30.04.2002 - TBBM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
TBMM'de Grup Konuşması
30 Nisan 2002

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Konuşmama başlarken yüksek heyetinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.

Bilindiği üzere, Fransa'da ilk turu yapılan başkanlık seçimlerinde ortaya çıkan oy dağılımı, özellikle de ikinci tura katılmaya hak kazanan bir adayın siyasi söylemleri ülkemizde de bir dizi tartışmanın gündeme gelmesine yol açmıştır.

Bu çerçevede, demokrasilerin kendini koruma refleksinden seçim sistemlerinin etkilerine, Avrupa Birliği'nin iç bünyesindeki sıkıntı ve tartışmalardan Türkiye'nin üyeliğine kadar birçok konu ve sorun çeşitli zeminlerde ele alınmaya ve öneriler geliştirilmeye başlanmıştır.

Bunlar arasında, ülkemizin siyasi gündeminde daha önceleri yer almamış ve tartışılmamış bir konuya rastlamamak neredeyse imkânsızdır. Değişik gerekçe ve vesilelerle bu konuların büyük bir bölümünün medya ve siyaset platformlarında hararetli bir şekilde ele alındığı bilinmektedir.

Aslında bu durumda çok fazla şaşırılacak bir yan da yoktur. Çünkü, dünyanın bütün demokrasilerinde farklı sorun ve gelişmeler gibi, ortak sorun ve gündemlerin varlığı da gayet tabiidir.

Fransa'da vukuu bulan yeni siyasi gelişme ve tartışmaların ülkemizde de büyük yankı yapmasının başka bazı sebeplerinden de bahsetmek mümkündür.

Birincisi, cumhuriyetin beşiği kabul edilen ve güçlü bir demokrasi geleneği bulunan Fransa'da "Avrupa değerleri" ile ters düşen bir siyasi partinin başkanlık seçimlerinde ikinci tura kalmış olmasıdır.

Bir diğeri, demokrasi ve temel insanî değerlerle barışık olmayan bir siyasi partinin elde ettiği başarının diğer Avrupa ülkelerindeki benzer oluşumları tetikleyici bir işlev görme ihtimalinin bulunmasıdır. Böyle bir durumda, zaten Türkiye karşısında ön yargılı yaklaşımların baskın olduğu Avrupa Birliği nezdinde, üyeliğimizi daha da zorlaştıran bir sonucun doğması kaçınılmaz olacaktır.

Üçüncü olarak, demokrasilerin kendilerini koruma refleksiyle birlikte demokratik siyasetin sınırlarının nerede başlayıp bittiği meselesinin gündeme gelmesidir. Avrupa Birliği yönetiminin ve Birliğe üye ülkelerin dünyaya sürekli demokratikleşme öğütleri verdiği ve hatta demokrasi ihraç etme politikaları geliştirdiği bir zamanda kendi iç çelişkilerinin ortaya çıkması dikkat çekici olmuştur.

Son olarak, Le Pen'in Ulusal Cephe Partisi'nin tartışmalı konumu, ülkemizdeki rejim ve demokrasiye yönelik tehlikeler konusunun da tekrar ön plâna çıkmasına yol açmıştır.

Bu çerçevede, başta seçim kanunları olmak üzere, siyasi kurum ve kuralları yeniden dizayn etme düşüncesi zihinleri meşgul etmeye başlamış bulunmaktadır.

Muhterem Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Tartışma ve gelişmeleri bu şekilde özetledikten sonra, önemli bazı hususlara değinmek ve en son olarak ülkemizdeki seçim sistemi tartışmalarına temas etmek istiyorum.

Öncelikle, Fransa'da yapılan seçimlerden hareketle Avrupa'ya ve Avrupa Birliği'nin geleceğine dair birkaç noktanın altını çizmeyi gerekli görüyorum.

Unutulmamalı ki, Batı Avrupa demokrasileri "ırkçı-popülist", özellikle de "yabancı düşmanlığı" görüşleri ile bilinen bir siyasi oluşumla ilk kez karşılaşıyor değildir.

Hem Fransa'da, hem diğer Avrupa ülkelerinde açıkça ya da örtülü biçimde benzer görüşleri savunan bir çok siyasi parti bulunmakta ve seçimlere katılmaktadır. Özellikle son yıllarda bu tür siyasi partilerin giderek güçlendiği ve seçim başarıları elde etmeye başladığı görülmektedir.

Bunun da ötesinde, bir çok Avrupa ülkesinde yabancı işçi ailelerine ve sığınmacı nüfusa karşı sık sık şiddet eylemleri düzenlenmekte, dernek binaları, konutlar ve iş yerleri kundaklanmaktadır. Bu tür ırkçı şiddet eylemlerinin ağırlıklı olarak da Türk nüfusa karşı yoğunlaştığı gözlenmektedir.

Kısacası, ırkçılık ve buna dayalı şiddet, Batı Avrupa ülkeleri ve demokrasilerinin zaaflarından biri olarak ağırlığını korumaktadır.

Fransa'da Le Pen krizinin patlak vermesinin hatırlattığı ve üzerinde ilk önce durulması gereken mesele budur. Evrensel bir statü de atfettikleri "Avrupa değerleri"nin varlığı ve yaşaması için bu gereklidir. Aksi takdirde, kendi içinde büyük çelişkiler barındıran, küresel iddia ve misyonunun içini doldurmakta zorlanan bir "Avrupa imajı"nın daha ağır basacağı kesindir.

Ulusal Cephe Partisi ve benzerlerinin siyasi gelişme trendleri ile birlikte iki noktanın daha ön plana çıktığı görülmektedir.

Bunlardan birincisi, Batı demokrasilerinde de temsil krizinin yaşandığı ve halkın siyasete ilgisizliğinin düz bir çizgi izlemese bile devam ettiği gerçeğidir. İkincisi ise, Avrupa Birliği'nin yönetim biçiminin ve politikalarının Birliğin kurucu ve öncü ülkelerinde de halkın tepkisini giderek daha fazla çekiyor olmasıdır.

Avrupa Birliği yönetim yapısının daha çok demokratik olması ile daha etkin olması arasındaki siyasi ve kurumsal tercihlerin bu tartışmaları hızlandıracağı görülmektedir. Birliğin bürokratik yapısı ile politikalarının yarattığı olumsuzlukların, ileride Birlik yönetiminin başını çok daha fazla ağrıtacağı anlaşılmaktadır.

Çalışmaları devam eden Avrupa Konvansiyonu'nun Birliğin gelecekte alacağı şekille ilgili kararlarında bu gelişmelerin de etkili olması kaçınılmazdır. Avrupa Birliği'nin bir "Avrupa ulus-devleti" olmaktan çok, "ulus devletlerin anlamlı birlikteliği" esası üzerinde yükselebileceği ortaya çıkmaktadır.

Bunun yanında, Birlik yönetiminin, ister sosyal, isterse ırkçı saikler ağır bassın, kendisine yönelen muhalefetin yükseliş trendini durdurmak için toplumsal politikalara ağırlık vermesi gerekecektir.

Ülkemizin de Avrupa Birliği üyeliğini önemseyen her çevrenin, bu konular üzerinde de düşünmesi ve öngörülerde bulunmasının önemsiz bir ayrıntı değil, bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Hatırlanacağı üzere, Milliyetçi Hareket Partisi, gerek Avrupa Birliği'nin yapısı ve iç sorunları, gerekse Türkiye'nin üyeliği konuları gündeme geldiğinde bu noktalara da sürekli dikkat çekmiştir. Ancak, meseleyi "AB karşıtları-yandaşları" gibi basit ikilemlere hapsetmekten medet umanlar, gerçekçi ve çok yönlü yaklaşım çağrılarını, ya görmezden gelmişler ya da bu tür bir indirgemeci mantığın sınırları içine çekmeye çalışmışlardır.

Bu vesileyle çağrımızı tekrarlıyor ve her uluslararası meselede ve milli çıkarımızın bulunduğu her konuda bütün siyasi partileri ve ilgili kurumları daha dikkatli ve gerçekçi olmaya davet ediyoruz.

Unutulmamalı ki, Avrupa Birliği'ne üyeliğimiz meselesi, günlük siyasi çekişmelerde bir dolgu malzemesi olarak kullanılabilecek sıradan bir konu ve alan değildir. Türk milleti ve devletinin geleceğini ve hayatiyetini yakından ilgilendiren önemli hedef ve konulardan biridir. Bu gerçeğin böyle bilinmesinde ve kabul edilmesinde, ülkemiz ve milletimiz açısından sayısız yarar vardır.

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Partimizin, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde ortaya koyduğu görüş ve önerileri şu üç ana başlık altında toplayıp özetlemek mümkündür:

1-Avrupa Birliği yönetimi nasıl bir Avrupa ve Dünya tasavvur ettiğini artık netleştirmeli ve bunu da deklare etmelidir.

2-Böyle bir Avrupa Birliği projesi içinde Türkiye'nin yerinin ne olduğu açıkça belli olmalıdır. Bu çerçevede ülkemizin önüne gerçekçi, inandırıcı ve samimi bir perspektif, dolayısıyla müzakere takvimi konmalıdır.

3-Avrupa Birliği yönetimi, başta Kıbrıs, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası ve terörizmle etkin mücadele olmak üzere, ülkemizle olan ilişkilerinde somut adımlar atmalı, Türkiye'ye karşı önyargılı ve ayrımcı yaklaşımlardan vazgeçmelidir.

Ülkemizin Birlik yönetimiyle olan ilişkilerinin, ister yakın, isterse uzak geçmişine bakılsın, temel sıkıntıların ve tartışmaların genellikle bu üç noktada düğümlendiği görülecektir.

Geçen birkaç yıllık zaman dilimi içinde, terör örgütü mensuplarının birçok kez Avrupa Parlamentosu'nu bastığı, Birlik belgelerinde Türkiye'ye karşı yapılan "gaf"ların, daha doğrusu çirkinliklerin sayısının bile artık hatırlanmadığı yalın bir gerçek değil midir?

Bir Birlik bürokratının terör örgütüne gönderdiği mektubun muhtevasını, Avrupa Komisyonu'nun haritalarında yer alan terör örgütü amblemleri rezaletini "dikkatlerden kaçmış" gerekçesiyle izah etmek nereye ve ne zamana kadar mümkün olacaktır?

Yine, Le Pen'e tepki gösteren Avrupa Parlamentosu'nda, terör örgütü mensuplarının cirit atmasını anlamak imkânsızdır. Daha da önemlisi, bu gerçek ortada dururken, terör örgütü mensubu ve destekçilerinin siyasi özgürlüklerini garanti altına almayı Türkiye'den sürekli talep etmek, hangi demokrasi ve dostluk anlayışına sığmaktadır?

Sözün kısası, "Irkçılık hayaleti"nin Avrupa üzerinde dolaşmaya başlaması karşısındaki tedirginlik ve tepkiler ortada iken, Türkiye'nin tam 15 yıl boyunca yaşadığı yoğun terör olgusu karşısında bırakınız destek olmayı, anlayışla bile karşılamayanların iyi niyetinden şüphe etmemek mümkün müdür?

Avrupalı muhataplarımız ve dostlarımız bu sorular üzerinde de düşünmeli, Türkiye'ye daha fazla haksızlık yapmaktan bir an önce vazgeçmelidir.

Ülkemizde, demokratik ve insanî söylemleri içeriğini çarpıtarak da olsa sürekli tüketenlerin ve Avrupa meselesine objektif gözle bakamayacak kadar angaje olmuş çevrelerin, özellikle dikkat etmesi gereken bir hususa daha işaret etmek yararlı olacaktır.

Bugün, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesine karşı çıkan ve yabancı düşmanı tezler ileri sürdüğü için hakkında haklı olarak kampanyalar açılan Le Pen'e gösterilen tepki, ne yazık ki benzer söylemleri dillendiren diğer tanınmış Avrupalı politikacılara gösterilmemektedir.

Le Pen'in Türkiye karşıtı söylemlerinin, bugün Avrupa Konvansiyonu'nun başında bulunan ve Hristiyan demokrat siyasetin duayenlerinden kabul edilen Valery Giscard d'Estaing'in "Türkiye Avrupa dışı ülkedir, Birlik içinde yeri yoktur" söylemlerinden farkı nedir?

Görüldüğü gibi, Avrupa bünyesindeki Türkiye karşıtı yaklaşımlar ve önyargılar, maalesef güçlü ve yaygın bir boyuta sahiptir. Bunun için, gerek Birlik yönetiminin, gerekse ülkemizdeki ilgili çevrelerin konu üzerinde titizlikle durması gerekmektedir.

Aksi takdirde, sadece ülkemize haksızlık yapılmasının önüne geçmek değil, ırkçılık siyasetinin yaygınlaşmasının yaratacağı tehlikeleri önlemek de giderek imkânsızlaşacaktır.

Kıymetli Milletvekili Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Konuşmamı seçim kanunu tartışmalarına temas ederek tamamlamak istiyorum.

Ülkemizde modern siyasi hayatın başladığı ilk yıllardan bugüne kadar geçen 125 yıllık dönem boyunca, anayasanın, seçim ve siyasi partiler kanunlarının sürekli olarak tartışmalara ve eleştirilere konu edildiği bilinmektedir.

Bu tür tartışma ve eleştirilere biraz yakından bakıldığında, dönemsel olarak değişiklikler arzetse bile, bazen anayasalara, bazen de seçim ve siyasi partiler kanunlarına, demokrasinin ve hatta Türkiye'nin kurtarıcılık misyonunun yüklendiği görülmektedir. Bugün yürütülen tartışma ve önerilerde de zaman zaman bu yaklaşımın izlerine rastlanmaktadır.

Böyle bir bakış açısı, özellikle iki bakımdan temelden sakat ve yanlıştır. İlk olarak, herhangi bir siyasi kurallar manzumesinin herhangi bir ülke ve demokrasinin tek başına kurtarıcısı olması mümkün değildir. İkinci olarak, anayasalara, seçim ya da siyasi partiler kanunlarına böyle bir rol yüklemenin en büyük zararını yine ve öncelikle demokrasinin kendisi görmektedir.

Çünkü, böyle bir ortamda uygulamalardan arzulanan sonuçlar alınamadığı ölçüde siyasi kurallara karşı gelişen tepki, kolayca siyasi kurumlara ve demokrasiye de sirayet edebilmektedir. Sonuçta, demokrasiyi koruma ya da geliştirme adına yapılan değişiklikler, ilk önce demokrasinin kendisine zarar vermeye başlamaktadır.

Ayrıca akıldan çıkarmamak gerekir ki, siyasi sistemimizde ve pratiğimizde ortaya çıkan tartışma ve sorunların kaynağı tek başına seçim kanunu olmadığı gibi, kurtuluş yolu da tek başına yeni bir seçim kanunu da değildir.

Bunlara ilave olarak, siyasi iktidarların seçim dönemlerinin başında sistemle oynama alışkanlıklarının ülkemizdeki seçim tartışmalarını ve adaletsizliklerini beslediği unutulmamalıdır.

Bu basit ama temel gerçekler gözardı edildiği takdirde, Türk demokrasisi sürekli olarak seçim kanunu öğütmeye ve bir meşruluk tartışmasından diğerine sıçramaya devam edecektir.

Yine altını çizmek gerekir ki, siyasette sorumluluk, tutarlılık ve dürüstlük gibi temel erdemlerin yokluğu veya zayıflığı durumunda sağlıklı ve güçlü demokrasiler inşa etmek imkânsızdır. Çünkü siyasi krizlerin varlığı ve sürekliliği ile siyasi erdemlerin hakim olmaması arasında çok yakın bir ilişki bulunmaktadır.

Hem geçtiğimiz bir-iki yıl içinde, hem de bu yılın başında gündeme gelen Türk Ceza Kanunu'nun 312. maddesi tartışmaları bu açıdan da önem arzetmektedir. Bu tartışmalar esnasında sürekli vurguladığımız hususlardan birini de, tutarlı ve sorumlu siyaset anlayışının önemi ve benimsenmesi oluşturmuştur.

Toplum yönetiminde söz ve sorumluluk sahibi olanların, her aklına geleni dillendirdiği, milli ve toplumsal duyarlılıkların göz ardı edildiği, her türlü manevi değeri kolayca istismar ettiği bir siyaset zemininde sağlıklı bir rekabet sürecinin ortaya çıkması imkânsızdır. Bir de, bu tür anlayış ve yaklaşımların çeşitli gerekçelerle olumlandığı düşünüldüğünde sorunları aşmanın ve çözüm üretmenin iyice zorlaşması kaçınılmazdır.

Bütün bu değerlendirmelerden sonra seçim sistemi tartışmaları bağlamında bazı sonuçlar çıkarmak mümkündür.

Seçim Kanunları, siyaset kurumunun oluşumu ve işleyişini belirleyen ana kurallardan biridir. Bunun için de, güncel bazı gelişmelere ve şikayetlere bağımlı olarak ele alıp değiştirmek faydadan çok zarar verir.

