20.11.2001 - TBMM Gup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
TBMM'de Yaptığı Grup Konuşması
20 Kasım 2001

 

Değerli Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Konuşmama başlarken hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Bu vesileyle, idrak etmekte olduğumuz Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi tebrik ediyor, Yüce Allah'tan Türk Milleti'ne ve İslam Alemi'ne hayırlara vesile olmasını niyaz ediyorum.

Huzurlarınızda öncelikle ekonomik gelişmeler ile yaşadığımız kriz süreciyle de ilişkisi bulunan bazı toplumsal rahatsızlıklar üzerinde durmak istiyorum.

Bilindiği gibi, 2000 yılının başında uygulamaya konulan ekonomik istikrar programının iç ve dış şartların elverişsizliği yüzünden aksaması sonucunda ortaya koyduğumuz "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı"nda yeni bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz.

Türk ekonomisinin, bugün, kriz dalgalarıyla yaşadığı şok sürecinin oluşturduğu kırılgan zemine ve 11 Eylül sendromuna rağmen kendini toparlamaya başladığı görülmektedir. Bir taraftan mali dengelerin ve bankacılık sisteminin sağlıklı bir niteliğe kavuşması süreci, diğer taraftan yapısal reformların tamamlanması kararlılığımızın devam ediyor olması, ülke olarak geleceğe ilişkin ümitlerimizi arttırmaktadır.

Gerçekten de, Türkiye ekonomisinin uzun bir süredir maruz kaldığı kriz ortamından, ekonomide yapısal bir dönüşümü gerçekleştirerek çıkması çok önemlidir. Bilinmelidir ki, Türk ekonomisinin periyodik krizlerden kurtulması için her şeyden önce yapılması gereken budur ve bu yönde atılan adımların olumlu etkileri kısa vadede hissedilmese de uzun vadeli olarak düşünüldüğünde sağlıklı ve kalıcı neticeler doğuracaktır.

Zaten uygulanmakta olan ekonomik programın kısa dönemde krizi ortadan kaldıracak gelişmeleri sağlamayı, uzun dönemde ise istikrar içinde büyümeyi hedeflediği açıktır.

Türk ekonomisinin yüksek faiz, yüksek enflasyon, yüksek seviyelerdeki iç ve dış borç sarmalından kurtulması, borç yapısının uzun vadeli ve düşük maliyetli kredilere kaydırılmasını zorunlu kılmaktadır. Bu düşük faizli borçlanmanın sağlıklı bir biçimde olması, yani sürdürülebilirliği ise, bütçenin faiz dışı fazla vermesine bağlıdır.

Türk ekonomisinin yeni borçlanmasını finanse edecek böyle bir fazlayı yaratamaması, kısır döngüyü devam ettirmesi anlamına gelecektir. Bunun yaratacağı neticeleri yaklaşık son otuz yıldır yaşanan periyodik krizlerle çok iyi biliyoruz. Bu sebeple, kararlılığımızı sürdürmemiz ülkemizin geleceği açısından zorunludur. Kim ne derse desin partimiz bu konuda hassas olmaya devam edecektir.

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Böyle bir yapısal dönüşümü zorunlu olarak yaşarken, toplumsal maliyetini de göz önünde bulundurmamız, popülizm bataklığına düşmeden sosyal ahengi gözetmemiz hayatî önem arz etmektedir. Çünkü, ekonominin yapısal sorunlarını aşmak için alınacak tedbirlerin ağır bir sosyal ve siyasi maliyeti olacağı bilinmektedir.

Bu maliyetin ekonomiyi yeniden daha sağlıklı şartlarda harekete geçirecek bir düzeyde olması toplumsal rıza ve güvenle ilgilidir. Güven ve rızanın oluşması ise, tabii ki alınan karar ve uygulanan politikaların gerektirdiği fedakârlıkların toplumun bütün kesimlerince dengeli bir biçimde paylaşılmasını zorunlu kılmaktadır.

Özellikle işsizlik, yoksulluk ve düşük gelir gruplarında yaşanan sorunların bu kriz sürecinde daha bir duyarlılıkla ele alınıp temel ihtiyaçların karşılanması hususunda sosyal politikalarla desteklenmesi gereğine işaret etmek istiyorum. Bu bağlamda doğrudan sosyal yardımlar daha etkin bir şekilde kullanılmalıdır ve bunun için de mahalli yönetim ve mülki idarenin işbirliği içinde çalışması gerekmektedir.

Bugün, uluslararası kuruluşlarla işbirliği halinde yürütülen programın başarılı olması için her türlü siyasi endişeden uzak bir fedakârlık içinde çalışmayı görev olarak kabul ettiğimiz gibi, bu programın yaratacağı sosyal sorunlar karşısında duyarlı olmayı da toplumumuza karşı sorumluluğumuz olarak gördüğümüzü ifade etmek istiyorum.

Düşüncemiz ve inancımız odur ki, Türkiye bu ekonomik krizden çok büyük sıkıntı çekmiş, Türk Milleti her türlü fedakârlığı yapmış, üstüne düşen hiçbir görevden kaçınmamıştır. Şimdi devletin artık eski yanlışları yapmasına veya yapılmasına göz yummasına müsaade edemeyiz.

Devlet düzeninde yapılacak reformlarla sağlanacak düzenleme ve toparlanma ile elde edilecek tasarrufların büyümeyi motive ederek güçlü bir ekonomiye geçişi hızlandırması mecburiyeti vardır. Bu anlamda ekonomik yeniden canlanma, eski hatalara fırsat vermeyecek bir yapısal değişim programının ürünü olarak kalıcı bir netice sağlayabilir.

Uygulanmakta olan programın esas sağlaması gereken, sadece bütçe içerisinde faiz yükünü düşürerek ve borçlanarak değil, ülkenin kendi dinamiklerini, üretim potansiyelini harekete geçirerek büyümesini gerçekçi temellere dayandırmak olmalıdır.

Bugün ortaya çıkan gelişmelerle bunu sağlamanın zor olmadığı, Türkiye'nin bu konuda tereddütsüz bir şekilde başarıya mahkûm olduğu hususudur.

İnanıyoruz ki, bugün geldiğimiz nokta, başarıya daha yakın olduğumuz bir noktadır ve bundan kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Muhterem Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Ülkemizin ekonomik kriz sürecindeki en önemli sorunlarından birisi de yaşadığı büyük sosyal çözülmedir. Bu çözülmenin en belirgin göstergeleri saldırgan davranışların yaygınlaşması, kapkaç, hırsızlık ve vurgunculuk gibi olayların artmasıdır. Bunlara paralel olarak yükselen ve sorumsuzluk açısından bunlarla benzer nitelikte olan başka gelişmeler de yaşanmaktadır.

Türkiye'nin aşmaya çalıştığı bunalımları ve sıkıntıları yaşayan insanlarla alay edercesine yapılan eğlenme biçimleri ile, TV'lerdeki magazin programlarında her türlü çılgınlığı ve aşırı tüketimi teşvik eden yayınların ortaya koyduğu görüntüler, düşündürücü ve üzücü bir tablo oluşturmaktadır.

Gerçekten de Türkiye ağır sorunlar yaşarken, insanlarımız işsizlik ve yoksulluğun ızdırabını yaşarken, sergilenen bu tutumlar oldukça ibret vericidir. Bu görüntüler, Türkiye'nin sosyal sorumluluk ahlâkını kaybetme tehlikesi içinde olduğunu göstermektedir. Kriz anlarını ancak sosyal dayanışmayla aşabilecek bir toplumun bu gücü yitirmesine sebep olacak, davranışlardan ve yayınlardan uzak durmak gerekir. Çünkü, bu çarpıklıklar çözülmeyi hızlandırır ve ülkemizin toplumsal gelişme dinamizmini zaafa uğratabilir.

Herkesi, ülkemizin yaşadığı kriz ve sonuçları karşısında sosyal sorumluluklarını hatırlamaya davet ediyorum. Bir yandan devlet sosyal yardım politikaları üretirken, diğer yandan toplum kesimleri arasında sosyal dayanışmanın artmasıyla sorunların çözülmesi daha fazla mümkün olabilir. Bu açıdan dayanışma ve yardımlaşma ayı olan mübarek Ramazan ayı vesile addedilerek, örnek davranış biçimlerinin daha fazla ortaya konması, şüphesiz çok önem taşımaktadır.

Ekonomik krizin aşılmasının her şeyden önce sorumluluk duygusuyla hareket etmeyi gerekli kıldığını unutmamak durumundayız. Kısacası, milletimizin dayanışma bilincini kaybettirmeye hiç kimsenin hakkı yoktur.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Konuşmamın bu bölümünde dış politika gündemimizin son zamanlarda giderek önem kazanan iki temel meselesine temas etmek istiyorum.

Bugün, ülke ve millet olarak hem iç hem de dış sorunların birbirini daha çok etkilediği; sadece teknolojik gelişmelerin değil, uluslararası ilişkilerin ve sorunların da oldukça karmaşık ve yoğun bir nitelik kazandığı bir dönemi yaşıyoruz.

Zaman zaman, güncel bazı tartışma ve sorunların ön plana çıkması, temel gelişme dinamiklerini ve ilişkiler ağını görmemizi engellemektedir. Bu durum, tabii olarak, esasın yok olmasını değil, yalnızca güncel sorunlara daha çok boğulmak zorunda kaldığımızı ifade etmektedir.

Bizce, ülke olarak yaşadığımız sıkıntıların, halkımızın çektiği çilenin bir çok sebebi bulunmaktadır. Çarçur edilen kamu kaynakları, hortumlanan bankalar, sürekli ertelenen kalıcı çözüm yöntemleri, karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar yumağının önemli bir boyutunu oluşturmaktadır.

Bunun yanına, uluslararası gelişmelerden ülkemizin payına düşen sorunları da eklemek gerekir. Soğuk savaş döneminin ardından yeni bir kulvara giren ekonomik ve siyasi küreselleşme sürecinin sağlıklı ve istikrarlı bir niteliğe kavuşmamış olması, gelişmekte olan ekonomileri ve toplumsal ahengi kurumlaştıramamış ülkeleri çok fazla etkilemektedir.

Özellikle, son on yıl boyunca uluslararası çıkar ve güç dengelerinin, dolayısıyla hesapların sürekli değişmesi, insani ve adil bir küresel düzenin inşa edilemeyişiyle ya da evrensel düzeyde meşruluğu tartışmasız olan kurum ve kuralların yokluğuyla aynı anlama gelmektedir.

1990'lı yıllar, soğuk savaş döneminin iki kutuplu dünyasını ortadan kaldırmış, ama ekonomik bloklaşmanın keskinleşmesini de beraberinde getirmiştir. Yine, aynı dönemin klasik ideolojik kavgası sona ermiş, ancak kültürler ve dinler arası soğuk savaş sürecinin canlandığı göze çarpmıştır.

İşte böyle bir küresel dönüşümde Türkiye'nin değeri azalıp konumu zayıflamamış, bilakis çok daha önemli ve stratejik hale gelmiş bulunmaktadır. Ülkemizin konumu ve rolü, hem medeniyetler ve kültürler, hem de ekonomik bloklar arasında çok daha hayati ve öncelikli bir nitelik kazanmıştır.

Bizim insanlığın geleceği açısından en büyük endişe kaynağımız özellikle iki noktada düğümlenmektedir.

Birincisi, ekonomik bloklaşmanın, aynı zamanda bir medeniyetler ve dinler arası bloklaşma potansiyelini de taşımasıdır. Küresel yoksulluk sorununun boyutları da hesaba katıldığında böyle bir riskin yabana atılamayacak bir mesele olduğu ortaya çıkmaktadır.

İnsanlığın ortak geleceği açısından ikinci büyük endişe kaynağımız ise, küreselleşmenin giderek daha sorunlu ve karmaşık bir hâl alıyor olmasıdır. Ekolojik sorunlardan teröre, bilim ve teknolojinin aklın sınırlarını zorlayan bir mecraya kayma ihtimalinden gerçek bir küresel sorumluluk kültürünün yokluğuna kadar uzanan bir alanda bütün insanlığı ciddi sorunlar beklemektedir.

Türkiye, işte böyle bir dönüm noktasında önemli ve kilit bir ülke olarak ön plana çıkmaktadır. Ancak, soğuk savaş sonrası döneme hem kurumsal ve zihni olarak yeterince hazırlıklı olamayışımız, hem de ekonomik ve siyasi istikrarsızlığı gündemimizden bir daha geri dönmemek üzere çıkartamayışımız, böyle bir rolü üstlenmemize engel oluşturmaya devam etmektedir.

Buna ilave olarak, en sıkıntılı dönemlerinde batılı müttefiklerinin yanında olan ülkemiz, kendi sıkıntılı dönemlerinde ise aynı yakın desteği ve ilgiyi görmemiştir. Hatta zaman zaman arkadan hançerlenmeye çalışılmış, bu da bugünkü konumu üzerinde belirleyici olmuştur.

Avrupa Birliği ile Türkiye ilişkilerinin sadece bugününe değil, dününe de böyle bir gözle bakıldığında bu tür değerlendirmeleri yapmak mümkün ve doğru bir yaklaşım olacaktır.

Partimiz açısından, ülkemizin artık Avrupa Birliği'ne girmeyi isteyip istemediğine karar vermesini söylemenin hiçbir gerçekçi temeli yoktur. Türkiye, bu doğrultuda tercihini yapmış, bunun için de elinden gelen gayreti göstermeye başlamıştır. Sadece bu hedefe varabilmek için de Gümrük Birliği gibi gayri adil bir anlaşmayla beş yılı aşkın süredir ağır bir bedel ödemeye devam etmektedir.

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde esas üzerinde durulması gereken nokta, Birlik yönetiminin niyeti ile politikalarındaki zig zagların ne anlama geldiğinin sorgulanmasıdır.

Ülkemizde bazı çevreler ısrarla görmek istemese bile, Avrupa Birliği kendi içinde ciddi ikilemler yaşamakta, çifte standartlı ve ön yargılı politikalarından bir türlü vazgeçememektedir. Hemen vurgulamak isterim ki, bu süreçte Türkiye karşısında Avrupa Birliği yönetiminin yanında saf tutulması ve partimizin duyarlı yaklaşımlarından gerilenlerin rahatsızlıklarını dışa vurması, gerçekleri ne değiştirmekte ne de örtebilmektedir.

Günümüzde, Avrupa Birliği'nin doğuya doğru genişlemesi kesinlik kazanmış olmasına rağmen, Türkiye'nin konumu muğlâklığını korumaktadır. Mesele, yine birilerinin zannettiği ya da bilinçli olarak takdim ettiği gibi, ülkemizin Birlik kriterlerine uyup uymama meselesi değildir. Türkiye elbette, tam üyelik sürecini diğer üye ya da aday ülkeler gibi, yerine getirme yükümlülüğü ile karşı karşıyadır.

Esas mesele, Birlik yönetiminin kapılarını ülkemize açma niyetinin düzeyi ve kendi aralarında buna hazır olup olmadıklarıdır. Herkes bilmelidir ki, zaman zaman tam üyelik perspektifinin ortaya konması, gerçek niyetler konusunda açık bir kararlılığı ifade etmemektedir. Çünkü somut bir dışlama yaklaşımının olmaması, Birlik yönetiminin samimiyetinin ve gerçek iradesinin anlaşılması bakımından yeterli değildir.

Bizler inanıyoruz ki, Türkiye'nin Birliğe üyelik tercihi doğrultusunda yaptığı fedakârlıklar ve attığı adımlar, Avrupalı muhataplarımızın ortaya koyduklarından çok daha ileri ve samimidir.

Bugün, birçok Avrupa Birliği üyesi ülke Türkiye düşmanı terörist örgütlere kol kanat germeye devam etmektedir. Türkiye'ye, Türk vatandaşlarına kapılarını açmak istemeyenlerin, terörist örgüt mensuplarına kolayca açtıklarını bilmeyen yoktur. Böyle bir uygulamayı bırakınız kabul etmeyi, anlamak bile mümkün değildir.

Amerika'nın yaşadığı 11 Eylül trajedisinden bile ders çıkartmayan Birlik yönetiminin yanlışlıklarında ısrar etmesi, Türkiye'nin endişelerinde ne kadar haklı olduğunun bir kanıtıdır.

Terörizmle mücadelenin çifte standardı kaldırmayacağını unutanların, demokrasi ve insan hakları dersi vermeye hakları olmadığını da çok iyi bilmeleri lazımdır.

Muhterem Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Bilindiği gibi, Avrupa Birliği yönetiminin, Türk milleti tarafından ister istemez şüpheyle bakılan ve birçok eleştiriyi hak eden başka yaklaşımları da bulunmaktadır. Birlik yönetimi, özellikle Türkiye açısından hayati öneme sahip sorunlar karşısında sürekli aykırı bir yaklaşım geliştirmekte ve bunları üyelik sürecinde ısrarla ön şart olarak sunmaktadır.

Bugün, bazı Birlik üyesi ülkelerin somut bir terör dalgasıyla karşı karşıya bulunmadan çok ileri düzeyde önlemler geliştirdiği görülmektedir. Ülkemizin onbeş yıl boyunca mücadele ettiği ve ağır bedeller ödediği yıkıcı ve bölücü terörizme benzer bir tehlikeyle yüz yüze kalmaları durumunda hangi önlemleri alacaklarını bugünden kestirmek bile mümkün değildir.

Ama buna rağmen, insanımızın çektiği sıkıntıları ve ülkemizi anlamakta zorluk çekmektedirler. Anlamak istememektedirler, çünkü daha hâlâ klasik söylemlerinde ısrar etmektedirler.

İşte Türk insanının, değiştirilmediği sürece anlam veremeyeceği tavır budur. Çünkü, terör mağdurlarından çok, terör sanıklarının haklarıyla ilgilenenleri tasvip etmek ve anlamak hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.

Kıbrıs sorununa yaklaşım biçimi de, böylesine önyargılı ve gerçeklerden uzak bir başka alanı oluşturmaktadır. Avrupa Birliği yönetiminin Kıbrıs sorununa bakış açısı, tarihî derinlikten yoksun ve tek taraflı değerlendirmelerin içine hapsolmuş bir anlayışın ürünü olarak kalmıştır.

Gerçekten de, Avrupa Birliği, Kıbrıs adına sürekli Rum Yönetimini muhatap almış ve üyelik müzakerelerini de sadece Kıbrıs Rum Yönetimi ile yürütmüştür. Bugün gelinen aşama, Kıbrıs Türk Halkı'nın varlığının ve hukukunun tamamen bir kenara itilerek ve uluslararası antlaşmalar açıkça çiğnenerek Kıbrıs Rum Yönetimi'nin Birliğe üye yapılmak istendiği bir aşamadır.

Bu süreçte görülmek ve kabul edilmek istenmeyen gerçek, böylesine gayrî hukukî ve gayrî adil bir yaklaşımın sorunları çözmeyeceğidir. Birlik yönetiminin jeo-politik gerçeklere gözü kapalı ve tek taraflı politikalarla bölgesel güvenliği tehdit ettiği ve Kıbrıs Türk Halkı'nın varlığını yok farz ettiğini biran önce kavramak durumundadır.

Ülkemizin bütün çabası ve arzusu, Kıbrıs'ta adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılması, Kıbrıs Türk Toplumu'nun hak ve çıkarlarının dikkate alınmasına yöneliktir. Aksi takdirde, Türkiye, Rum-Yunan tarafının tezlerini terennüm eden Avrupa Birliği yönetimi karşısında, kendi hak ve çıkarlarını savunmaya ve korumaya bütün kararlılığıyla devam edecektir.

Kıbrıs meselesine ilişkin tartışmalarda üzücü ve düşündürücü olan bir başka boyut, ülkemizde bazı çevrelerin duyarlı ve kararlı yaklaşımları eleştirirken düştükleri durumdur. Avrupa trenini kaçırma endişesi ile teslimiyet mantığını örtüştüren bu zihniyet sahipleri, son zamanlarda seslerini daha fazla yükseltmeye başlamıştır. Bunların bir kısmı, maalesef Rum ve Yunan basınında savunulan görüş ve iddialara paralel bir duruş sergilemektedir.

Ancak, bilinmelidir ki, böylesine çarpık kafaların varlığı, sadece ve sadece Türkiye'nin haklılığının bir göstergesidir.

Zaten, Avrupa trenine bir türlü yetişemeyişimizin müsebbipleri, milli haklarımızı samimiyetle savunanlar ve bölgesel güvenliğin ve istikrarın kalıcı olmasını gözetenler değildir. Unutulmamalı ki, uluslararası ilişkilerde dikkate alınmayacak olanlar, başka milli çıkar ve değerler adına kendi milleti ve devletiyle pazarlık yapma misyonuna soyunanlardır.

Aslında ülkemizin Avrupa Birliği üyeliğini kayıtsız şartsız teslimiyet derecesinde savunanlar, Kıbrıs'ı da kayıtsız şartsız teslim etmemizi istemektedirler. Türkiye böylece hem içerde hem de dışarıda mücadele etmek zorunda bırakılmaktadır.

Biliyor ve inanıyoruz ki, asıl böyle bir mantık ve tavır Türkiye'ye zaman kaybettirmekte, milli etkinlik katsayısını düşürmektedir.

Ama bunlar, hiçbir zaman, ülkemizi millî varoluş mücadelesinden ve gelişme kararlılığından alıkoyamayacak, yolundan döndüremeyecektir. Bundan önce böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır.

Bu duygu ve düşüncelerle konuşmama son veriyor, yüksek heyetinizi bir kez daha selamlıyorum.

 

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı