiyetin de aynı suçlamaya maruz kalıp tutukluluk hallerinin devam ettiği aşikârdır.

Türk milletinin varlığı, birliği, devamlılığı ve esenliği için canlarından vazgeçen Peygamber Ocağı’nın şerefli mensuplarını, terörist olarak göstermeye çalışmak; ancak ve ancak harama el uzatan, boğazından geçiren ve şirretin hesabına çalışan kifayetsizlerin işi olacaktır.

Unutulmasın ki Türk milleti bunu asla affetmeyecek ve bölücü terörle mücadele eden şahsiyetlerin iftiralarla yıldırılmaya çalışılmasını hoş görmeyecektir.

Buradan açıklıkla bildiriyorum ki, Türk ordusunu terör merkezi, komutanlarını terörist göstermeye cüret eden iddiaları, niyetleri ve başı dışarıda, gövdesi içeride olan emelleri reddediyor ve tüm yüreğimle kınıyorum.

Değerlendirmemizin ikinci aşamasında; Genel Kurmay eski Başkanı emekli Orgeneral İlker Başbuğ’a atılı suçun mahiyeti, yargılamanın ne şekilde yapılacağı hususu yer almaktadır.

Bilindiği üzere, 12 Eylül 2010 tarihindeki anayasa değişiklikleri sonucunda 148’nci maddeye ilave edilen bir hükümle; Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Genel Komutanın da görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divan’da yargılanmasının önü açılmıştır.

30 Mart 2011 tarihinde kabul edilen Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanunla da bu husus düzenlenmiş ve Anayasa Mahkemesi yetkilendirilmiştir.

Bu itibarla Genelkurmay Başkanlığı yapan bir kişinin eğer hükümeti devirmek maksadıyla darbe niyeti taşıdığı ve planı yaptığı iddia ediliyorsa,  bunun görev dışı yorumlanması hukuken tutarlı ve inandırıcı olmayacaktır.

Çeşitli davalardan tutuklu yargılanan muvazzaf yada emekli generallerin, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100’ncü maddesinin 3’üncü fıkrasında sayılan ‘Katalog Suçlar’dan dolayı cezaevinde tutuldukları bilinmektedir.

Genelkurmay Başkanı’nın da bu kapsama sokulduğu; silahlı terör örgütü kurma veya yönetme ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etmeyle itham edildiği anlaşılmaktadır.

Elbette darbe teşebbüsünün tüm ayrıntılarıyla soruşturulması ve gerçeklerin bir an önce milletimize anlatılması gerekmektedir.

Buna bir diyeceğimiz yoktur.

Ancak Genelkurmay Başkanlığı yapan bir kişinin, Anayasa’nın amir hükmünü ihlal edercesine Yüce Divan dışında yargılamaya tabi tutulması üzeri örtülemeyecek bir yanlış ve kastı aşan bir hatadır.

Burada Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün konuyla ilgili beyanları fazlasıyla dikkatimizi çekmiştir.

Sayın Gül; “Hukuk düzeni içinde bir yargılama sürecine şahit oluyoruz. Herkesin hukuk sistemi içinde sorumluluğu vardır. Dolayısıyla herkes hukuk karşısında eşittir" sözleriyle önemli bir ilkeye göndermede bulunmuştur.

Şüphesiz Türk devlet geleneğinin özünde adalet vardır ve Osmanlı’yı altı asır ayakta tutan güç; padişahla bir mimarı eşit bir şekilde kadının önüne çıkaran kutlu sistemdir.

Ne var ki, AKP iktidarıyla birlikte hukuk karşısında eşitlik prensibi nedense hep tek taraflı işlemiştir.

Sayın Gül, herkesin hukuk önünde eşit olduğunu düşünüyor idiyse, sorarım sizlere, rahmetle andığımız muhterem Erbakan Hoca’yı mahkûm eden hukuk kaideleri aynı iddialarla suçlanan Sayın Gül’e neden dokunamamıştır?

Dönemin Refah Partisi’nin birçok yöneticisinin mahkûm olup cezaevine girdiği bir yargı süreci neden kendisini teğet geçmiştir?

Bunu yalnızca dokunulmazlıkla izah etmek bizim açımızdan doğru, meşru ve erdemli bir tavır olmayacaktır.

Geçtiğimiz yılın Ocak ayında Hizbullah militanlarının halaylar eşliğinde serbest kalmasını sağlayan, Deniz Feneri zanlılarını özgürlüğüne kavuşturan ve asıl katilleri Habur’da affeden zihniyet; Genelkurmay Başkanlığından 1,5 yıl önce emekli olmuş bir şahsı tutuklayarak cezaevine koymuştur.

Kaçma, saklanma ve delilleri yok etme ihtimalleri göz önüne alınmadan böylesi kritik ve önemli bir makamda bulunmuş kişinin istisna olması gereken tutuklanma işlemine tabi tutulması asla kabul edemeyeceğimiz bir durumdur.

Bu gelişmeyi fırsat bilen AKP yardakçıları insaflarını ve şuurlarını kaybedercesine verilen kararı alkışlamışlar ve destek vermişlerdir.

Üstelik süreci normalleşmenin, hesap sorulmasının, sivilleşmenin ve demokratikleşmenin zaferi olarak sunmuşlardır.

Biz bu ar damarı çatlamış kalem ve niyet sahiplerinin kimlere, hangi çevrelere hizmet ettiğini biz gayet iyi biliyoruz.

Hayatlarında bir kez olsun şehitlerimizi ağızlarına almayan, Fatihalarla anmayan, milli konularda bir tek hayırlı düşünceye sahip olmayan küfrün, ihanetin ve fitnenin piyonları; sıra milletimizi bölecek ve vatanımızı parçalayacak fikirlere geldiğinde ziyadesiyle iştahları kabarmaktadır.

Ama biz karanlık yüzlere fırsat vermeyeceğiz ve bedeli ne olursa olsun bu şaibeli sicillerin maskelerini düşüreceğiz.

 

Değerli Milletvekilleri,

Üçüncü ve son olarak; Genelkurmay eski Başkanı’nın tutuklanmasıyla ortaya çıkması muhtemel gelişmeler, bu sürecin ilerlediği güzergâh ve tabiidir ki hedeflenenler mutlaka enine boyuna incelenmeli ve analize tabi tutulmalıdır.

Türkiye’nin içine düştüğü kördüğümü, keşmekeşliği bölgesel ve küresel gelişmelerden uzak bir şekilde değerlendirmek doğru değildir.

Büyük Ortadoğu Projesi’nin müdahale ve gözetimi dâhilinde hızla ilerletilen Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın yeniden tanzim ve tasnifi bölgesel tansiyonu kaygı verici bir şekilde yükseltmiştir.

Ülke içinde de millet varlığını bölücülüğün imar planına alarak üzerinden etnik parsel geçirmeye çalışan namertlerin hızlı bir faaliyet içinde oldukları gelişmelerle sabittir.

Yakın coğrafyalarımızda esen kaos rüzgarı, kök salan istikrarsızlık döngüsü kısa vadede yerini düzene ve dirliğe bırakmayacağını göstermektedir.

Bilenen karşıtlıklar, tahrik edilen cepheleşmeler, fiyaskoyla biten uzlaşmalar, aşılamayan önyargılar ve eskinin hedeflerine sıkı sıkıya bağlı yeni emperyalist yöntemler bölgesel gerilimi fazlasıyla yükseltmiştir.

AKP Hükümeti’nin dış politikadaki güdümlü duruşu, Batı’nın politikalarına tam teslimi, başkent Ankara’nın gerçeklerini hafife alan basitliği ve görmezden gelen ihmalkârlığı ülkemizi risk düzeyi yüksek bir alana sokmuştur.

Açıktır ki Ortadoğu kaynayan kazan haline dönüşmüştür.

Başbakan Erdoğan’ın, küresel hesap ve amaçlar çerçevesinde bölgeye yaklaşımı ülkemizi peşinen birçok sıkıntının tarafı haline getirmiştir.

Arap Baharı’na haddinden fazla anlam yükleyen, halk hareketlerini öven ve yönetimlerin devrilmesini onaylayan hükümet, meydana gelen sarsıntılardan nedense bahsetmeyi tercih etmemektedir.

Mesela Mısır’da, Hüsnü Mübarek sonrası için aşırı beklenti içine girenler yanılmış, Tahrir felsefesi oluşturmaya çalışanlar hayal kırıklığına uğramışlardır.

Mısır hala sancılıdır. Ve bu ülkedeki olumsuzluk dalgasının boyu gittikçe yükselmektedir.

Sokaklar sıkıntılıdır ve ısmarlama demokrasi çağrılarıyla bir yere ulaşılamayacağı anlaşılmış olmalıdır.

Yapılan seçimler şimdiden bu ülkedeki mevzileri keskinleştirmiştir.

Zorlamayla demokrasi ve özgürlüğün gelmeyeceği Mısır örneğinde açıkça görülmüştür.

Askeri vesayetin zemin ve pozisyon kaybetmemek için mücadele vermesi, insan haklarını sakatlayan uygulamaların peşi sıra kamuoyuna yansıması; Tahrir balonunun patladığına işaret etmektedir.

Önümüzdeki süreçte Mısır’ın nasıl ve ne şekilde siyasal ve toplumsal bir yapıya kavuşacağı belirsizliğini korumaktadır.

Ama gerçek olan şudur: Mübarek gitmiş, yerine onu aratmayacak, arkadan kumandalı yeni simalar getirilmiştir.

Değişim, özgürleşme ve demokrasi arayışları, tam anlamıyla toplumsal gerçeklere, ihtiyaçlara ve taleplere dayanmadığı için saman alevi gibi yanmış ve sönmüştür.

AKP Hükümeti ise bu gelişmelere karşı nedense sessiz ve duyarsızdır.

Mübarek’e git diyen, Tahrir’i öven Başbakan Erdoğan Mısır’ın durumundan birkaç istisna dışında bahsetmemiştir.

Elbette her şey bunlarla da sınırlı değildir.

Başbakan Erdoğan farkında mıdır bilemeyiz, ama Somali’nin Kenya ve Etiyopya tarafından işgal edilmesi bu ülkenin dramını daha da fazlalaştırmıştır.

Somali’yi sürekli gündemde tutarak istismar kanalı açanların dikkatleri nedense başka taraftadır.

Bu ülkeye yardım adı altında, küresel hesapları ve planları indiren AKP zihniyeti, işgali karşısında adeta sessizliğin içine gömülmüştür.

Dış politikada zalimlere teşrifatçılık yaparak ayakta duracağını zanneden iktidar zihniyeti elbette yanıldığını ve içine girdiği hatanın faturasını eninde sonunda ödeyecektir.

Muhterem Milletvekilleri,

Bölgemizin bir diğer konusu İran’ın Hürmüz Boğazıyla ilgili tehditleri, buna ABD ve Avrupa Birliğinden gelen tepkilerdir.

Kendisine yönelik alınan yaptırım kararlarını hafifletmeye veya caydırmaya çalışan İran’ın, Hürmüz kartını ileri sürmesi sıcak çatışma ihtimallerini artırmıştır.

Ortadoğu petrollerinin önemli bir bölümünün geçiş istikameti olan bu boğazın stratejik önemi olduğu kuşkusuzdur.

Hürmüz Boğazı ekseninde gelişen sorunların, petrol fiyatlarına etki edeceği de şimdiden kabul edilen ve endişeleri artıran bir husustur.

Bununla birlikte Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin İran’ı hedefine alana ağır yaptırım kararları Basra Körfezi üzerindeki sisleri daha koyulaştırmaktadır.

Karşılıklı tehditler, güç bloklarının mesafe alması bölgeyi karışık ve tehlikeli bir aşamaya taşımaktadır.

BOP’un hedeflerinden birisi olan İran’ın, zaten bozuk olan bölgesel ve hatta küresel dengeleri alt üst edebilecek gelişmelere neden olabileceği şimdiden belli olmaya başlamıştır.

Bu şartlar altında Dışişleri Bakanı’nın İran ziyareti, bizim açımızdan, somut bir gelişmeye hizmet etmektense oyalanmaya dönük bir manevra olarak tanımlanmıştır.

Dışişleri Bakanı’nın bu seyahat sırasında; “artık bölge halkları yeni bir siyasi anlayış istiyor” sözleri, hala küresel planları dayatmak ve servis etmekle meşgul olduğunu göstermiştir.

Zannedersiniz ki, tüm bölge halkları toplanmış ve bizim Dışişleri Bakanı’na maruzatlarını arz etmişlerdir.

Böylesi içi boş, gerçeklerden kopuk ve duruma göre şekilden şekle giren dış politika tercihleri çözümsüzlüğe, beklentileri de uçuruma atmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

AKP’li Dışişlerini Bakanı’nın yeni bir Soğuk Savaş’tan duyduğu endişe de traji-komiktir.

'Bölgesel bir soğuk savaşı engellemeye kararlıyız” diyen bu kafa yapısının, önce Soğuk Savaş Şartlarının özelliklerini aratmayan Malatya’da kurulan Füze Savunma Sistemi’nin hesabını vermesi mantıklı ve hakkaniyetli olacaktır.

Böylesine hassasiyet taşıyan birisinin elbette aziz milletimizi 70’li yılların gerilimine benzer çıkmaza sürüklememesi beklenirdi.

Ancak AKP Hükümeti’nin Tahran’a bile Batı’nın mesajlarını götürdüğü ve küresel oyunların bir figüranı olmaktan başka herhangi bir şey yapmadığı bariz olarak anlaşılmaktadır.

İran’a eşzamanlı giden en önemli konu başlıklarından birisi de Irak’taki gelişmelerdir.

Bildiğiniz üzere, 18 Aralık 2011 tarihinde ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle, fitili ateşlenen mezhep temelli kavga ve facia iyiden iyiye görünür olmuştur.

ABD’nin ektiği ayrılık tohumları ve ikilikler sonunda başak vermiş ve Irak adeta diken üstünde duran bir konuma gelmiştir.

Irak merkezli mezhep çatışması ve düşmanlığı sürekli olarak ivme kazanmakta ve adeta her gün kendisini yenilemektedir.

ABD işgali, gerek Irak halkı, gerekse de bölge ülkeleri üzerinde görünen veya üstünkörü bakılınca fark edilemeyecek kadar derinlere nüfuz etmiş izler bırakmıştır.

Irak’ın; özgürleştirmek, demokrasi getirmek ve barış tesis etmek amacıyla işgal edilmesi esasen var olan tüm sorunların hazırlayıcısı olmuştur.

Bu ülkenin, bugünkü karanlık manzarasının ve kanlı görüntüsünün yegâne müsebbibi tabii ki sömürgeci zihniyet ve ona çanak tutan işbirlikçilerdir.

Irak işgalini eleştiremeyenlerin, yüzbinlece masum din kardeşimizin ölmesine seyirci kalanların bugünkü Irak tablosunun oluşmasında büyük payları vardır.

Batı’nın insan hakları ve barış maskesinin arkasında; Iraklı kadınlara tecavüz eden vahşilik, çocukları yetim bırakan canilik, garibanlara işkence eden gözü dönmüşlük olduğu tartışmasızdır.

Irak’ın bugün harap ve bitkin görüntüsünün arkasında işgal ve esaret yıllarının büyük etkisi vardır.

ABD bu ülkeden çekilirken, geriye birbirinden kopmuş bir toplum yapısı, düşmanlık duygularına gömülmüş taraflar, intikam duygularıyla hazırlık yapan kesimler, çökmüş ve duygusal tükenişin aşamasına gelmiş bir ülke bırakmıştır.

Maalesef Irak’ın, bulanık ve ara renklerinin olmadığı siyah beyaz resminin görüntüsü budur.

Bugünkü şartlarda bizim açımızdan Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulmaması ve Yüce Dinimizin mensuplarının sonu olmayan mezhep ve aşiret kavgalarına düşmemeleri en temel dileğimizdir.

Iraklı Türkmen kardeşlerimizin güvenliği, kendilerini rahatlıkla ifade edebilmeleri ve yönetimde adaletli temsil imkânlarına kavuşmaları bizim için vazgeçilmez bir önemdedir.

Şüphesiz Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısının tutuklanma kararı, arkasından bu kişinin Irak’ın kuzeyine sığınması, siyasi gerilim düzeyinin yukarı doğru ivme alması Irak ve bölgesel dengeler açısından sarsıcı hadiselere kapı aralamıştır.

Mezhep temelli gerilimden medet uman fırsatçılar için gün doğmuş ve bu yangını körüklemek için var güçleriyle harekete geçmişlerdir.

Burada AKP zihniyetinin taraf tutmaması, birleştirici olması ve sinsi hedeflerin arkasına takılmaması gerekmektedir.

Irak’ın bölünmesine sonuna kadar itiraz edilmeli ve mezhep temelli kışkırtma yapan geleneksel aktörlere mutlaka dikkat edilmelidir.

Tahran, Bağdat ve Şam arasındaki fay hatlarının kırılması; dilemem ama büyük sorunlara ve hatta küresel bir kargaşaya bile zemin hazırlayacaktır.

 

Değerli Arkadaşlarım,

İşte tüm bu gelişmeler karşısında Türkiye’deki dengelerin seyri, seviyesi ve alacağı konum çok önemlidir.

  • Bu yüzden, milli kimliğimiz boşuna taciz edilmemiştir.
  • Herkese kimlik vaadi düşüncesizce ağızlardan çıkmamıştır.
  • Dersim isyanıyla ilgili özür temelsiz dilenmemiştir.
  • Cumhuriyet’in temel direkleri iş olsun diyerek aşındırılmamıştır.
  • Habur rezaleti, yıkım projesi, İmralı ve Kandil’le görüşme trafiği tesadüfen kurulmamıştır.
  • Tarihimiz nafile yere horlanmamıştır.
  • MHP’ye tuzaklar sırf siyasi hasımlıktan, komplolar öylesine kurulmamıştır.
  • Milli Mücadele yılları rastgele tenkit edilmemiştir.
  • Büyük Ortadoğu Projesi ve Medeniyetler İttifakı bataklığına tarihin bir cilvesi olarak sürüklenilmemiştir.
  • Ve TSK’nın darbeci, mensuplarının terörist diyerek suçlanması dönemsel ve anlık bir süreç olmamıştır.

Türkiye; BOP öncülüğünde ve değişim adı altında dönüştürülmeye ve 29 Ekim 1923 tarihli milli yemininden koparılmaya çalışılmaktadır.

Türk milletinden kutlu varlığından yeni bir millet, Türk devletinden farklı bir devlet ortaya çıkarmak için yoğun bir gayret her düzeyde görülmektedir.

Biliniz ki, bir kez denediler, bir daha cüret edecekler.

12 Eylül 1919 tarihli bir gizli anlaşmayla Kürdistan’ın kurulmasına rıza gösteren hainlerin bugünkü temsilcileri yine işbaşındadır ve el altından bunun alt yapısını oluşturmaya yönelmişlerdir.

BOP’un da amacı birdir, AKP’nin de amacı nettir, AB’nin de hedefi berraktır: O da Türk milletini bölmek, son yurdumuzu etnik bölücülere peşkeş çekmek ve bin yıl öncesinin intikamını almaktır.

Siz bakmayın AKP’nin istismarcı sözlerine. Yalan ve aldatmayla iç içe geçmiş üslubunu hiç dikkate almayın.

Türkiye’nin bugünkü halinin ve katlanan sorunlarının gerisinde işte bunlar vardır.

Ama emin olun ki başarmayacaklar. Allah izniyle bin yıllık kardeşlik hukukunu bozamayacaklar.

Sabote ettikleri demokrasiyle, gasp ettikleri özgürlükle ve narkozlu barış sözleriyle ne kadar avantajlı olursa olsunlar emellerine nail olamayacaklar.

Kimlik eksenli çözülmenin karşısında sonuna kadar dimdik duracağız.

Gerekirse tekrar Sakarya kıyılarına ineriz. Tekrar Kocatepe’ye çıkar Dumlupınar’da destan yazarız ve kararlılıkla Akdeniz’e uzanırız.

Unutmayınız, ölürüz de vatanımızdan ve bir tek insanımızdan vazgeçmeyiz.

Bu duygu ve düşüncelerle, grup toplantımıza katılan herkesi sevgi ve saygılarımla selamlıyor, başarılı bir hafta geçirmenizi temenni ediyorum.

Sağ Olun, Var olun.