Hiçbir seçim sisteminin mükemmel işleyen bir siyasi hayatı öngörmesi ve biçimlendirmesi mümkün değildir. Diğer bir deyişle, bugüne kadar kusursuz bir seçim sistemi icat edilmemiştir. Yine, dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde bütün siyasi aktörlerin ve toplumun üzerinde tamamen uzlaştığı bir seçim sistemi bulunmamaktadır.

Yarı başkanlık rejiminin en önemli ve başarılı örneğini oluşturan Fransa'da iki turlu seçim sisteminin, bir taraftan rejimin ve demokrasinin garantörü olduğu kabul edilirken, diğer taraftan demokratik ve insani değerlerle barışık olmayan siyasi oluşumların potaya girmesine de zemin hazırlayabildiği ortaya çıkmıştır.

Başkanlık rejiminin ve çoğunluk sisteminin ideal tipi kabul edilen ABD'nde en son başkanlık seçim sürecinde yaşanan sıkıntı ve tartışmaların ciddi meşruiyet sorununa kaynak teşkil edebileceği görülmüştür.

Ülkemizde yeniden gündeme gelen iki turlu seçim sistemine, bu ilke ve tecrübeler ışığında yaklaştığımızda böyle bir tercihin zannedildiği gibi çok gerçekçi ve anlamlı temellere dayanmadığı ortaya çıkmaktadır.

Değişik ülkelerdeki uygulamaları, iki turlu seçimlerin halkın ilgi ve katılımının düşmesine yol açtığını ortaya koymaktadır.

Yine, ikinci turun sonucunda ortaya çıkan tercihler yüksek oranlara ulaşmakta, ancak seçmen iradesinin doğrudan temsilini yansıtmamaktadır. Diğer bir önemli nokta, iki turlu seçim sistemi etnik, dîni veya bölgesel bloklaşmaları teşvik eden, dolayısıyla tehlikeli kutuplaşmalara ortam hazırlayan bir mekanizmayı ifade etmektedir.

Ayrıca, ayrılıkçılık tehlikesinin bulunduğu ve siyasi bölünmüşlüğün arttığı Türkiye gibi ülkelerde iki turlu seçim sisteminin siyasi yelpazeyi toparlayıcı bir sonuç doğurması, ya çok uzun bir zamana ya da mucizelere bağlıdır.

Bugün ülkemizde seçim sistemi karşısında seçmen beklentileri ve talepleri üzerine yapılan araştırmalar da, ülke ve toplum olarak yaşadığımız sıkıntılara ve açmazlara işaret etmektedir. Halkımızın büyük bir çoğunluğunun siyasi partiler sistemi gibi, seçim sisteminden de şikayetçi olduğu görülmektedir.

Ancak, sıra yeni sistem tercihi aşamasına geldiğinde ayrışma ve farklılaşma kendini hemen belli etmektedir. Örneğin, mevcut seçim sistemi, hem toplumsal eğilimleri adaletli biçimde yansıtmadığı, hem de güçlü ve istikrarlı hükümetlerin oluşmasını sağlayamadığı için aynı ölçüde eleştirilmektedir.

Sonuç olarak vurgulamak isterim ki, iki aşamalı seçim sistemi de, gerek Türk demokrasisinin sorunlarına derman olacak, gerekse toplumun talep ve beklentilerine tam olarak cevap verebilecek bir sistem değildir. İki turlu seçim sistemi de, artıları kadar önemli zaafları da bulunan bir sistemi ifade etmektedir.

Ülkemizin sosyo-kültürel, ekonomik ve siyasi yapısı dikkate alındığında bu sistemin zaaflarının daha fazla ön plana çıkacağını tahmin etmek zor değildir.

Mevcut seçim ve siyasi partiler sistemimizin bu zamana kadar ortaya çıkan aksaklıklarını ve genel kabul görmüş önerileri değerlendirmek amacıyla, partiler arasında özel bir komisyon oluşturularak konunun ele alınması daha gerçekçi ve akılcı bir yol olacaktır.

Türk siyasetinin, bu yasama döneminde Anayasa değişikliği sürecinde yaşanan uzlaşma örneğinde olduğu gibi, seçim ve siyasi partiler kanunlarında da benzer bir başarıyı ortaya koyması mümkündür.

Ancak, unutulmamalı ki, Türk siyasetçisinin ve medyasının seçim sistemi değişikliğinden önce, görev ve sorumluluklarının idrakî içinde hareket etme yeteneğini geliştirmesi daha çok önem taşımaktadır.

Bu duygu ve düşüncelerle yüksek heyetinizi bir kez daha saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı