Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 29 Ocak 2012
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma 
29 Ocak 2013 


Değerli Milletvekilleri,

Muhterem Misafirler,

Kıymetli Basın Mensupları,

Hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Sözlerimin başında hepimizi üzüntüye sevk eden elem verici bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum.

23 Ocak günü, Irak’ın Salahattin iline bağlı Tuzhurmatu ilçesinde, Irak Türkmen Cephesi Başkan Yardımcısı ve Salahattin Vilayet Meclisi üyesi Ali Haşimi’nin kayınbiraderinin cenaze törenindeki bir taziye ortamına yapılan intihar saldırısı sonucunda 42 Türkmen kardeşimiz katledilmiş, 75’i de yaralanmıştır.

Yaralılar arasında, Irak Türkmen Cephesi Başkanı Sadettin Ergeç’in, Başkan Yardımcısı Ali Haşim Muhtaroğlu’nun, Kerkük İl Meclis Üyesi Munir Kafili’nin, Salahattin Vali Yardımcısı Ahmet Koca’nın ve Irak Milli Meclisi’nden Milletvekili Fevzi Erdemin de bulunması son derece dikkat çekicidir.

Bu kanlı saldırıyı lanetliyor, vefat eden Türkmen kardeşlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet, yaralılara ise acil şifa diliyorum.

Görülmektedir ki, Türkmenler sistematik olarak yok edilmekte ve kıyıma uğramaktadır.

Irak Türkmenlerinin zalimler ve kandan nemalanan haramzadeler tarafından belirli aralıklarla saldırıya uğraması büyük bir insanlık vahşetidir.

Bizim gönlümüz Türkmen kardeşlerimizledir.

Bizim duamız Türkmen elindeki soydaşlarımızladır.

Onlar her an aklımızda, her an gündemimizdedir.

AKP hükümeti Irak Türkmenlerine yönelik artan şiddet ve cinayetlerin peşini bırakmamalı, suçluların ve azmettiricilerin bulunması için tüm imkânlarını kullanmalıdır.

Irak Türkmenlerini kaderine terk etmemeli, her anlamda katkı ve yardım sağlamaktan geri durmamalıdır.

Milliyetçi Hareket Partisi Türkmenlere yapılan eziyetleri, haksızlıkları ve hak ihlallerini unutmayacak, inşallah bir gün bunların hesabını şevk ve inanmışlıkla muhataplarından soracaktır.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Geçtiğimiz hafta Cuma günü 2012-2013 eğitim ve öğretim yılının ilk dönemi bitmiş; okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lisedeki yaklaşık 16 milyon evladımız karnelerini alarak 15 günlük ara tatile girmişlerdir.

Sayıları 800 bini aşan öğretmenlerimiz de tatil yapma fırsatına kavuşmuştur.

Birçok sorunu içeriğinde barındıran, birçok mahsurlu yanı olan yeni eğitim sistemiyle bir yarıyıl böylelikle geride kalmıştır.

AKP’nin alelacele kanunlaştırıp yürürlüğe soktuğu düzenleme, milli eğitim sistemindeki kamburları gidermek ve hafifletmek bir yana, daha da ağırlaştırmış ve içinden çıkılmaz hale getirmiştir.

Türk milletinin geleceğini birebir etkileme ve yönlendirme özelliği taşıyan böylesi hayati bir konuda, hükümetin duyarsız ve uzlaşmaya kapalı tutumu eğitim hayatını keşmekeşin içine sokmuştur.

Üç dördün toplamından hikmetler bekleyerek yola koyulan iktidar partisi, kaygıları önemsememiş, beklentileri ciddiye almamış ve itirazları duymamıştır.

Olumsuzluklardan dolayı milli eğitim yapısı; mutsuz öğretmen, umutsuz öğrenci, huzursuz veli arasına sıkışmış kalmıştır.

AKP zihniyeti eğitime ideolojik yaklaşmış, önyargılarla bakmış ve dar bir ufukla odaklanmıştır.

Eğitim hayatındaki sürekli oynamalar, ardı arkası kesilmeyen baştan savma düzenlemeler öğrencilerimizi, ailelerini ve tabii olarak öğretmenlerimizi şaşkına çevirmiştir.

AKP’nin macera arayışı, bitmek tükenmek bilmeyen vizyonsuz teklifleri stratejik bir değer ve öneme sahip milli eğitim sistemini adeta yozlaştırmış ve buhrana itmiştir.

Geçtiğimiz 10 yılda buna dair sayısız örnek vermek mümkün ve ihtimal dâhilindedir.

Gelecek nesillerin iyi ve donanımlı yetişmesi her şeyden önce milli varlığın, milli benliğin ve milli bilincin ayrılmaz bir harcı ve yeri dolmaz bir parçasıdır.

Bugün atacağımız adımlar, yapacağımız fedakârlıklar ve özverili çalışmalar yarınların seyrini ve yönünü doğrudan doğruya tayin edecektir.

Milli eğitim sisteminin var olan sorunları çözüm iradesiyle buluşturulmazsa, geleceğimizin daha karanlık, daha kasvetli ve daha kaotik bir güzergâha sapacağı şimdiden görülmeli ve gerekli önlemler alınmalıdır.

Bilhassa öğretmenlerimizin sorunları kalıcı olarak giderilmeli, ekonomik ve sosyal nitelikli ihtiyaçları süratle karşılanmalıdır.

Atanamayan öğretmenlerimizin çileleri, uğradıkları hak kayıpları ve her geçen gün artan mağduriyetleri insanlık onuruyla bağdaşmamaktadır.

Ne olursa olsun atanamayan öğretmen meselesi tümüyle bitirilmeli, öğretmenlerimiz sınıflarıyla ve öğrencileriyle birleştirilmelidir.

Başbakan Erdoğan, başka konularda, milletimizin aleyhine olduğu şüphe bulunmayan çözüm turları atacağına, atama bekleyen öğretmenlerimizin feryatlarını duymalı ve bir an önce harekete geçmelidir.

Atanamayan 350 bin öğretmenimiz, seslerini duyurabilmek için ille de dağa mı çıkmalı, yoksa İmralı sertifikası mı almalıdır?

Problemlerinin çözülebilmesi için bu kardeşlerimiz ne yapmalı ve hangi vasıtaları kullanmalıdır?

AKP zihniyeti sabırları daha fazla sınamamalı ve zorlamamalıdır.

Ayrıca öğretmenlerimizin özür grubu tayinlerinin yılda bir kereye indirilmesi büyük külfet ve zorluklara yol açmıştır.

Bu çerçevede beklentimiz, aile bütünlüğünün korunarak beliren ve ortaya çıkan taleplerin muhakkak ki karşılanması, öğretmenlerimizin moral ve motivasyonlarını artırıcı uygulamaların hükümet tarafından hayata geçirilmesidir.

Göreve başlayan yeni bakanın eğitim ve öğretimin içinde bulunduğu olumsuz tabloyu ortadan kaldırmak adına gerekli adımları atması, daha insani ve vicdanlı kararlar alması hepimizin dilek ve isteğidir.

 

Muhterem Milletvekilleri,

AKP hükümetiyle birlikte ülkemiz risk ve tehditlerin tam ortasına yerleşmiş, karşılıklı güven ve dayanışma duyguları kopma noktasına kadar incelmiştir.

Türkiye öyle fasit bir alana, öyle çıkması zor bir sürece kıstırılmıştır ki, sürekli enerji kaybına uğramakta ve tartışmalardan dolayı iflahı kesilmektedir.

Zaman milletimizin aleyhine işlemektedir.

Bugünkü ortam ve gündem içinde;

√       Türkiye ve Türk milletinin etrafındaki çember iyice daralmıştır.

       Milletimizi koruyacak güvenlik duvarları tahrip olmuştur.

√       Tutarsız, işbirlikçi ve teslimiyetçi bir hükümet karşımızdadır.

√       Türkiye’nin güvenliği tehditlerle karşı karşıya bırakılmıştır.

       Silahlı ve silahsız bölücülük cesaret ve cephe kazanmıştır.

√       Şer ortaklıkları, hakaret ittifakları, işbirlikçi cepheler oluşmuştur.

       Ve bunların kaynağı olan AKP, artık Türkiye’nin bekası için başlı başına tehdit haline gelmiştir.

Gidişat, birlikte yaşama ülkümüzün, bin yılda karılan harcın, bin yılda kökleşen beşeriyet çınarının hilafına neticeler doğurmaktadır.

İnsanımız arasına nifak sokma çabaları, ayrılık tohumları ekme kötülükleri maalesef etkinlik kazanmaktadır.

Çözüm çığlıkları altında milletimiz sakatlanmakta ve barış gürültüleri etrafında devletimiz zayıflatılmaktadır.

İmralı adasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla yatan teröristbaşı, cazibe ve çözüm tarafı olarak kutsanmakta, geçmişine göre pozitif bir noktada durduğu hükümet üyelerince ileri sürülmektedir.

Kurduğu silahlı terör örgütü PKK’yı, aldığı kararlar ve verdiği emir ve talimatlarla sevk ve idare ederek, vatan topraklarımızdan bir bölümünü bölmeye ve ayırmağa çalışan cani el üstünde tutulmaktadır.

Terör örgütü PKK’yı 27 Kasım 1978 tarihinde, Diyarbakır ili Lice İlçesi Ziyaret Köyü’nde yapılan bir kongreyle kuran; arkasından cana, mala ve her türlü insanlık değerine kast eden bebek katili Başbakan’ın çözüm sırdaşı mertebesine terfi etmiştir.

Bu son gelişmeler PKK’nın hayal bile edemeyeceği stratejik mevziler elde ettiğini göstermekte, hükümet eliyle arayıp da bulamayacağı imkânlara kavuştuğunu kanıtlamaktadır.

Milletimizin geçmişi unutması, bölücü örgütün hain eylemlerinin üzerine sünger çekmesi alttan alta dayatılmaktadır.

Şüphesiz Başbakan Erdoğan ve hükümetinin, Türk milletinin muhatap kaldığı kanlı eylemleri yok farz etmesi, görmezden gelmesi bir şeyi değiştirmeyecek, tarihi hakikat çözüm sözleriyle kapatılamayacaktır.

Zira ateş düştüğü yeri yakmıştır.

Kayıplar, kıyılan canlar, sıkılan mermiler, yapılan baskınlar, katledilen körpe yavrular hala hafızalardadır, hala unutulmamıştır.

Başbakan Erdoğan’ın çözüm yoldaşı, barış müttefiki İmralı canisi ne yaparsa yapsın alnındaki kandan, vicdanındaki lekeden ve kalbindeki karartıdan kurtulamayacak ve içine girilen bu devran ila nihaiye sürüp gitmeyecektir.

Geçmişte yaşanan şu acı ve hüzün verici hadiseler sıcaklığını korurken, lütfen söyleyiniz, biz bugünkü çözüm diyerek servisi yapılan ahlaksız sürece nasıl onay verelim, nasıl sessiz duralım?

Başbakan Erdoğan ve çözüm lobisi bizden;

15 Ağustos 1985 günü, Van’ın Çatak ilçesi Kanalga Köyü, Taşbucak Mezrasında İmralı canisinin talimatıyla katledilen 2 yaşındaki Nergiz’i, 1 yaşındaki Heyet’i, 10 yaşındaki Hakim’i, 8 yaşındaki Utba’yı, 10 yaşındaki Zaide’yi, 5 yaşındaki Veliti’i unutmamızı mı beklemektedir?

10 Ekim 1987 günü, Şırnak ili Meşeiçi Köyü Çobandere Mezrasında İmralı canisinin emriyle öldürülen adı bile konmamış henüz 15 günlük ve bir aylık bebekleri görmezden gelmemizi mi istemektedir?

24 Kasım 1989 günü, Hakkâri Yüksekova ilçesi İkiyaka Köyüne terörist başının direktifiyle yapılan saldırılarla hayatlarını kaybeden;1 yaşındaki Elife’yi, 4 yaşındaki Halime’yi, 3 yaşındaki Rıfat’ı, 2 yaşındaki Mustafa’yı, 7 yaşındaki Ayhan’ı, yine 7 yaşındaki Namet ve İsmet’i, 5 yaşındaki Cebrail’i, 2 yaşındaki Muhammet’i aklımızdan çıkarmamızı mı beklemektedir?

22 Haziran 1992 günü, Batman’ın Gercüş ilçesi Seki Köyünde hunharca, adice ve canavarca kanları dökülen;  8 yaşındaki Gülbahar’ı, 4 yaşındaki Haşim’i, 10 yaşında Şükrü’yü, ismi bile konmamış 1 aylık bir bebeği, 13 yaşındaki Abdurrahman’ı, 10 yaşındaki Sultan’ı bir kenara koymamızı mı dilemektedir?

25 Haziran 1992 günü, Diyarbakır’ın Silvan ilçesi Yolaç Köyü’nde, henüz hayatlarının baharında iken, bugün çözüm elçisi konumuna getirilen İmralı canisi ve çetesi tarafından mezara sokulan; 15 yaşındaki Mehmet Emin’i, 15 yaşındaki Zeki’yi, 14 yaşındaki Yusuf’u, 11 yaşındaki Fesih’i, ne yapalım olan olmuş diyerek hasıraltı yapmamızı mı teklif etmektedir?

1 Kasım 1992 günü, Bitlis’in Cevizdalı Köyü’ne baskın düzenleyen teröristbaşı kumandalı militanlar tarafından şerefsizce canları alınan; 5 yaşındaki Hikmet’i, 13 yaşındaki İbrahim’i, 8 yaşındaki Aynur’u, 4 yaşındaki Gülbahar’ı, 10 yaşındaki Nafive’yi, 8 yaşındaki Turan’ı, 8 yaşındaki Ejder’i, ne yapalım kaderde varmış bahanesiyle haklarını aramaktan vazgeçmemizi mi buyurmaktadır?

23 Kasım 1992 günü, Tunceli ili Mazgirt ilçesi Dedebağı Köyü’ne baskın düzenleyen kanlı örgütün; 2 yaşındaki Onur’u, 3 yaşındaki Sıla’yı tabuta koymalarını olağan ve vakay-i adiyeden görmemizi mi talep etmektedir?

18 Temmuz 1993 günü, Van ili Bahçesaray ilçesindeki bir yaylaya baskın yapan vicdansızların; 7 yaşındaki Azat’ı, 2 yaşındaki Yunus’u, 3 yaşındaki Bahar’ı, 1 yaşındaki Zehra’yı, 7 yaşındaki Sevim’i, 13 yaşındaki Yıldız’ı, 12 yaşındaki Nezahat’ı, 4 yaşındaki Eylem’i, 14 yaşındaki Azime’yi, 8 yaşındaki Muhammet’i, 4 yaşındaki Hamim’i ve 12 yaşındaki Hürriyet’i kurşunlayarak katletmelerini sıradan mı görelim, olur böyle şeyler diyerek sineye mi çekelim?

Bunlar ışığında diyeceğim şudur ki, Türk milleti İmralı’da yatan caniye boşuna bebek katili dememiş, boş yere bu sıfatı isminin başına iliştirmemiştir.

Sizlere özet halinde verdiğim, aslında oldukça kabarık kanlı bilançonun neresini unutalım, hangi birisini yok sayalım?

Şehit edilen Mehmetçiklerin, polislerin, korucuların, kaymakamların, savcıların, öğrencilerin, öğretmenlerin, imamların, değişik kamu görevlilerin, kadınların, kızların ve ismi konmamış bebeklerin kanları yerde mi kalsın, hakları zayi mi olsun?

Başbakan Erdoğan ve ihanet kuşağı bunu mu temenni etmekte, bunu mu kabullendirmeye çalışmaktadır?

Söyler misiniz bana, AKP affetse bile Cenab-ı Allah ve milliyetçi-vatanseverler bu kazıklı voyvoda torunlarını, drakula takipçilerini bağışlar mı?

Herkes çözüm adı altında İmralı’daki bebek ve insanlık katilini masumlaştırmaya çalışsa da, büyük Türk milletinin sözcüsü ve biricik sevdalısı Milliyetçi Hareket bu rezilliklere payanda olur mu, sayfaları şehit kanıyla yazılmış ihanet projelerine göz yumar mı?

Herkes bilsin ki, elbette hayır, elbette asla, elbette hiçbir zaman.

Değerli Arkadaşlarım,

Son günlerde AKP-BDP-İmralı ve PKK arasındaki paslaşmalar sıklaşmakta ve tempo gittikçe yükselmektedir.

Başbakan Erdoğan her defasında kararlılık mesajları vermekte, BDP İmralı’ya yeni bir çıkarma yapma beyanlarını yoğunlaştırmakta, Kandil’den arkası arkasına açıklamalar gelmektedir.

Diyalog ve irtibatlar, nazlanmayla, zaman zaman gerilip tekrar eski kıvamına girerek baston yardımıyla yürümektedir.

Anlaşılan Kandil ile İmralı arasında kısa devre yaşanmakta, bazı konularda ihtilaflar gözlenmektedir.

PKK’nın dağ kadrosu; bazen “sözde önderlik” ne derse onu yapacağını, bazen kendileriyle de görüşülmesi gerektiğini, bazen de İmralı canisinin padişah olmadığını seslendirmektedir.

Bölücü terör yapılanması ‘süreç’ diye tanımı yapılan ihanet projesini kendi istediği ölçüye sokmak için hamle üstüne hamle yapmaktadır.

Bu arada AKP-PKK pazarlıklarının yoğunlaştığı ve olgunlaşmaya başladığı da gelişmelerden anlaşılmaktadır.

AKP hükümeti İmralı canisini ihanet müzakerelerinin merkezine koymuş, meşru bir muhatap haline getirmiştir.

Teröristbaşının gönlü yapılmak, memnun olmasını sağlamak ve isteklerini karşılamak için her tavize kucak açılmış, her zillete rıza gösterilmiştir.

Başbakan Erdoğan İmralı’daki hücrenin mefruşat ihtiyaçlarını hızla karşılamakta, bir bakıma “ev ortamının” oluşması için elinden gelen çabayı sergilemektedir.

Diyebiliriz ki, teröristbaşının beklediği ev hapsi şartları bizzat İmralı’da kurulmakta, İmralı’da oluşturulmaktadır.

Aslında kimsenin itiraf edemediği, söylemeye dilinin varmadığı gerçek İmralı canisinin ev hapsine fiilen alındığı hususudur.

Başbakan ve hükümeti buna zımnen onay vermiştir.

İmralı canisi 12 metrekarelik alanda, 12 kanallı televizyonla, 12 kötü adamın lojistik desteğiyle ve hedeflerini 12’den vurmanın keyfiyle rahata kavuşmuş ve üstelik bir de çözüm mihrabı haline gelmiştir.

Başbakan Erdoğan’ın İmralı canisine gösterdiği özen ve ihtimam bunlarla sınırlı kalmamıştır.

Şimdi de sırayı jimnastik yapmasına daha fazla imkân tanıyan yeni bir girişim almıştır.

Başbakan bu konuda kararlı, bu hususta ısrarlıdır.

Adalet bakanına bu kapsamda talimat vereceği, İmralı’dan gelen şikâyetleri bu şekilde dindireceği görülmektedir.

Nitekim teröristbaşının zinde kalabilmesi, sağlıklı olabilmesi için elinden geleni ardına koymamaktadır.

Kuşkusuz, İmralı canisi, bölücülük olimpiyatlarında üzerine oynanan bahislerin hakkını vermek ve sözde Kürdistan madalyasına ulaşabilmek amacıyla AKP gözetimindeki hazırlıklarını ve idmanlarını tüm hızıyla sürdürmekte, birlikte yola çıktıklarını mahcup etmemek için üzerine düşenleri harfiyen yerine getirmektedir.

Meselenin manidar tarafı ise, Başbakan Erdoğan’ın bunların hepsini doğal ve normal karşılamasıdır.

Kaldı ki, İmralı canisi ve çetesinin dayatmalarını huşu içinde cevaplamaktadır.

Bunlardan birisi de hiç şüpheniz olmasın ki, anadilde savunmayla ilgili yasal düzenlemedir.

Bu çerçevede AKP zihniyeti, 5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 202’nci maddesinde değişiklik yaparak anadilde savunma yapabilmenin yolunu açmıştır.

Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkçe’nin yanına yeni bir resmi dil koymak maksadıyla her çürümeye eyvallah demekte, her fırsata ganimet bulmuşçasına sarılmaktadır.

Yapılan bu yeni yasal düzenleme; Anayasa’nın üçüncü maddesinde ifadesini bulan; “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” hükmüne aykırı ve tamamen karşıdır.

Bu sebeple AKP, anayasanın lafzını ve ruhunu sabote etmiş ve anayasa suçundan kapkara olmuş siciline yeni bir halka eklemiştir.

Mevcut Kanunun az önce dile getirdiğim maddesinin ilk halinde, Türkçe bilmeyenlerin savunma yapabilmelerinin önünde herhangi bir engel olmadığı halde, hükümet İmralı’dan kendisine ulaşan talep listelerini karşılamak adına bunu es geçmiştir.

Üzülerek görüyorum ki, bölücü hezeyanlar AKP’yi tamamen kuşatmış ve her siyasi kararına yön vermiştir.

Bazı yanlış, eksik ve kusurları olsa da, AKP’nin yüz akı olan ve görevini de layıkıyla yaptığını düşündüğümüz içişleri eski bakanı Sayın İdris Naim Şahin’in müzakere sürecine kurban verilmesi Başbakanın kararlarına kimlerin yön verdiğini göstermiştir.

BDP sözcülerinin bu eski bakana saldırmasına karşılık, her fırsatta bize laf yetiştiren AKP’nin kurma kolla çalışan ve iftira mahzeninde fikirlerini mayalandıran malum sözcülerinin birden bire dut yemiş bülbüle dönüşmeleri akla ziyan bir manzarayı ortaya çıkarmıştır.

Barış güvercinleri uçuracağını söyleyerek işbaşı yapan yeni bakan da, görünen odur ki, güvercinlere takla attırmaktan başka bir işe yaramayacak ve bölücü terörün değirmenine hevesle su taşıyacaktır.

İmralı canisi bastırdıkça almakta, aldıkça daha da dayatmaktadır.

Hükümet bir avuç bölücünün resmen oyuncağı haline gelmiş, onur ve haysiyet açısından batağa saplanmıştır.

Bize yavru muhalefet diyerek küçümseyici bir üslubu kendisine alışkanlık haline getiren Başbakan’a tavsiyemiz, biraz izanı kaldıysa, gerçeklere başını çevirerek partisini kimlerin yamağı, yanaşması ve yaması haline getirdiğini görmesi ve başka yerlerde dedikodu tezgâhı açacağına kendi söküğünü dikmeye yönelmesidir.

Anadilde savunma konusundaki düzenleme esnasında Meclis Genel Kurulu’ndaki cesur, iradeli ve tavizsiz tutumunuzdan dolayı siz muhterem milletvekili arkadaşlarımı ayrı ayrı tebrik ediyorum.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin değerli milletvekilleri olduğu sürece ihanet amacına ulaşamayacaktır.

Türk milletinin hakkı, beklentisi ve duası bizimledir.

Allah’ın izniyle yılmadan, yenilmeden ve yılgınlığa düşmeden aziz milletimize tercüman olacağız, sesini ve hissiyatını en iyi şekilde ve demokratik vasıtaları tümüyle kullanarak temsil edeceğiz.

Bundan kimsenin şüphesi olmamalıdır.

AKP, CHP, BDP, İmralı ve PKK ortaklığı, Kandil kılavuzluğu ve BOP haritasıyla nereye gidiyorsa gitsin, Milliyetçi Hareket başkent Ankara vizyonuyla sapasağlam duruş ve tavır gösterecek, ülkülerinden milim ayrılmayacak ve inşallah da ödün vermeyecektir.

 

Değerli Milletvekilleri,

Türk Silahlı Kuvvetleri’ni hedefine alan ve çok boyutlu yürütülen karalama kampanyası kritik bir seviyeye ulaşmıştır.

Devam eden darbe davalarının yanı sıra, Türk ordusunun her düzeydeki mensupları değişik ithamlara maruz kalmış, alçakça iftiralara uğramışlardır.

Bunlardan birisi de askeri casusluk suçlamasıdır.

İzmir 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen askeri casusluk iddianamesi, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni şaibeli ve başkaları hesabına çalışan bir kurum olarak gösterilme edepsizliğine adeta açık kapı bırakmıştır.

Kesin olan şudur ki, Türk milleti ve Türk Silahlı Kuvvetleri daha fazla bu süreci taşımayacaktır.

Türk askerine casus yaftası vurmak, çıkar amaçlı teşekkül kurma iddiasını yöneltmek ve genelkurmay başkanlarını teröristabaşı olarak göstermek kimsenin izah edemeyeceği kepazeliklerdir.

Bize göre Türk Silahlı Kuvvetlerinden münferiden kuşkulu bazı kişiler çıkabilecekse de, genel anlamda casus ve hain çıkması düşünülemeyecektir.

Özellikle Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın hedefe konulması, bazı komutanların peş peşe gelen istifaları tüm dikkatlerin buraya çevrilmesine neden olmuştur.

Vakit daha fazla geç olmadan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin mensupları hakkında yürüyen davalar sonuçlanmalı ve karara bağlanmalıdır.

Yargı etkin, tarafsız ve adil bir şekilde her şeyi ortaya çıkarmalıdır.

Türk askerinin daha çok yıpranmaması için adalet süratli bir şekilde çalışmalı, suçlamalar zaman kaybedilmeden aydınlığa kavuşmalıdır.

Ne acıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri adeta esir alınmış gibidir.

AKP hükümetinin hınç ve garezle bugünkü tabloya meydan açtığı, geçmişle hesaplaşma adına her çirkefliği seferber ettiği esasen aşikardır.

Başbakan Erdoğan’ın bu süreçten sızlanması ise timsah gözyaşlarından başka bir şey değildir.

Hazırlığı yapılan 4. yargı paketi ve diğer yasal bazı adımlarla birlikte PKK-KCK militanlarıyla ve tutuklu bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları arasında bir dengelemeye gidileceği gittikçe daha belirgin hale gelmektedir.

Başbakan’ın bu yönde bir niyetinin olduğu, teröristlerle terörle mücadele edenler arasında müzakere mahsuplaşması yapmak için elini ovuşturduğu geçen hafta katıldığı bir televizyon programında yaptığı açıklamalardan anlaşılmaktadır.

Bizzat kendisinin, terörle mücadeleye gönderecek komutan bulmakta dahi zorluk çektiklerini gündeme getirmesi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ne hallere düşürüldüğünün açık ispatıdır.

Darbe davalarının savcısı olduğunu söylemeye kadar işi götüren Başbakan’ın, Türk askerinin moralinin derdine düşmesi inandırıcı olmadığı gibi, yeni bir istismarın da ta kendisidir.

Aklımıza ister istemez, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bunca saldırı ve tahrike uğramasının altında, bölücü terörle yapılan pazarlıkların ve sürdürülen müzakerelerin ne kadar belirleyici olup olmadığı hususu gelmektedir.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin savaş şartlarında dahi görülmeyecek kadar sindirilmesine mutlaka son verilmeli ve AKP hükümeti yaptıklarından pişmanlık duymalıdır.

Aksi takdirde ortaya çıkabilecek vebal ve ağır sorumluluğun altından kalkabilmesi mümkün olmayacaktır.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Dünyanın hiçbir ülkesinde, hiçbir demokratik rejiminde etnik kimlikler okşanarak, etnik ve dini çeşitlilikler kaşınarak, demokrasinin ve toplumsal dayanışmanın geliştiği görülmemiştir.

Dünyanın hiçbir ülkesinde, her neviden farklılıklar kanatılarak, kültürel bünye kazınarak ve müşterek değerlerin altı oyularak birlikte yaşamanın sağlandığı vaki olmamıştır.

Dünyanın hiçbir ülkesinde; millet hazinesini 36 parçaya bölmenin adı demokratikleşme, milleti sevmenin adı ırkçılık, tarihe kin ve öfkeyle yaklaşmanın adı normalleşme ve geçmişle yüzleşme olarak tarif edilmemiştir.

Dünyanın hiçbir ülkesinde, teröristlere teslim olmanın adı çözüm süreci, devleti ortadan kaldırmaya çalışanlar hak arayan özgürlük savaşçıları olarak değerlendirilmemiştir.

Yine dünyanın hiçbir ülkesinde, milli kimlik ve kültür yok sayılıp, asgari müştereklerin varlığına ve önemine saygı gösterilmeyerek kamu düzeninin korunması ve siyasi rekabetin yaşatılması mümkün olmamıştır.

Demokrasinin anlam ve kaynaklarına tamamen aykırı tavır alışların, uygulamaların ve oluşumların; demokrasi ambalajıyla pazarlanması da bu tespitlerimizi değiştirmeyecek, bu yorumlarımızı bozmayacaktır.

Milli şuurunu, millet mensubiyetini ve bağımsızlık azmini kaybetmemiş siyasi zihniyetler, devraldıkları iktidarları huzurun, kardeşliğin, refahın ve gelişmenin vasıtası olarak kullanacaklar, kendilerine tanınan demokratik sürede samimiyetle hizmet etmenin yollarını bulacaklardır.

Bu en başta ahlakilik ve tutarlılık gerektiren, hoşgörü ve adaletli muameleyi şart koşan bir anlayışla paralel yürümelidir ve yüreyecektir.

Türkiye’nin en büyük talihsizliği, en büyük kadersizliği bu gerçekleri fark edemeyecek kadar feraseti bağlanmış bir iktidar tarafından yönetiliyor olmasıdır.

AKP, millet gerçeğini anlamamış, milli kimliği özümseyememiş, milli kültürün sırrına erememiş ve milli tarihin haşmetine akıl erdirememiştir.

Başbakan için Türk milletinin hak ve hukukunu savunmak ırkçılık, Türklüğün var oluş gayesini sahiplenmek statükoculuktur.

Burada failleri malumlarımız olan çok sinsi ve alçakça ilerletilen kara bir propaganda durmaksızın ilerletilmektedir.

Çözüm diyerek dayatılan ihanet sürecinin, PKK’ya karşı sallanan teslim bayrağının itiraz ve karşı çıkışlarla akamete uğramaması amacıyla ırkçılık adıyla yeni bir cephe açılmıştır.

AKP ve bölücülükten sabıkalı iş ortakları, bu cepheye yığınak yapmakta, bu cepheyi sağlama almak için çırpınmaktadır.

AKP’nin hedefinde Türklük ve Türk milleti gerçeği bulunmadığından kendisinden olmayanlara ırkçılık çamurunu pervasızca sıçratmaktadır.

Buradan Başbakan Erdoğan’a sormak isterim ki, Türklüğü ırkçılıkla örtüştürmek ve bir görmek hangi akla ve mantığa hizmettir?

Türklük gibi muazzam bir değeri ırka indirgemek ve ırka tahvil etmek kimin haddinedir?

Sayın Erdoğan, Türk milleti ırka önem vermiş olsaydı, ırka göre kanaat oluştursaydı, sen 10 yıldır Türk vatanında Başbakanlık görevini nasıl yapacaktın, nasıl bu makamlara kadar çıkabilecektin?

Bugüne kadar sözde Kürt meselesini her fırsatta dillendirmek ne hikmetse ırkçılık olarak görülmemiştir.

Zazaca, Kırmançi, Kelhurice, Lekce, Soranice gibi ayrımlar dikkate alınmadan bir bütün halinde Kürtçe’nin Türkçe’ye rakip olarak sunulması, hatta devletleşmeye çanak tutar hale getirilmesi ırkçılığın bir türü olarak nedense ele alınmamıştır.

Türk milletinin içinden, dil ve kültür vasıtasıyla yapay azınlık oluşturma çabalarının ırkçılığın daniskası olduğu şimdiye kadar söylenmemiştir.

Ancak Türklüğe, Türk milletinin tüm kültür birikimlerine, var olan her türlü kazanımlarına hürmet ve riayet Başbakan tarafından ırkçılıkla bir görülmüş, şeytanın yolu olarak lanse edilmiştir.

Geçen haftaki grup konuşmasında partimizi hedef alarak, “ırkçılık asabiyet, asabiyet ise şeytandandır. Irkını, kavmini, kafatasını övmek, onunla böbürlenmek, diğerlerini, diğer yaratılanları aşağılamak şeytandandır.” diyen Başbakan’ın kafası karışık, bilgi ve kültür dağarcığı kurudur.

Sayın Başbakan ya sen şeytanı bilmiyorsun ya da şeytan senin aklını başından çoktan almış ve yoldan çıkarmıştır da haberin olmamıştır.

Cahiliye döneminin mirasıyla, kabile mantığını aşamamış bir zihniyet kalibresiyle milleti anlamaya, milleti kabullenmeye ve millet sevgisinden nasiplenmeye kesinlikle ihtimal yoktur.

Bakınız, merhum şairimiz Necip Fazıl Kısakürek aynen şunları söylemektedir:

Türk; bizim nazarımızda bellibaşlı bir inanış, bağlanış, düşünüş, seziş, hatırlayış, duyuş, davranış ve bildiriş hususiyetleri içinde, bellibaşlı bir iman, mukaddesat, tefekkür, tahassüs, hayal, hatıra, meşrep, eda ve lisan birliğinin ördüğü, tek nüshalı ve şahsiyetli bir ruh dokusundan ibarettir.

Gerçekten de Türk işte budur.

Bu şartlar altında, merhum şairimiz Kısakürek’te mi ırkçıdır?

Yoksa kahraman ırkıma bir gül diyen, ırkıma izmihlal yok diye haykıran duayla andığımız vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy’da mı ırkçı olarak görülecektir?

Sayın Başbakan bunlara ne diyecek, nasıl cevap verecektir?

Tabiatıyla Başbakan Erdoğan yavaş yavaş her şeyi öğrenecek, zihnindeki karanlıkları biraz azimli olursa hayatının geri kalan senelerinde kısmen berraklaştıracaktır.

Türklük dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, bu değer etrafında toplanmış kardeşlerimizin ortak yazgısı, ortak adıdır.

Bu nedenle Türk jeopolitiği eğer hakkıyla benimsenir ve gerekleri yerine getirilse milletler mücadelesinde üste çıkmak ve hatta başa güreşmek Türk milleti için zor olmayacaktır.

Kalbi Türklükle atmayanlar, Türklüğü ırkçılığın çarmağına çivilemeye iştahla soyunanlar şayet gafil değillerse, aramıza sızmış ve başkalarının çıkarına kendilerini adamış görevli simalardır.

Bunlardan ne devlete, ne millete, ne de bir tek insanımıza hayır gelmeyecektir.

Bizim anlayışımıza göre Türklük ırka atıf yapmaz, ırkı önceliğine almaz, almayacaktır.

4 Mayıs 2005 tarihli basın toplantımızda temas ettiğimiz gibi, partimiz tüm vatandaşlarımızı, etnik köken, dil ve din gibi farklılıklara bakmaksızın Türk milleti tanımıyla kucaklamaktadır.

Biz alt kültür dairelerinin mevcudiyetine saygı göstermekle birlikte, tamamını milli kimlik içinde görmekteyiz.

Başka bir ifadeyle, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” hükmünün özünde de bunlar yatmaktadır.

Muhterem ecdadımız;

Siyasal varlıkta birlik olarak, dilde ve dinde bir olarak, yurtta bir araya gelerek, kökende bütünlük sağlayarak, tarihsel yakınlıktan beslenerek, ahlaki beraberliği kurumsallaştırarak ve gelecekte birlikteliği oya gibi hafızasına işleyerek millet olmuş, Türk milletini tarihe mal etmiştir.

Bizim Milet olarak;

√       Zengin bir hatıra mirasımız vardır, bu yüzden geçmişimiz birdir.

√       Birlikte yaşama konusunda ortak istek ve uzlaşma irademiz vardır, bu nedenle bugün birlikteyiz.

√       Yarınlarda da hayatın ve zamanın zorluklarına bir bütün halinde göğüs germe tutkumuz bulunmaktadır; bu çerçevede Yüce Allah izin verdiği müddetçe de bir ve beraber kalacağız.

Kökeni, soyu, mezhebi, yöresi, anasının dili ne olursa olsun, aziz milletimizin her ferdi Türk milletinin eşit ve yeri dolmaz birer mensubudur.

Bundan geriye gidiş yoktur.

Başbakan ve İmralı korusu ne yaparsa yapsın, büyük Türk milleti ahdinden dönmeyecek, bin yıllık hukukundan caymayacaktır.

Dün idrak ettiğimiz Misak-ı Milli’nin 93’üncü yıldönümü vesilesiyle, bu beyanlarımız daha da anlam kazanmıştır.

Hatırlatmak isterim ki, 12 Ocak 1920 tarihinde İstanbul’da toplanan son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı, 28 Ocak tarihinde muazzam bir karar alarak yeni Türk devletinin adeta müjdesini vermiş, bağımsızlığın manifestosunu ilan etmiştir.

Emperyalist tasallutu reddeden, vatanın bölünmez bir bütün olduğunu cihana duyuran Misak-ı Milli Türk milletinin en stratejik kararlarından birisidir.

Ve yeni bir doğruluşun, giydirilmeye çalışılan kefenin yırtılıp atılmasının en keskin ve kesif özetidir.

Bu “Milli Yemin” bizim referansımız, ilhamımız, özgürlüğe çağrımız ve yol göstericimizdir.

Misak-ı Milli emanettir, inmeyecek sancak, sönmeyecek varlık ateşidir.

Emin olunuz, dün Felah-ı Vatan gurubu vardı, bugün Milliyetçi Hareket buradadır ve diri bir şekilde ihaneti tepelemek ve bozguna uğratmak için heyecanlıdır.

Bu duygularla 93’ncü yıldönümünde, aslında altı madde olan Misak-ı Milliye bir altı madde daha ilave ederek yeni bir “Milli Yemin”i sizlerin ve aziz milletimin huzurunda yerine getirmek istiyorum:

1-      Türk vatanı; kuzeyindeki en uç nokta olan Sinop İnceburun, güneyindeki en uç nokta olan Hatay ili Yayladağ ilçesi Topraktutan Köyünün güneyi, batıdaki en uç nokta olan Gökçeada Avlaka Burnu, doğudaki en uç nokta olan Küçük Ağrı Dağı’nın 34 km doğusunda Türkiye, İran, Azerbaycan ve Ermenistan sınırlarının kesiştiği alan arasındaki bölünmez ve parçalanmaz bir bütündür.

Misak-ı Milli mülkü millettir, millet ise Türk’tür.

2-      Milletimiz bin yıllık tarih süzgecinden geçerek bugüne gelmiş derin bir kaynaşmanın, kurulan kardeşlik bağlarının, kültür temelinde yükselen birliktelik hukukunun muhteşem bir sonucu ve alın teridir, inançla bildirmek isterim ki, bundan geriye dönüş yoktur.

3-      Dilimiz Türklüğün geniş coğrafyasında yüzyıllar boyunca devam edegelen tarihi olgunlaşma içinde varlık kazanan müşahhas ve ihtişamlı bir lisan olan Türkçe’dir. Milli dilimizden taviz millete kadar dayanır ki, buna izin vermemiz hayatta söz konusu değildir.

4-      Millete aidiyeti şerefle taşıyan, ay yıldızlı al bayrağımızdan iftihar eden, kendisini bu aziz vatanın bir parçası sayan, ekmeğini kazanan, işini kuran, geleceğini burada gören, bunlardan da gurur ve şükran duyan kim olursa olsun herkes, büyük Türk milleti ailesinin bir üyesi ve bir güzelliği olarak anılacak ve kalacaktır.

5-      Türk milletinin gidecek başka bir yurdu, devredecek toprağı, dışlayacak bir insanı, yeni baştan çizilecek sınırı yoktur, uyarmak isterim ki aksini düşünenler hüsrana uğrayacaklardır.

 6-     Türk-İslam medeniyetine yön vermiş, kaynak olmuş Yüce Dinimiz İslam bizim iman vahamız, inanç çeşmemiz, kısaca her şeyimiz olarak ebediyete kadar baki kalacaktır.

Bugün müzakere afyonu yutmuşlar kararlılıkla duyurduğumuz bu görüşlerimiz olduğu sürece aradıklarını bulamayacaklardır.

Çünkü bizde çelik gibi yürek, bükülmez bilek, sarsılmaz irade, yüksek ahlak ve Cenab-ı Allah’ın buyruklarına tam bir bağlanış vardır.

Bu düşüncelerle bu haftaki konuşmama son verirken muhterem heyetinizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, hepinize başarılı ve huzur dolu bir hafta diliyorum.

Sağ olun, var olun.

Türk milleti sizinle gurur duyuyor.