Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 4 Aralık 2012
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
4 Aralık 2012

 

Değerli Milletvekilleri,

Muhterem Misafirler,

Sayın Basın Mensupları

Bu haftaki Meclis grup toplantımızın başında hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Bir milletin huzuru, bir ülkenin gelişmişlik düzeyi en başta, toplumsal adaletin etkin çalışmasına, gelirin dengeli dağılımına, sosyal yardım ve gözetim kanallarının açık olmasına bağlıdır.

Toplumsal işbirliği kompozisyonuna aktif olarak iştirak eden eşit, saygın ve özgür fertlerin; herhangi bir ayrımcılık, dışlayıcılık veya farklılık ağına takılmadan sunulan her türlü kamusal imkânlardan istifade etmeleri sosyal ve siyasal bütünlük için çok önemlidir.

Müşterek hedeflerde buluşmanın, ortak gayelerde birleşmenin, geçmişteki beraberlikleri geleceğe taşıma heyecanın kaynağı bu bütünlükte saklıdır.

Sağlıklı toplum yapısı, istikrarlı devlet nizamı, mutlu millet hayatı her şeyden önce insanımızın müreffeh ve kendi kendine yeter hale gelmesiyle doğru orantılıdır.

Bunun için sosyal, ekonomik ve siyasal temelli noksanlıkların giderilmesi, makul ve kabul edilebilir sınırlara çekilmesi lazımdır.

Her insanımızın fırsat eşitliği kapsamında, imkân ve kaynaklara hakkaniyet dairesinde ulaşabilmesi birçok sorunun bertaraf edilmesine doğal olarak katkı sağlayacaktır.

Ancak bazı durumlar, bazı insani haller vardır ki, bunlarla başa çıkabilmek, bunların neden olduğu eşitsizlikleri kapatabilmek için müdahil ve müdahaleci olmak mutlaka gereklidir.

Engelli olmak yalnızca bunlardan birisi ve başlıcasıdır.

Dün idrak ettiğimiz 3 Aralık Dünya Engelliler Günü engellilik ve engelliler üzerinde hepimize derinlemesine düşünme fırsatı vermiştir.

Elbette engellilerin hatırlanması, onların sorun ve beklentilerinin konuşulması yılın bir gününe sıkıştırılmamalıdır.

Şu kadarını söylemeyim ki, bir insanın engelli olması onun bir eksikliği ve handikabı olarak görülmemelidir.

Engelli olmanın ortaya çıkardığı olumsuzluklara teslim olmak, bunlara göz göre göre kayıtsız kalmak hiçbir şekilde doğru ve ahlaki değildir.

Bize göre asıl engel, engelliyi dikkate almamak, engeliyle birlikte yaşama mücadelesi verenleri görmezden gelmektir.

Engellilerin millet ve devlet hayatına yaptıkları ve yapacakları olumlu katkıların her zaman farkında olarak, layık oldukları ilgi ve yakınlığı göstermek sosyal denge ve insani sorumluluk bakımından muhakkak ki elzemdir.

Doğuştan yâda sonradan herhangi bir nedenle bedensel, zihinsel, ruhsal, duyusal ve sosyal yeteneklerini kaybeden birisinin toplum hayatına uyum sağlama ve günlük ihtiyaçlarını karşılama güçlükleri hepimizin bir meselesi olmalıdır.

Konuşmamın başında temas ettiğim toplumsal adalet bir nebzede olsa bu şekilde tesis edilecektir.

Engeli olan, engeliyle soluk alıp veren bir kişinin, sırf bu özelliğinden dolayı ayrımcılığa maruz kalması evvela insanlık onuruyla bağdaşmayacak, insanlık değerleriyle örtüşmeyecektir.

Bunun önüne geçebilmek için engellilerin insan olmaktan kaynaklanan hakları güçlendirilerek koruma altına alınmalıdır.

Biliyoruz ki, Türkiye’de milyonlarca engelli kardeşimiz, birçok güçlüğe rağmen ayakta kalma ve hayata tutunma kavgası vermektedir.

Bu saygıyı ziyadesiyle hak eden azmi buradan takdirle karşıladığımı ifade etmek istiyorum.

Ne var ki, engelli vatandaşlarımızın toplumsal sisteme eşit bireyler olarak katılmalarının önündeki maniler hala devam etmektedir.

Muhatap kaldıkları insan hakları ihlalleri henüz bütünüyle yok edilmemiştir.

Engelli kadınlarımızın, engeli bulunan kızlarımızın hem ev içinde hem de ev dışında şiddete, istismara, baskıya, ihmale, ihmalkâr ve kötü muamelelere çaresizce katlanmak zorunda kalmaları skandal düzeyde halen sürmektedir.

Medya vasıtasıyla şahit olduğumuz bu utanç tablosu ve üzüntü verici hadiseler hükümet için ikaz edici olmalıdır.

Bir insana herhangi bir yetersizliğinden yararlanarak şiddet uygulamak alçaklığın ve ahlaksızlığın en kesif örneğidir.

Böylesi rezillerin, insanlığı iflas etmiş kişiliklerin vicdanları her yönüyle engelledir ki, bunun da tedavisi kesinlikle bulunmamaktadır.

Engelli kardeşlerimizin sorunlarının giderilmesi, kabaran beklentilerinin karşılanması AKP hükümetinin en belirgin hedefi olmalıdır.

Kendi seçimlerini yapma özgürlüğü de dahil olmak üzere, engelli kardeşlerimizin bireysel varlıklarının ve bağımsızlıklarının önemi hala dar ve güdük zihinlerde kabullenilememiştir.

Bu kardeşlerimiz rahat bir nefes almadan, önlerine dikilen çeşitli engeller kaldırılmadan gelişmişlikten ve huzurdan bahsetmek suya yazı yazmak manasına gelecektir.

Elbette engelli kardeşlerimizle ilgili yapılan çalışmaları ve değerli hizmetleri yok farz etmemiz mümkün değildir.

Anayasa değişikliğiyle, engelli kardeşlerimize getirilen pozitif ayrımcılık, engellilerimizin istihdamı, sosyal hayata etkin katılımları ve eğitimleri konusundaki düzenlemeler, yeterli olmasa da, 2011 yılında kamu ve özel sektördeki engelli istihdamının 38 bin 349’a ulaşması olumludur.

Sayıları 100’e yaklaşan Engelsiz Yaşam Merkezleri ile engelli kardeşlerimize evlerinde veya özel bakım ünitelerinde sunulan hizmetlerin devlet tarafından üstlenilmesi sevindirici adımlar arasındadır.

Bunların daha artması ve yaygınlaşması kesin olarak sağlanmalıdır.

Üstelik engelli mevzuatında yapılması gündemde olan değişiklikler de yerindedir.

Fakat bunlarla yetinecek, bunlarla avunacak halimiz olmadığını da AKP zihniyeti iyi bilmelidir.

Kamu kurumlarında, istihdam için ayrılan yüzde 4’lük engelli kontenjanına riayet edilmediği, bu orana uyulmadığı gelişmelerden anlaşılmaktadır.

Bunun yanında, engelli kardeşlerimize yönelik çabaları, yapılması zaten gerekli olan çalışmaları lütuf gibi gösteren iktidar uyanıklığını da hasbi bir duruş olarak görmediğimizi yeri gelmişken söylemek istiyorum.

Gerek Parti Programımızda, gerekse de 2011 Seçim Beyannamemizde, engelli kardeşlerimizle ilgili öneri ve düşüncelerimizi ayrıntılarıyla gündeme getirmiştik.

Bizim için, engellilerimizin toplumla bütünleşerek, başkalarının yardımına muhtaç olmadan hayatlarını idame ettirebilmeleri, eğitimlerine ve sosyal yaşantılarına normal olarak devam edebilmeleri için fiziki ve sosyal çevrenin oluşturduğu engellerin kaldırılması son derece ehemmiyet arz etmektedir

Bunun için gerekli alt yapı ve teknolojik imkanların artırılarak, imar mevzuatının engelli kardeşlerimizle ilgili hükümleri etkin olarak uygulanmalıdır.

Ve temel hak ve özgürlüklerinden tam yararlanmalarını teşvike yönelik gayretlere cinsiyet eşitliği perspektifinin de eklenmesi bizim düşüncelerimiz arasındadır.

Engellilerimizin çoğunluğu yoksulluk şartlarında yaşadığından, bu olumsuzluğun üzerlerindeki derin izlerini azaltmak maksadıyla tedbir geliştirmek, sosyal yardım ve dayanışma eğilimlerini artırmak aciliyeti olan bir konudur.

Biz parti olarak engelli kardeşlerimizin lehine olacak her kararın, her uygulamanın ve her iyi niyetin yanında duracağımızı bu vesileyle bir kez daha bildirmekte fayda görüyorum.

 Hepimizin bir engelli adayı olduğu gerçeğinden yola çıkarak engelliliğin neden olduğu problemleri çözmek ve engelli kardeşlerimize sevgi ve ilgiyle yaklaşmak aynı zamanda insani ve aynı zamanda da İslami bir tutum olacaktır.

Buradan yurdumun her köşesindeki engelli kardeşlerimi en içten duygularımla selamlıyor, hepsine sevgi ve saygılarımı sunuyor, bizim için önemlerinin çok büyük olduğunu vurgulamak istiyorum.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Türk kadınının seçme ve seçilme hakkını elde edişinin 78’nci yıldönümü yarın gururla kutlayacağız.

5 Aralık 1934 tarihinde alınan bir kararla kadınlara siyaset yapma ve siyasal karar süreçlerine katılma hakkı tanınması demokrasi kültürünün kurumsallaşması ve demokrasi bilincinin yaygınlaşması açısından eşsiz fırsatlar sağlamıştır.

Türk kadının birçok Avrupa ülkesinden daha erken bir dönemde seçme ve seçilme hakkına ulaşması her yönüyle büyük bir kazançtır.

Avrupa Birliği ülkelerinden Fransa’nın 1944, İtalya’nın 1946 ve İsviçre’nin de 1971 tarihinde bu hakkı kadınlara vermesi dikkate alındığında, Türk Cumhuriyeti’nin 11.yılındaki demokratik miladın farkı daha iyi anlaşılabilecektir.

İnsanlık tarihine kabaca göz attığımızda bile, kadınların seçme ve seçilme hakkına kavuşmasının ne kadar zorlu ve ne denli çetin aşamalardan geçtiğini net olarak görebilmemiz mümkündür.

Kadınlara ilk defa seçme hakkının 1893 tarihinde Yeni Zelenda’da verildiğini; hem seçme, hem de seçilme hakkının da ilk kez 1906 yılında Finlandiya’da tanındığını göz önüne aldığımızda, geldiğimiz bugünkü seviyenin önemi daha iyi fark edilebilecektir.

Milli mücadeleyi yürüten ve Cumhuriyet’i kuran kadro, Samsun’dan Ankara’ya kadar gösterilen olağanüstü ve hayranlık verici mücadelede demokratik temsilin her zaman şuurunda olmuş, izleyen yıllarda bunun önemine artan bir biçimde inanmıştır.

Bu yüzden Cumhuriyet’in kuruluşundan 7 yıl sonra Türk kadını belediye seçimlerine katılma hakkını elde etmiştir.

Türk milletinin bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinde yeri doldurulamayacak bir misyon üstlenen, sembolleşen fedakarlıklarıyla gönüllere taht kuran kadınlarımızın 5 Aralık 1934 tarihinde milletvekili seçme ve seçilme imkanını elde etmesi zamanın şartları bakımından muazzam bir gelişmedir.

Böylelikle sadece yönetilen değil yöneten, yönlendiren ve yön veren bir konuma çıkan kadınlar Türk siyasetine incelik, nezaket ve değer katmıştır.

Bu tarihi adım ve karara sevinsek de, kadınların geçmişte cinsiyet ayrımcılığına uğramaları, insan olmalarından kaynaklanan haklarına gecikmeyle ulaşmaları gayet tabii çok düşündürücüdür.

Bilhassa muhterem ecdadımızın kadına verdiği kıymetin, kadını ön plana alan yaklaşımlarının, devlet ve toplum hayatına dâhil etme konusundaki ısrarlarının unutulduğu, ikinci plana itildiği dönemler ne yazık ki yaşanmıştır.

Bu itibarla Türk kadınına layık olduğu siyasal haklarının daha fazla bekletilmeden verilmesi bir yönüyle ertelenmiş ve hasıraltı edilmiş insani itibarının iadesi olarak da görülmelidir.

Geçmişte yeri gelince cephelere mermi taşıyan, yeri gelince silah tutan, yeri gelince de evinde annelik yapan ve üretim sürecine aktif olarak katılan kadınlarımızın içinde yaşadığı ülkeyle ilgili karar ve tercihlerde bulunmaları en tabii haklarıdır.

Bu açıdan kadınlarımızın seçme ve seçilme imkânına kavuşması Türk demokrasisi için bir dönüm noktasını teşkil etmiştir.

Sadece buna bakarak kadınlarımızın sorunlarının çözüldüğünü iddia etmek mümkün değildir.

Ne acıdır ki, hala kadınlarımız şiddet kurbanı olmaya devam etmektedir.

Farklı sebeplere dayalı şiddet ve cinayet haberlerinin arkası bir türlü kesilmemektedir.

Her gün gazete ve televizyonlarda ya bir ölüm haberi ya da bir tecavüz vakasına rastlanmaktadır.

TBMM’nde 8 Mart 2012 tarihinde kabul edilen ve 20 Mart 2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren, bizim de destek verdiğimiz; “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”un pratikte henüz caydırıcı olamadığı anlaşılmaktadır.

Bu çağda, böylesi bir insanlık zamanında kadınları hedefine alan saldırganlıklara, canice girişimlere, gözü dönmüşlüklere şahit olmak son derece kaygı vericidir.

Kadınlara yönelmiş her türlü nefret, şiddet ve öfke dalgası lanetlenmeye müstahak olup, asla cezasız ve karşılıksız bırakılmamalıdır.

Zira bu meyanda işlenen suçlarda azalma olmadan, kadınlar emniyetli hale gelmeden, şiddet haberleri kesilmeden gelişmiş ve kalkınmış bir ülkeden bahsedilemeyecektir.

Kadınlarımızın sosyal, ekonomik ve siyasal alandaki belirleyiciliği olması gereken düzeye çıkarılmadan güçlü, istikrarlı ve sözü dinlenen bir Türkiye tablosuna ulaşmak imkânsızdır.

Kadınlar yalnızca belirli zamanlarda hatırlanmamalı, belirli tarihlerde sorunlarına kafa yorulmamalıdır.

Artık günümüz, cinsiyet farklılığının inceldiği, insan olmanın her şeyin önüne geçtiği bir döneme doğru hızla gitmektedir.

Nitekim doğal ve doğru olanı da budur.

Kadın hakkını bir insanlık onuru şeklinde görmeden, kadınları toplumun saygın ve eşit üyeleri olarak kabul etmeden ve her alanda kadın elini, kadın varlığını hissetmeden ileriye gitmek hayalden öte bir anlam taşımayacaktır.

İnanıyorum ki, Türkiye’nin geleceği kadınlarımızın üstleneceği yapıcı role, verecekleri değerli çalışmalara yakından bağlıdır.

Bu itibarla parti olarak her zaman kadınlarımızın yanındayız, her şart altında Türk kadının hak ve hukukunu savunmaya kararlıyız.

Siyasetten ticarete, sanattan spora, sosyal hayattan kültürel alanlara kadar kadınların var olan sorunları çözülmeli ve hak ettikleri toplumsal statüye ulaşmaları sağlanmalıdır.

Milliyetçi Hareket Partisi bunun için her yardım ve desteği verecek, sorumlu ve duyarlı hareket etmeyi hevesle sürdürecektir.

Bu düşüncelerle Türk kadınına seçme ve seçilme hakkının 78.yıldönümünde, aramızda bulunan hanımefendiler başta olmak üzere, ülkemizin her tarafındaki kadınlarımızı kutluyor, hepsine sağlık, mutluluk ve esenlik içinde geçecek bir ömür diliyorum.

 

Değerli Arkadaşlarım,

“İyi şeyler olacak” denilerek üç yılı aşkın süredir atılan yapay adımların, samimiyetsiz çıkışların, bereketsiz tekliflerin geldiği noktada iyi şeylerden söz etmek mümkün değildir.

Görülmektedir ki,

√       Biteceği söylenen terör azmıştır.

√       Kandil kadrolarına şehir teröristleri dâhil olmuştur.

√       Kardeşliğimiz ağır hasar almıştır.

√       Habur, Oslo ve İmralı üçgeninde taviz ve teslimiyet resmileşmiştir.

√       Analar ağlamasın propagandası çökmüştür.

√       Önce Demokratik Açılım ve arkasından Milli Birlik ve Kardeşlik olarak isimlendirilen yıkım projesi ayrışma ve husumet doğurmuştur.

√       PKK talepleri bir bir cevaplanmış, bölücülük dirilmiş ve canlanmıştır.

√       Şehitler gelmeye, ocaklar kararmaya, feryatlar yükselmeye devam etmiştir.

Ve bunların hiçbirisi ne müjdelenecek iyi bir şeydir, ne de sözde fırsat yılı ilan edilen 2009 yılındaki rezaletlerin ve sonraki yılların üstünü örtmeye yetecektir.

İmralı canisi ile hükümet arasındaki kanlı, barutlu, taşlı sopalı pazarlıklar Başbakan Erdoğan ve hükümetinin maskesini düşürmüş ve aziz milletimiz acı gerçeklerle ve sorumlularıyla üst üste tanışmıştır.

Adalet ve Kalkınma Partisi;

√       Hala Habur’u kutsamakta, Habur’daki terörist teslim törenlerini özlemektedir.

√       Hala kanın durmasını müzakereye bağlamakta, İmralı’dan himmet beklemektedir.

√       Hala Kandil’in tehditlerine, terör örgütü mensuplarının küstahlıklarına kulaklarını tıkamaktadır.

AKP için İmralı çözüm adresi, peşmerge reisi tek müttefiktir.

Şu ilkelliğe bakınız ki, terör örgütünün diklenmeleri, canilerin şımarıklıkları sürekli alttan alınmaktadır.

Ama konu şehit yakınları olduğunda AKP ceberut kesilmekte, sertlikte sınır tanımamaktadır.

Geçtiğimiz günlerde, bir başbakan yardımcısının, 5 Eylül 2012 tarihinde, Afyonkarahisar’da meydana gelen mühimmat deposu patlamasında kaybettiğimiz aziz şehidimiz Tolga Taştan’ın muhterem annesine yönelik üslubu bunu bir kez daha ortaya koymuştur.

Şehidimizin annesi muhterem Zekine Taştan Hanımefendi’nin Başbakan Yardımcısı tarafından terslenmesi, şehit anasına saygısızlığın ve vicdansızlığın suçüstü halidir.

PKK’ya ağlayan, şehit analarını azarlayan bu kalpsizliğin bize göre hiçbir bahanesi olamayacaktır.

Açlık grevine girenlere merhamet abidesi kesilen, ölen teröristlere ağlamayanları insanlıktan çıkaran çürümüş emniyet müdürüne destek veren söz konusu başbakan yardımcısının, şehit analarını hakir görmesi kendi seviye ve seciyesindeki düşüklüğün net delilidir.

Bu zihniyet sahipleri; Ermeni’ye ağlar, Rum’a ağıt yakar, işgalciye el sallar, hainlere umut sağlar da; ama sıra şehitlerimize, askerlerimize ve polislerimize geldiğinde vicdanlarını Kandil basmasıyla sarmalamaktan katiyen kaçınmazlar.

PKK’ya ve kanlı eylemlerine ses çıkaramayanların, hıncını ve öfkesini şehit yakınlarına yöneltmeleri neresinden bakarsak bakalım zalimlik olduğu kadar da patolojik vakadır.

Şehitleri, birkaç Mehmet diyerek küçümseyen, onların emanetlerine sudan sebeplerle kızanların olsa olsa ya duygularında bir bulanıklık veya niyetlerinde bir sakatlık olacaktır.

 

Değerli Milletvekilleri,

Diziyle itişen, tiyatroyla cebelleşen, sanatçıyla çekişen, sporcuyla tartışan, öğrenciyle ters düşen ve gazeteciyle uğraşan; ama teröristlerle sözleşen ve söz kesen Başbakan Erdoğan ve işbirlikçilerinin son olaylar karşısında foyası iyice açığa çıkmıştır.

Bu zihniyet otoriter heveslerin girdabına kapılmış, demokrasinin yolundan dönmeyecek şekilde sapmıştır.

Koltuk hırsı, mevki merakı, iktidarda kalma tutkusu kural, insaf ve vicdan inkârına kadar varmıştır.

AKP’nin Türkiye’nin hayrına, milletimizin faydasına yapacağı katkı ve vereceği hizmet çoktan bitmiştir.

Bu iktidar yanılmış, yozlaşmış ve sorunlar karşısında yenilmiştir.

Bu iktidar çürümüş, küflenmiş ve eskimiştir.

Bu iktidar geriye gitmeye, beraberinde de ümitleri heba etmeye başlamıştır.

√       Terörle mücadelede sınıfta kalan AKP hükümetidir.

√       Dış politikada çuvallayan AKP hükümetidir.

√       Düşmanı dost sayan, şehitleri kelleyle bir gören, isyancılarla aynı anlayıştan gıdalanan AKP hükümetidir.

√       Ekonomide sanal başarılarla oyalanan, yoksulu kullanan, varlıklıyı havalara kaldıran AKP hükümetidir.

√       Milli ve manevi değerlerimize hücum eden AKP hükümetidir.

√       Demokrasiye bıçak vuran, özgürlükleri gerçek anlamından soyutlayan, hukuku tarafgirliğe mahkûm eden AKP hükümetidir.

Ülkemizin biriken meseleleri, yığılan sorun başlıkları umursamazlığın mahzenine bu siyaset ekolü tarafından bırakılmıştır.

Buna karşılık Başbakan’ın bireysel hedefleri, menfaat arayışları her şeyin önüne geçmiştir.

Parlamenter yapının zenginlikleriyle iktidar olan Başbakan ve partisinin, mevcut sistemi başkanlık modeliyle değiştirme iştah ve inatları anormal bir seviyeye gelmiştir.

Türkiye’nin kaderi adeta Başbakan Erdoğan’a bağlanmıştır.

Türk milletinin sanki Başbakan Erdoğan’dan başka şansı ve seçeneği kalmamıştır.

Varsa da, yoksa da bu siyaset simasının ne olacağı, hangi makam ve sistemle istismarlarını sürdüreceği konusu her meselinin üzerine çıkmıştır.

AKP tarafından Kasım ayının ilk haftası TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunulan başkanlık sistemi teklifi demokrasi vasıtasıyla tek adamlığın ön hazırlığı olarak kabul edilmelidir.

Zira söz konusu sistemin gündeme taşınan özelliklerine baktığımızda başka bir yorum yapma ihtimalimiz gerçekten de bulunmamaktadır.

Öyle ki, önerilen sistem, başkanlık modelinin aslına ve ruhuna aykırılıklarla doludur.

Birinci olarak, AKP’nin projelendirdiği bu modelde, başkana genel siyasetin yürütülmesinde ihtiyaç duyduğu konularla ilgili başkanlık kararnamesi çıkarma yetkisi verilmektedir ki, bu da çok ciddi sorunlara yol açabilecektir.

Mesela ABD başkanlarına, Kongre’yi anlamsız ve fonksiyonsuz kılacak kararname çıkarma yetkisi verilmemiştir.

Bunun tek istinası ise Latin Amerika ülkelerindeki yönetim modelleridir.

İkinci olarak, AKP’nin başkanlık sistemi düşüncesinde, başkan büyükelçileri, yüksek mahkeme üyelerini atama yetkisine TBMM’ne takılmadan sahip olacaktır.

Üçüncü olarak ise, başkanın parlamentoyu hiçbir gerekçe yokken feshetmesi söz konusudur.

Şayet Başbakan Erdoğan başkanlık makamına oturursa, istediği an ve fırsatta seçimleri yenilemeye karar verebilecektir.

AKP’nin başkanlık sisteminden maksadı demokrasi veya yönetimde etkinlik ve verimlik değildir.

Buradaki gizli niyet ve amaç yönetim modeli adı altında rejim değişikliğidir.

Başbakan Erdoğan, meşruti monarşinin tekrar kurulmasını ve kendisini de seçilmiş sultan olmasını beklemekte ve bunun için gayret göstermektedir.

Türkiye Cumhuriyeti 89 yıl sonra eskiye, geriye ve denenmişe kafayı takan bir maceraperest müsrif siyasetçi tarafından tehdit edilmektedir.

Sormak lazımdır ki, parlamenter sistemin neyi ve hangi yönü Başbakan’ı rahatsız etmektedir?

Kendisi aziz milletimizden bu zamana kadar ne istemiştir de alamamış, neyi ummuştur da elde edememiştir?

Türkiye, Başbakan’ın fantezi fikirlerine, çelişkilere saplanan ucube önerilerine Allah’ın izniyle bırakılmayacaktır.

Milli iradenin asıl sahibi büyük milletimiz, 29 Ekim 1923 tarihinde kararını değişmeyecek şekilde ve meydanlardaki kahramanlıklarla birlikte vermiştir.

Bundan da Başbakan’a rağmen dönüş yoktur.

Bugünkü şartlarda parlamenter sistemin devamı; geliştirilerek, temellendirilerek sürdürülmesi bize göre en sağlıklı, mantıklı ve çıkar yoldur.

Farklı yönetim modellerine bel bağlayanlar, şüphesiz önce buğulanmış zihniyetlerini gözden geçirmeli ve aldıkları emanete ihanet etmekten biraz gururları varsa vazgeçmelidirler.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okul öğrencilerinin kılık ve kıyafetlerinin yeniden yapılandırılması ve bu mesele üzerinde tartışmaların yoğunlaşması gündemin bir diğer konu başlığı olmuştur.

Elbette okullarda tek tip kıyafet uygulamasına son vermek, kıyafet serbestliğine geçmek anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir karardır.

Ne var ki, 27 Kasım 2012 tarihinde yayımlanan yeni yönetmeliğin doğuracağı bazı sakıncaları ve olumsuzlukları ihmal etmemek siyasi sorumluluk taşıyan iktidarın öncelikli görevleri arasındadır.

Ülkemizde gelir dağılımındaki eşitsizliğin ileri düzeyde bulunduğu, herkesin aynı imkânlara sahip olmadığı göz önüne alındığında, okul çağındaki evlatlarımız arasındaki farklılığın daha da belirmesi birçok sosyal soruna davetiye çıkaracaktır.

Önlüğün çıkması, tek tip giyim kıstasının kaldırılması aileler arasındaki maddi ve fiziki uçurumların çocuklara yansımasına zemin hazırlayacaktır.

Özellikle, dar gelirli ailelerin çocukları, daha iyi bir duruma sahip ailelerin çocuklarına özenecek; kıskançlık, kompleks ve eziklik duyguları maalesef ortaya çıkabilecektir.

Bu da yeni açmazların, yeni sorunların yeşermesine kaynaklık edecektir.

Bu itibarla, kıyafet serbestliğinin kutuplaşmalara, sosyal yaralara sebebiyet vermemesine özen ve dikkat gösterilmelidir.

Yetişme çağındaki evlatlarımızın hem bedenen, hem de zihnen tam ve sağlıklı olmaları öncelikli olarak ele alınmalı, ekonomik ve sosyal eşitsizlikler mümkün mertebe törpülenmelidir.

Bir kişinin toplum yapısı içinde öğrenci olduğunun anlaşılabilmesini temin etmek ve belirsizlikleri gidermek için lazım gelen önlemleri almak bizim için önemli bir husustur.

İmam hatiplerde okuyan ve diğer ortaokul ve liselerde seçmeli Kur'an-ı Kerim derslerini alan kız öğrencilerimizin başlarını örtmelerini insani ve İslami açıdan en tabii hakları olarak gördüğümüzü ifade etmeyi yararlı görüyorum.

Bazı çevrelerin ise başörtüsü üzerinden yürüttüğü içi boş polemiklerini, aslı astarı olmayan uydurmalarını, korku pompalamaya çalışan işgüzarlıklarını kötü niyetlilik olarak değerlendiriyoruz.

Şu tesadüfe bakınız ki, bir tarafta, yayımlanan yönetmelikle başörtüsünün yasaklandığını iddia edenler, diğer tarafta ise başörtüsünün önünün açıldığını söyleyenler aynı körlükte buluşmuş, beslendikleri karşıtlıkların tekrar alevlenmesini, cephelerin yeniden keskinleşmesini en ufak utanma emaresi göstermeden beklemişlerdir.

Bunların, işin aslında birbirileriyle al takke ver külah içinde oldukları, yıllarca iki kutba çekilerek ülkemizin kuyusunu kazmaya giriştikleri sağduyu sahibi herkesin bildiği gerçekler arasındadır.

Laiklikten geçinenlerle, maneviyat karaborsacılığına soyunanlar can havliyle her fırsatı kullanmaya, her hassasiyeti kaşımaya çalışmışlardır.

Çok şükür şapka düşmüş, kel görünmüştür.

Bunların kaynağı kurumuş, çırpınışları ve çağrıları fayda etmemiştir.

Önce gömleği, şimdi de önlüğü çıkaran AKP zihniyeti, bu cepheleşmeyi hem tetiklemiş, hem de bundan sonuna kadar istifade etmiştir.

Dileğimiz okullardaki yeni kıyafet düzenlemesinin bildik ve malum gerginliklere konu olmadan uygulanması ve gelecek kuşağın gelişme ve öğrenme sürecine ket vurmamasıdır.

 

Değerli Milletvekilleri,

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 29 Kasım tarihinde yapılan tarihi nitelikli oylamada Filistin gözlemci devlet statüsünü kazanmıştır.

138 üye ülkenin oyuyla elde edilen bu yeni durumun Filistinli kardeşlerimize hayırlı olmasını temenni ediyorum.

Filistin’in tam olarak tanınması, Filistin’in uluslararası toplum nezdindeki hak ve beklentilerinin karşılanması yolunda bu gelişme sevindirici ve kayda değerdir.

Topraklarının sınırları net olmasa da, önemli bir kısmı İsrail işgali altında bulunsa da, Filistin zımnen devlet olarak kabullenilmiş ve teyit edilmiştir.

Şu ana kadar yapılan duaların, dökülen kanların, vazgeçmeyen mücadele disiplininin yavaş yavaş meyvesini vermesi tek ve yegâne olarak Filistin’in zaferidir, Filistin’in başarısıdır.

Ne var ki, Filistin’le ilgili olumlu gelişmeyi kendi hanesine yazmaya çalışan AKP zihniyetinin, konuyu iç siyaset malzemesi yaparak istismara kalkışması dürüst ve tutarlı bir tavır olmamıştır.

Bilinsin ki, Filistin’in başarısı Filistin halkına aittir.

Mazlumların direnişi, Gazze’nin gözyaşları, Nablus’un hüzünleri, Cenin’in yürek atışları Filistin’in umutlarına dayanak ve destek olmuş, sonunda da önemli bir eşik aşılmıştır.

Filistin’e uluslararası camia daha fazla tepkisiz kalamamıştır.

Filistin’in çığlığına insanlık âlemi daha fazla sessiz duramamıştır.

Bu yeni statüyle Filistin davası dünya kamuoyuna daha iyi anlatılabilecek ve daha etkili bir şekilde savunulabilecektir.

Bundan sonra, Filistin, Uluslararası Ceza Mahkemesi üyeliğiyle, Batı Şeria ve Gazze’deki insan hakları ihlallerinin, işgal ve cinayetlerin peşine hukuken de düşecek ve çiğnenen haklarının arayışında olacaktır.

İnşallah Filistinli kardeşlerim, bağımsızlıklarına ve toprak bütünlüklerine tam olarak ulaşırlar, dünyadaki saygın yerlerini böylelikle alırlar.

Bizim kalbimiz Filistinli kardeşlerimiz için atacaktır.

Desteğimiz, dayanışmamız ve niyazlarımız Filistin’e yönelik olacaktır.

Beklentim odur ki, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de sorunları uluslararası toplumun gündemine tam olarak getirilmeli ve Filistin’le beraber hak ve talepleri karşılanarak uluslararası sistemde tanınması sağlanmalıdır.

 

Değerli Milletvekilleri,

Ülkemizde demokrasiye müdahale eden tüm darbe ve muhtıralar ile demokrasiyi işlevsiz kılan diğer bütün girişim ve süreçlerin tüm boyutlarıyla araştırılarak alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla kurulan Meclis Araştırma Komisyonu çalışmasını tamamlamış ve çıkan sonuç rapor halinde TBMM Başkanlığı’na sunulmuştur.

Buradan başta Komisyon Başkanı Sayın Nimet Baş Hanımefendi olmak üzere, komisyon üyelerine, değişik meslek kollarından görevlendirilen uzman personele yaptıkları değerli çalışmalar için teşekkür ediyorum.

Hatırlanacağı üzere, söz konusu Komisyon 2 Mayıs 2012 tarihinde çalışmalarına başlamıştır.

Darbelerin araştırılmasında, demokrasiye kast eden niyet ve eylemlerin bütün yönleriyle ortaya çıkarılmasında bu Komisyon’un çalışması hiç kuşkusuz başarılı olmuştur.

Güç kullanarak siyasi iktidarları deviren, yasa dışı yol ve yöntemlerle demokratik kanalları tıkayan, hukuksuzluğu ve gayri meşruluğu silah zoruyla hayata geçiren sancılı dönemlerden Türkiye gerekli sonuçları elbette çıkarmalıdır.

Her darbe geriye gidiş, her ara rejim demokrasinin can evinden vurulması ve baltalanmasıdır.

Siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yıkım ve tahribatlara ardına kadar kapı aralayan demokrasi dışı müdahalelerin Türkiye’den çok şeyi götürdüğü, vahim bedellere yol açtığı hepinizin malumlarıdır.

Parti olarak darbelerin acı sonuçlarını yaşamış bir tecrübenin içinden süzülerek geldiğimizden dolayı, bu dönemlerin ne anlama geldiğini her yönüyle biliyoruz.

Ama darbecilerle ve darbeyle mücadele kılıfı altında, Türk ordusunu darbe meraklısı olarak sunmanın masum ve hoş karşılanacak bir yanının olmadığının da bilincindeyiz.

Bize göre, askeri darbeler kadar sivil nitelikli darbe ve tehlikeler günümüzde bir hayli etkinlik kazanmıştır.

Demokrasiyi ve sandığı alet ederek ancak darbe dönemlerinde olabilecek tahribatlara neden olan sivil yönetimlerin varlığı da oldukça dikkat çekicidir.

Temennimiz, darbelerin sadece silahlı çeşidine değil; siyasi, ekonomik ve sosyal nitelikleriyle tebarüz etmiş türlerine de odaklanılmasıdır.

Bizim için önümüzdeki süreçte asıl tehdit kaynaklarından birisi de işte budur.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Anadolu’nun bin yıl önce kutlu ecdadımız tarafından fethi, yalnızca askeri başarıların eseri değildir.

Bu başarıyı kalıcı ve köklü hale getiren, fethin gönüllerde de gerçekleşmiş olması, insan sevgisi ve hakkaniyet üzerine kurulu yüksek ahlak nizamının hayranlık verici biçimde kurulmasıdır.

Bu itibarla bir ülkenin vatanlaşması, yalnızca toprak kazanılmasından ibaret sığ bir düşüncenin ürünü olmayıp, bundan daha önce insanın kazanılmasını gerektiren daha vicdanlı ve daha ahlaki bir derinliğin sonucudur.

Fetih kavramını alelade bir işgalden ve sömürge zihniyetinden ayıran ve ona manevi zırh giydiren yegâne husus da burada kendisini göstermektedir.

Bu itibarla diyebiliriz ki, Anadolu coğrafyası silahtan önce gönüllerin fethi ile kazanılmıştır.

Kuşkusuz ki bu mukaddes fetih ruhunda en önemli değerlerden ve isimlerden birisi de Mevlana Celaleddin Rumi Hazretleri’dir.

7 Aralık’ta başlayıp, 17 Aralık’ta Hazreti Mevlana’nın “Kavuşma Gecesi” adını verdiği Hakk’a yürüme gününde sona erecek olan “Hazreti Mevlana’nın 739’uncu Vuslat Yıldönümü Anma” etkinlikleri vesilesi ile bu büyük Türk ve İslam düşünürünü rahmet ve şükran ile anıyorum.

Onun insan ve tabiat sevgisinin, Allah aşkıyla birlikte yüksek fikirlerinin insanlığı ilelebet aydınlatmasını diliyorum.

Bu duygularla konuşmama son verirken, Meclis Genel Kurulu’nda görüşülecek olan 2013 yılı Merkezi Yönetim Bütçe sürecinin hayırlı olmasını Yüce Rabbim’den niyaz ediyor, grup toplantımıza teşrif etmiş herkesi en iyi dileklerimle selamlıyorum.

 Sağ olun, var olun.