03.01.2002 - TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Konuşması
03 Ocak 2002

Kıymetli Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Yeni adım attığımız 2002 yılının ilk grup toplantısını yapmak üzere bir araya gelmiş bulunuyoruz. Öncelikle, yüksek heyetinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

Bu vesileyle, aziz milletimizin ve bütün insanlığın yeni yılını kutluyor, Yüce Allah’tan işbirliğinin, dayanışmanın ve hoşgörünün hakim ve daim olduğu bir yıl olmasını temenni ediyorum.

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Huzurlarınızda geride bıraktığımız 2001 yılına damgasını vuran siyasi ve ekonomik gelişmeleri değerlendirmek; yapılanları, yapılamayanları bütün milletimizle paylaşmak istiyorum.

Bilindiği üzere, Türkiye ve Dünya geçtiğimiz yılı çok sancılı, bir o kadar da önemli gelişmelerle dolu olarak yaşadı.

Dünyada 2001 yılına damgasını vuran en önemli gelişme, hiç şüphesiz Amerika Birleşik Devletleri’ne yönelik 11 Eylül saldırıları ve onun arkasından yaşanan Afganistan müdahalesidir. 11 Eylül tarihinde vukuu bulan vahşi saldırıların hemen ardından başlayan tartışma ve gelişmeler, mevcut küresel düzen ve sürecin çeşitli açılardan sorgulanmasını da beraberinde getirmiştir. Bunlar arasında, terörizmle ve terör örgütleriyle mücadele konusu, ister istemez ön plana çıkmıştır.

Bütün devletlerin ve ilgili kuruluşların bu mesele karşısında kendini sorgulama ve yenileme ihtiyacının ortaya çıkması çok önemli bir gelişme olmuştur. Özellikle ülkemizin uzun yıllar boyunca iç ve dış destekli ayrılıkçı terörizmle mücadele etmiş olması, Türk devletinin yaklaşımlarının önemini arttırmıştır.

Türkiye’nin 1990’lı yıllar boyunca azgınlaşan terörist saldırılar karşısında ortaya koyduğu politikaların anlam ve öneminin böyle bir dramatik olay sonrasında anlaşılmaya başlanması tabii ki üzücüdür. Ama her üzücü olaydan ders çıkartmak da sorumlu siyaset ve devlet adamlarının görevidir.

Ülkemizin, ABD’nin yaşadığı insanlık dışı olay karşısında, geçmişteki politika ve önerilerinde samimiyetini ortaya koymaması düşünülemezdi. Bunun için, Amerikan devletinin eylemin faillerini cezalandırma adına attığı adımları aktif olarak desteklemekte kararlı davranılmıştır. Aynı dönemde ülkemizde yürütülen tartışma ve eleştirilerin büyük bir bölümünün, ya ufuksuz, ya da mesnetsiz görüş ve öneriler olduğu daha sonra ortaya çıkmıştır.

Türk devleti, hükümeti ve meclisiyle aldığı bütün kararlarla terörle mücadeledeki samimiyetini ve kararlılığını kanıtlamıştır. Yine, çok önemli bir siyasi ve askeri müttefik ve aktör olduğunu, bir kez daha bütün dünyaya göstermiştir.

Kısacası, terörizmin küresel boyutlarının ortaya çıkması ve Orta Doğu’nun kaynayan kazan olmaktan kurtulamaması, Türkiye’nin jeokültürel ve jeopolitik ayrıcalığının anlaşılmasına vesile olmuştur.

Ülkemizin, medeniyet ve kültürlerin işbirliği ve diyalog sürecinde kilit bir rol üstlendiğini, son dönemde yaşanan tartışmalar ile yaşanan gelişmeler karşısındaki duruşundan çıkarmak mümkündür. İslâm dinini ve müslümanları terörizmle aynı kefeye koyma gayreti içinde olan önyargılı uluslararası çevrelerin etkinliğinin kırılmasında Türkiye’nin belirleyiciliğini inkâr etmek imkânsızdır.

Bütün bu gelişmeleri, maalesef, sadece uluslararası konjonktürün sunduğu bir lütuf olarak değerlendirenler de bulunmaktadır. Kendi ülkesini ve insanını bu kadar hor gören ve ona yabancılaşan bir zihniyetin yaygınlığı, büyük ölçüde Türkiye’ye özgü bir durumu ifade etmektedir.

Tabiî ki, 11 Eylül sonrasında yaşanan gelişmeler ülkemizin bölgesel ve küresel bağlamda sahip olduğu pozisyonun çıplak gözle görülmesine zemin hazırlamıştır. Ama bu, hiçbir zaman Türkiye’nin konumunu ve rolünü yok saymayı veya küçümsemeyi beraberinde getirmemelidir.

İşte, Türk milliyetçileri, sık sık nükseden bu klasik entelektüel hastalığın milli duyarlılıklarımızı ve politikalarımızı zaafa uğratmasının önündeki en büyük engeldir. Zaten en çok bu çevrelerin MHP karşıtlığına soyunuyor olması da bu yüzdendir.

Ama bizler, birileri tarafından algılansa da algılanmasa da, takdir edilse de edilmese de bu tarihi ve milli görevimizi yerine getirmeye devam edeceğiz. Bu süreçte karşımıza çıkarılacak her türlü engeli de Allah’ın izniyle mutlaka aşacağız.

Muhterem Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Biraz önce de ifade ettiğim gibi, 2001 yılının ikinci yarısına damgasını vuran 11 Eylül trajedisi ve Afganistan müdahalesi, terörizmle mücadele açısından bir dönüm noktasıdır. Bu dönemde küreselleşme sürecinin siyasi ve sosyal bilançosunun tartışılmaya açılması, küresel eşitsizlik ve adaletsizliklerin üzerine kararlı bir şekilde gidilmesi için de bir başlangıç noktası olmaya adaydır.

Uluslararası terörizmin, hem insan kaynağı devşirme sistemini, hem de terörü meşrulaştırma biçimini yoksulluğa ve adaletsizliklere dayandırdığı açıktır. Bu hususun gözardı edilmemesi, daha güvenli ve huzurlu bir dünya açısından hayati öneme sahiptir.

Bütün bu gelişmeler, gerek insanımızın yaşadığı ızdırabı, gerekse ülkemizin terörle mücadele kararlığını algılama ve anlama sıkıntısı çeken çevrelerin gözlerinin bir nebze de olsa açılması için yararlı olmuştur.

Terörizmle uluslararası mücadelede bugün gelinen nokta, 11 Eylül öncesinden ileri bir noktadır, ama yeterli değildir.

Özellikle Avrupa Birliği yönetimlerinin sık sık insan hakları ile terörist faaliyetlere elverişli zemin hazırlamayı birbirine karıştıran politikalar güttüğü hafızalarımızda tazeliğini korumaktadır. Son zamanlarda terörizme bakış açılarında gözlenen iyileşme belirtilerini yeterli ve gerçekçi bulmak imkânsızdır.

Daha hâlâ, ülkemizin başına musallat olan cani örgütleri terör listelerine almadıkları gibi, terörizme karşı etkin bir mücadele yürütüldüğünü söylemek de çok zordur. Avrupa Birliği yönetimi bu açıdan kendi iç çelişkilerini ve çifte standartlı yaklaşımlarını aşmakta sıkıntı çekmeye devam etmektedir.

Birlik yönetimi, özellikle Laeken Zirvesi’nde de vurgulandığı gibi üyeliğe yaklaştığını ifade ettiği Türkiye’nin dirliğini ve demokrasisini tehdit eden terör örgütleriyle etkin mücadele kararlılığını bir an önce ortaya koymalıdır.

Unutmamalıdırlar ki, terörizmle ancak samimi, açık ve kararlı bir mücadele yürütüldüğü takdirde başarı sağlamak mümkündür. Aksi takdirde, Avrupa Birliği yönetimlerinin yaklaşım biçiminden doğabilecek açmazlar terörizm canavarıyla yüz yüze gelmelerini kaçınılmaz kılacaktır.

Terörizmle uluslararası mücadelenin kriterlerine uymayan, gereklerini tam olarak yerine getirmeyen Avrupa Birliği yönetimlerinin üzerindeki soru işaretleri de her zaman önemini koruyacaktır.

Yeni başlayan İspanya’nın dönem başkanlığının terörizmle mücadele açısından önemli fırsat olmasını ümit ediyoruz. Uzun yıllar ayrılıkçı terörün acı deneyimlerini yaşamış olan İspanya’nın ülkemizle benzer hassasiyetleri taşıdığına ve bu hassasiyeti birliğin dönem politikasına yansıtacağına inanmak istiyoruz.

Sözün kısası, Avrupa Birliği yönetimi en kısa zamanda hem terörizmle mücadele hem de ülkemizle ilgili politikalarını süratle gözden geçirip somutlaştırmak durumundadır. Böylece, Türkiye ile Avrupa arasında varolan ticari ve siyasi ilişkilere sık sık gölge düşüren bu husus ortadan kalkmış olacaktır.

İnanıyoruz ki, bu ve benzeri noktaları ısrarla gözden kaçıran çevrelerin partimize yönelik husumetlerinden vazgeçmeleri de kolaylaşacaktır. Çünkü, Avrupa Birliği – Türkiye ilişkilerinde sorumluluğu ve suçu sürekli olarak kendi ülkelerinde ve politikalarında arayanların saplantılarından kurtulması kolay olmamaktadır.

Ama sonuç ne olursa olsun, Türkiye, terörizmin her türlü siyasi ve hukuki boşluktan faydalanmak isteyeceğinin ve mücadelede zaafı kaldırmayacağının idraki içinde yoluna devam edecektir.

Unutulmamalı ki, bu süreçte, Türk Milleti müttefiklerini karşısında değil, yanında görmek istemektedir. Bu da hiç şüphe yok ki, çok tabii ve haklı bir beklentidir.

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Bilindiği gibi, ülkemizin Avrupa Birliği’yle ilişkilerinde, terörizmle mücadele dışındaki kritik ve tartışmalı alanları Kıbrıs meselesinin çözümü ile Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası oluşturmaktadır. Bu iki sorunlu alanda da başta Yunanistan olmak üzere, karşımıza bazı engeller çıkmakta ve bu engelleri aşmak kolay olmamaktadır.

Meselenin Türkiye yüzüne baktığımızda ise, faturayı anlaşılmaz biçimde hep kendi ülkesine kesenler göze çarpmaktadır. Bunlar, yine Milliyetçi Hareket’i hedef seçme alışkanlıklarıyla dikkat çekmektedir.

Hiç şüphesiz, bu tür çarpık zihniyetlerin tek taraflı düşünme konusundaki saplantıları ve dolayısıyla meseleye çok boyutlu bakmaktan ısrarla kaçınmaları böyle bir sonuca yol açmaktadır.

Avrupa Birliği üyeliğine, partimizin de ortağı olduğu 57. Hükümet döneminde yaklaşılmış ve “Ulusal Program”ın çıkarılmış olması, onlar açısından hiçbir değer ifade etmemektedir.

Bu tavırlarının temelinde, ülkemizin, Gümrük Birliği anlaşmasının imzalanması sürecinde yapılanlar başta olmak üzere, geçmişteki hatalara düşmeden, yani milli çıkarlarını gözeterek ilerlemek istemesinden duyulan rahatsızlık yatıyor olabilir.

Bilinmelidir ki, asıl bütün bunları gözardı edenler ve bize sunulan önerilerin ne pahasına olursa olsun tartışmasız kabul edilmesini isteyenler Türkiye’nin önünde engel oluşturmaktadır.

Türk Milleti’nin büyük bir çoğunluğunun Avrupa Birliği’ne tam üyeliği arzu ettiği doğrudur. En az bunun kadar doğru olan bir başka husus da, Türkiye’ye özgü olarak ileri sürülen ön şartların ve milli çıkarlarımız konusundaki duyarsızlığın milletimiz tarafından kabul edilemez bulunduğudur.

İşte Milliyetçi Hareket, bu gerçekçi, haklı ve güçlü arzunun siyasi temsilcisidir. Partimize yönelik haksız eleştiri ve kampanyaların amacı ve dozajı ne olursa olsun, bu görev ve sorumluluk anlayışından vazgeçmemiz mümkün olmayacaktır.

Bizler inanıyoruz ki, eğer Avrupalı muhataplarımız Türkiye kadar kararlı ve arzulu olduğu takdirde, üyeliğimiz en kısa zamanda mümkün hale gelecektir. Zaten onurlu ve gerçekçi bir birliktelik sürecinin başka bir yolu daha bulunmamaktadır.

Özellikle Kıbrıs meselesine bakış açılarına ve bu meselenin çözüm yolları olarak düne kadar ısrarla vurgulanan önerilere bakıldığında bu gerçek daha iyi anlaşılacaktır.

Çözüme ulaşmak için, Kıbrıs’taki Türk milli varlığını ve onların egemenlik haklarını görmezden gelerek, meselenin dramatik tarihî arka planını unutarak ve Türkiye’nin güvenlik mülâhazalarını yok farzederek bir yere varılamayacağı yeterince açıktır. Avrupa Birliği yönetimleri bu zamana kadar genellikle klasik Rum-Yunan tezlerini desteklediği için, bu gerçekleri kavraması çok güç olmaktadır.

Böyle bir yaklaşım yanlışlığı karşısında, sürekli Türk politikalarını eleştirmek ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yönetimlerini suçlamak, ne yazık ki, meselenin uzamasına ve ağırlaşmasına hizmet etmiştir. Ülkemizde bazı çevrelerin bilerek veya bilmeyerek böyle bir sürece katkı sağladıklarını, milli politikalar karşısında yer almanın uluslararası arenada Yunan tezlerine destek olarak algılandığını unutmamaları lâzımdır.

Kıbrıs’ta Sayın Rauf Denktaş’ın inisiyatifiyle ortaya çıkan taraflar arasında doğrudan görüşme süreci çok önemli bir başlangıç olmuştur. Bu sürecin başarıyla tamamlanması ve Kıbrıs’ta makûl bir süre içinde adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılması en büyük dileğimizdir.

Milliyetçi Hareket’in beklentisi ve dileği bu kadar açık ve samimidir. Zaten bunun dışındaki bir beklenti ve talebin, Kıbrıs davamızın inkâr edilmesiyle ve tarihi gerçeklerin bir kenara itilmesiyle eşdeğer olduğuna şüphe bulunmamaktadır.

Milletlerin hayatında gözlenen kritik mesele ve gelişmeler, bize bir hususun iyi ayırt edilmesinin ne kadar önemli olduğunu hatırlatmaktadır. Haklı ve milli bir temele dayanan uluslararası meselelerin çözümünde izlenecek “teslimiyetçi” ya da “neme lâzımcı” bir yol ile “uzlaşmacı” ve “gerçekçi” yaklaşımı birbirine karıştırmamak şarttır.

Türk devleti ve milleti, eğer 20. yüzyılın başından itibaren varlığını idame ettirme konusunda kararlı bir tutum sergilemeseydi, belki de bugün herşeyimiz olan Türkiyemizden söz etmek mümkün olmayacaktı. Bu gerçeğin herkes tarafından böyle bilinmesinde sayısız yarar vardır.

Kıymetli Milletvekili Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Dış politika alanına ilişkin bu değerlendirmelerimizin ardından, şimdi 2001 yılının insanımız ve ülkemiz açısından en önemli gelişmesi olan kriz sürecine ve onun bazı siyasi yansımalarına temas etmek istiyorum.

18 Nisan 1999 Seçimlerini takiben kurulan Hükümetimiz, 2.5 yılını tamamlamış bulunmaktadır. Daha önce de çeşitli vesilelerle vurguladığım gibi, 57. Cumhuriyet Hükümeti, 1990’lı yılların çok ağır siyasi ve ekonomik şartlarının oluşturduğu bir zeminde şekillenmesine rağmen, demokrasi tarihimizin en uzun ömürlü koalisyon hükümetlerinden biri olmuştur.

Bu hükümetin, makro planda yaklaşıldığında dikkate çarpan bir başka önemli özelliği de, enkaz edebiyatına sapmadan faaliyete başlamış ve devam ediyor olmasıdır. Daha önceki Hükümet tecrübelerinde sıkça gözlenen bu duruma 57. hükümet döneminde rastlanmamaktadır.

Buna ilave olarak, hükümetin kuruluşundan yaklaşık 2.5 ay gibi kısa bir süre sonra yüzyılın en büyük tabii afetlerinden biri olan Gölcük depremi, 5.5 ay sonra da Düzce depremi yaşanmış ve yaygın sel felaketleri de son zamanlara damgasını vurmuştur. Bütün bunların sosyo-ekonomik dengeleri derinden sarstığına, temel sorunlara odaklanma iradesini ve azmini olumsuz etkilediğine şüphe yoktur.

Bu gün daha hâlâ bazı ihtiyaçlar yeterince karşılanmamış olsa bile, toplumsal yaraların sarılması için kaynaklar seferber edilmiş, önemli hizmetler sunulmuştur. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde dahi, devletlerin ve toplumların çaresiz kalabildiği göz önüne alındığında, Türkiye’de yapılanları yok saymak ya da küçümsemek, çok haksız ve yanlış bir tavır olacaktır.

Daha önemlisi, 1999 yılına bütçesiz başlayan Türkiye’nin yılın ikinci yarısında iki deprem felaketiyle sarsılması, ekonomik ve siyasi reform sürecini geciktirmemiş, fakat başarılı sonuçların ortaya çıkmasını sınırlandırmıştır.

2000 yılının başında uygulamaya konulan ekonomik istikrar programı ilk altı ayın sonunda oldukça iyi sonuçlar vermeye başlamıştır. Ancak, yılın ikinci yarısında, ekonomik yapının kötü alışkanlıkları ve kurumları yeterince dönüştürülemediği için aksamaya başlamıştır.

Diğer bir deyişle, ülkemizde ekonomiyi uzun yıllar boyunca borç ve faiz kısır döngüsüyle yönetme anlayışı güçlü direnç noktaları ve alışkanlıklar oluşturduğu için, düşük faiz ve enflasyon sürecine girildiğinde ciddi bir gerilimin yaşanması kaçınılmaz olmuştur.

2000 yılının son ayları içinde ekonomik sistemin kriz sinyalleri vermeye başlamasının temel sebeplerinden birini, işte bu gerilim potansiyelinin dışsal etkileri oluşturmaktadır. Zaten, genelde finans, özelde ise bankacılık sisteminde arıza belirtilerinin ortaya çıkması boşuna değildir.

1980’li yılların ikinci yarısından itibaren ekonomik sorunlar arasında bu boyut sürekli ön planda olmuş, çözümler de bu alanda aranmıştır. Ama genellikle, faiz oranları ve döviz kurları ile oynamakla yetinilmiş, gün bu şekilde kurtarılmaya çalışılmıştır.

Gerçekten de, sorunların kökenine inmek ve bataklığı kurutmak yerine, göz boyamaya yönelik yüzeysel tedbirlerle yetinilmiştir. 57. Hükümet döneminde hayata geçirilen birçok köklü değişiklik, aslında 1990’lı yılların ilk yarısı içinde devreye girmesi gereken düzenlemeleri ifade etmektedir. Özellikle 1990’lı yıllar bunun için kayıp yıllardır.

Paradan para kazanma devrinin kapanması, bu sebeple mümkün olamamış, bazı dış dinamiklerin de etkisiyle 21 Şubat 2001 tarihinde büyük bir ekonomik krizin patlak vermesi önlenememiştir.

Sonuç olarak, Türk ekonomisi, sağlıklı bir büyüme sürecinin kurumsal altyapısı tamamlanamadığı için, bir taraftan şok dalgalarına karşı yeterince direnç gösterememekte, diğer taraftan verimli ve etkin bir işleyişi esas alan ekonomi anlayışı bir türlü hakim olamamaktadır.

Şubat 2001 krizinin boyutlarının büyüklüğü, ciddi bir güven bunalımını, belirsizliği ve toplumsal tepkiyi beraberinde getirmiştir. Ekonomik programın 2000 yılında nispeten başarılı performansının ortaya çıkardığı olumlu beklentilerin krizle birlikte ani bir çöküntüye uğraması; “kur çapası”nın terk edilerek “dalgalı kur” uygulamasına geçilmesi, hem ekonomik aktörler ile hükümet arasında, hem de ekonomik yapı içinde, ister istemez güvensizlik ortamının doğmasına yol açmıştır. Bu süreçte, faiz oranları ve kurlardaki ani dalgalanmalar sebebiyle birçok ekonomik denge bozulmuş, yatırım planları askıya alınmıştır.

Dünyanın her ülkesinde, her ekonomisinde, bu tür durumlarda keskin kararlar vermek ve tercihlerde bulunmak, çok kolay bir iş değildir. Ağır siyasi ve ekonomik şartlar altında bile olsa, en doğru ve gerçekçi karar, ülkenin geleceği gözetilerek verilen karardır. Ülke ve millet sevgisi ile iktidar sorumluluğu bunu gerektirir.

Aksi bir karar, hiç şüphe yok ki, sorunlardan kaçmayı ve ülkeyi yeni bir belirsizliğe terkedişle aynı anlama gelen kolay yolu ifade eder.

Milliyetçi Hareket Partisi, böyle bir yolu bilinçli olarak tercih etmemiştir. Ekonominin batışına seyirci kalmak yerine, ağır yükün sorumluluğunu üstlenme kararlılığını korumuştur. Herkesin, suçlu ve sorumlu aradığı bir dönemde, sorumluluğun da, krizden çıkış görevinin de iş başındaki hükümete ait olduğunu deklare ederek, tutarlı ve sorumlu siyaset anlayışının gereğini yapmıştır.

Mayıs ayı ortasında açıklanan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”yla bir yandan krizin kartopu gibi büyüme eğilimi durdurulmaya, iç ve dış piyasalara güven aşılanmaya çalışılmıştır. Krizin ağırlığı ve güven sendromunun yaygınlığı, ekonominin bu tedavi sürecine çabuk cevap vermesini engellemiştir.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin, bu süreçteki temel önceliği, kriz sürecinin ekonomik şartlar zorlanmadan en az toplumsal maliyetle atlatılması olmuştur. Yine bu dönemde, bir taraftan piyasalara moral aşılanır ve yaralar sarılmaya çalışılırken, diğer taraftan yeniden yapılanma çabaları bütün hızıyla devam etmiştir.

Özellikle, Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinde baş rol oynayan bankacılık sektörüne neşter vurulmaya çalışılmıştır. Yapısal dönüşüm sürecinde odak noktanın bankacılık sistemi olması bu yüzdendir.

Bankaların sermaye yapılarının zayıflaması ve aktif kalitelerindeki ciddi bozulmalar fon bünyesine alınmalarını zorunlu kılmıştır. Ekim 2000 tarihinden bu güne kadar 11 banka Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na alınmış bulunmaktadır. 1998 yılı ile bu tarih arasında el konulan 8 bankayı da dikkate aldığımızda, yaklaşık üç yıl içinde toplam 19 banka fona devredilmiş olmaktadır.

Bu rakamlar, hem bankaların kuruluş esaslarındaki bazı sakatlıkları, hem de bankacılık sisteminin işleyişindeki yetersizlikleri ve sorunları ortaya koyması bakımından çok önemli bir göstergedir. 2001 yılı içinde, bankacılık sisteminin genel yapısı ve işleyişi yeni esaslara bağlanıp güçlendirilmiş ve kamu bankacılığı da yeniden yapılandırılmaya çalışılmıştır. Yürütülen son çalışmalarla da, bankacılık sektörüyle ilgili denetim ve gözetim mekanizmaları, özellikle de “erken uyarı sistemi” geliştirilmeye çalışılmaktadır.

Bütün bu çalışmalar tam sonuç verdiğinde ve bankaların sermaye yapılarının iyileşme süreci tamamlandığında daha sağlıklı ve güçlü bir bankacılık sistemi ortaya çıkacaktır. Böyle bir bankacılık sistemi ile istikrarlı büyüyen ekonomi arasında bulunan hayati ilişki dikkate alındığında meselenin önemi daha iyi anlaşılacaktır.

Bunun için, önümüzdeki yıl beklenmedik bir gelişme yaşanmadığı takdirde, Türk ekonomisinin tekrar dinamizm kazanması ve güven ortamına kavuşması bakımından çok önemli bir aşama katedilmiş olacaktır.

İnanıyoruz ki, 2002 yılı bu açıdan da bir dönüm noktası teşkil edecek, Türkiye 2002 yılının ilk yarısında yaralarını sarmaya devam ederken, yılın ikinci yarısında ekonomik büyüme hız kazanacaktır. Yine inanıyoruz ki, çeşitli çıkar hesaplarıyla bu süreci baltalamak isteyenler bu kez amaçlarına ulaşamayacaktır.

Muhterem Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Şimdi ise, ekonomik çalkantının had safhada olduğu dönemde ön plana çıkan siyasi bir gelişmeye kısaca da olsa temas etmek istiyorum.

Hatırlanacağı üzere, 2001 yılının bahar ve yaz aylarında zaman zaman ortaya çıkan tartışmalar, kronik MHP karşıtları tarafından abartılarak kullanılmaya çalışılmıştır.

Toplumun hemen hemen her kesiminin krizden ağır yara aldığı bir dönemde, siyaset kurumu ve siyasetçiler akıl almaz bir gayretkeşlikle karalanmaya, yoğun istifa ve erken seçim kampanyaları ile adeta yeni siyasi ve ekonomik açmazlara çanak tutulmaya çalışılmıştır.

Aynı süreçte, özellikle çiftçilerimizi ve kamu çalışanlarını neredeyse ekonomik darboğazın müsebbipleri olarak göstermek isteyenlere sıkça rastlanır olmuştur. Ne yazık ki, kamu görevlileri ile köylümüzü suçlamak çağdaşlık ve çözüm olarak takdim edilebilmiştir. Samimi bir şekilde sorumlu aramak, eleştirmek ve yol göstermek yerine, maalesef karalamak ve karamsarlık pompalamak temel bir yöntem olarak benimsenmiştir.

Milliyetçi Hareket, krizin daha çok derinleşip yaygınlaşmaması için gösterdiği kararlılığı ve titizliği, siyaset kurumunun ve dolayısıyla demokrasinin hırpalanması karşısında da göstermiştir. Bir yandan yeni siyasi oyunların senaryoları yazılır, diğer yandan linç girişimleri başlatılırken sağduyunun sesi olmanın gayreti içinde olmuştur.

Eğer Türkiye, o dönemin tartışma ve önerilerinin kurbanı olsaydı, hiç şüphe yok ki bugün gelinen noktanın çok daha gerisinde olurdu.

İnanıyorum ki, bu gerçek, ileride soğukkanlı değerlendirmelerin daha rahat yapılabildiği bir dönemde çok daha iyi görülecek, partimizin sorumlu ve samimi yaklaşımlarının önemi daha iyi takdir edilecektir.

Aziz Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Bugün, millet olarak yeni bir yıla başlangıç yapıyor, yeni ümitler besliyoruz. Böyle bir takvim değişikliği, hiç şüphesiz dünü ortadan kaldırmamakta, ancak bize yepyeni ve taze bir başlangıç yapma gücü veren bir anı ifade etmektedir.

Ama yine de, ülkemizin ve insanımızın üzerine kâbus gibi çöken bir dönemin ve ruh halinin artık geride kalmasını istiyoruz. Yeni yılın da, bu açıdan bir dönüm noktası olmasını, gerçek bir dayanışma, diriliş ve atılım yılı olmasını diliyoruz.

Ekonomik krizin yarattığı sancılı ve sıkıntılı gelişmelerin yanında 2001 yılı içinde göze çarpan olumlu adımları da unutmamak gerekir. Bunlar, geleceğe dair bakış açımızın ümit ve iyimserlik hanesine yazılması gereken önemli adımlardır.

Bazı önyargılı ve ölçüsüz eleştiri sahiplerinin aksine, son dönemin en kapsamlı anayasa değişikliği gerçekleştirilerek siyasi ve hukuki yapımızın daha modern ve demokratik bir nitelik kazanması yolunda ciddi bir ilerleme kaydedilmiştir. Yine 1950’li yıllardan itibaren tartışılan ve hazırlıkları yapılan Medeni Kanun değişikliği, bu dönemde gerçekleşmiş, 1030 maddelik kanun tasarısı bir aylık çalışmanın sonunda kabul edilmiştir.

2001 yılındaki reform ve atılım çabaları, ekonomik krizin ağırlığı bu tür olumlu gelişmelerin toplum tarafından algılanmasını ve takdir edilmesini zorlaştırdığı için hakettiği ilgiyi ve desteği görememiştir.

Ümit ediyoruz ki, 2002 yılı zihnî engellerin bu açıdan da ortadan kalktığı, ekonomik dengelerle birlikte bozulan güven unsurunun gelişmeye başladığı bir yıl olacaktır. Dolayısıyla, Türkiye’nin güçlü ve istikrarlı bir ekonomik yapıya, sağlıklı ve demokratik bir siyasi ve toplumsal sisteme sahip olması yönündeki çabalarımız daha çok karşılık bulacaktır.

Kısa süre içinde meclisimizden çıkacağına inandığımız Kamu İhale Yasası, Tütün Yasası ve uyum yasaları da, temel dönüşümün yeni kilometre taşları olarak ekonomik ve siyasi sistemimizdeki yerlerini alacaktır.

2002 yılı içinde bütün toplum kesimleri olarak da, üretmeden parayla para kazanma çarpıklığının yerini, akılcı ve gerçekçi ekonomik ve sosyal hedeflerin alması sürecine desteğimizi arttırmak durumundayız. Aynı yolsuzluklarla mücadelede olduğu gibi, ekonomik mücadelenin kazanılmasının da, bütün toplum kesimlerinin kararlılığı ve çabasıyla doğru orantılı olduğu unutulmamalıdır.

Millet ve devlet olarak, 2002 yılına ilişkin temel parolamız, ümitsizlik değil ümit; kargaşa ve kavga değil, anlayış ve dayanışma; daralma ve işçi çıkartma değil, üretim ve ihracat olmalıdır.

Bu süreçte, meclisimiz ve hükümetimiz, kendi payına düşeni layıkıyla yerine getirmenin arayışını ve kararlılığını artırarak sürdürecektir. 2001’in son ayları içinde gözlenen iyileşme belirtilerinin 2002 yılında artarak devam etmesi için yeni tedbirler geliştirilecektir.

Bu çerçevede bugün önümüzde duran temel görevlerden biri de, ülkemizin yerli ve yabancı yatırımcılar açısından cazip bir hale gelmesi için bürokratik ve yasal engellerin olabildiğince ortadan kaldırılmasıdır. Türk müteşebbisinin girişimci ruhunu körelten mevzuat ve uygulamalar ayıklanarak ekonomik dinamizmin önünü açma zorunluluğu vardır.

Biliyor ve inanıyoruz ki, 2002 yılı içinde enflasyonu kontrollü bir şekilde düşürmeye devam edip, istikrarlı bir büyüme modelini kurumsallaştırdığımız takdirde, milletimiz 2001 yılının acılarını unutarak geleceğe daha ümitle ve heyecanla bakabilecektir.

Bizler, ekonomik dengeler yerli yerine oturup mali disiplin belirli ölçülerde sağlandığında, vergi sistemi ve oranlarının ekonomik gelişmeye ivme kazandıracak bir anlayışla yeniden gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyoruz.

Kısacası, millet ve devlet olarak başarıya hep beraber inanır, görevlerimizi sorumluluklarımızın idraki içinde yerine getirirsek, inanıyorum ki güzel bir gelecek daha çabuk gelecektir. Çünkü, ülkemizin ve dünyanın içinde bulunduğu şartlar, asgari müştereklerde birleşmeyi ve işbirliğini zorunlu kılmaktadır.

Ayrıca, hükümet üyeleri başta olmak üzere, bütün sorumluların verimli çalışma zeminini bozacak, bindiği dalı kesme anlamına gelecek yaklaşım ve hesaplardan özenle uzak durması gerekir. Milliyetçi Hareket’in istikrarın ve kalkınmanın kalıcı olması için gösterdiği titizlik ve gayret, bu açıdan herkese örnek olacak düzeydedir.

Kapanan fabrikaların, kriz çığırtkanlığının, işsizler ordusunun, gelir dağılımı çarpıklığının ve yoksullaşmanın Türkiye’nin ve Türk Milleti’nin gündeminden bir an önce çıkması gerekmektedir. Sorumluluktan kaçma, çözümü ve fedakârlığı sürekli başkasından bekleme, küçük hesapların esiri olma, gibi siyasi davranış kalıpları ile bunların üstesinden gelmek mümkün değildir.

Bunun için, Türkiyemizin hedefine varması, yetersiz kurumsal yapılarını dönüştürürken, bu tür çarpık siyasi zihniyetleri de dönüştürmesine bağlıdır. Türk Milliyetçilerini önümüzdeki dönemde bekleyen temel görevlerden biri de budur.

Herkes bilmelidir ki, sorunlar karşısında pes etmek ya da basit siyasi oyunlara pabuç bırakmak, Türk Milliyetçilerinin anlayışı da, alışkanlığı da değildir. Bundan önce olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır.

Konuşmama burada son verirken, hepinizin yeni yılda ülkemiz ve milletimiz için başarılı ve verimli çalışmalara imza atacağınıza olan inancımı ifade ediyor, saygılar sunuyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı