Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 31 Mayıs 2016
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
31 Mayıs 2016

 

Değerli Milletvekilleri,

Muhterem Misafirler,

Sayın Basın Mensupları,

Parti Meclis Grubumuzun bu haftaki toplantısına başlarken sizleri hürmet ve muhabbetle selamlıyor, en iyi dileklerimi sunuyorum.

Ülkemizin geçmişinde, “rejim sorunlarının” yaşandığı ve demokrasinin askıya alındığı karanlık ve bunalımlı dönemlerin varlığı bilinmektedir.

Türkiye’nin, milli iradeye sırt çeviren uzlaşmaz siyasetçilerin elinde kötü idare edildiği devirlere şahit olunmuştur.

Yıllardır büyük can ve mal kayıplarına neden olmuş bölücü terör ve siyasal bölücülüğün siyasi ihmal ve iradesizlikle mesafe aldığı da ortadadır.

Türk milletinin güvenliği ve kardeşliğinin hilafına yaşanan bu talihsiz dönemler hüzünle hatırlanmaktadır.

Bugün, bir ateş çemberinden geçmekte olan Türkiye Cumhuriyeti, devlet ve millet olarak bir beka sorunuyla yüz yüzedir.

Maruz kaldığımız suikastın hedefi, Türkiye’nin milli birliği ve kardeşliğidir.

Türkiye’yi etnik tuzakların içine çekmek isteyen küresel oyunun ve aktörlerinin niyeti ortaya çıkmıştır.

Bu sinsi oyunun amacı, Türkiye’yi kimlik tahrikleriyle kavga ve iç çatışma ortamına çekerek geleceğini karartmak ve dönüşü olmayan bir yola milletimizi hapsetmektir. 

Türkiye’nin milli haysiyetini ve dayanışma ruhunu kaybetmesinin, topyekûn millet olarak geleceğini yitirmesi olacağını sorumluluk mevkiinde bulunanlar ya görememekte ya da görmek istememektedir.

Bugünlere bölücü heveslere cesaret verilerek, ümit aşılanarak, açık çek ve taviz listeleri sunularak gelinmiştir.

Dürte dürte uyandırılan etnik tahrikler sonucunda terörizm alan tutmuş, şehadetlerle sonuçlanan kanlı boğuşma ülkenin geneline yayılmıştır.

Artık terörün iğrenç tesirinden hiç kimse muaf ve uzak değildir.

Türkiye’nin bir bölgesi, Türk vatanın bir yöresi resmen bıçak altına yatırılmış, bölünme ameliyatına alınmıştır.

Milli birlik ve huzurumuza kast edenler hainler, bunlara destek veren iç ve dış kaynaklı mahfiller ur gibi etrafımızı sarmışlar ve Türkiye’yi kıskaca almışlardır.

Bu kıskaç korkarız ki önümüzdeki dönemde daha da daralacaktır.

Bölücü dayatmaların daha fazla cüret kazanmasıyla iç gerginlik çok tehlikeli boyutlara taşınabilecektir.

Ve yıllardır süregelen taciz ve provokasyonlar, tam bir kaos ortamını karşımıza çıkaracaktır.

Gelişmeler ve öngörülerimiz maalesef bu yöndedir.

Milletin tarihi çıkar ve emanetleriyle çelişen kadroların bu ülkede siyasi istikrar unsuru olamayacağı geldiğimiz bu aşamada nettir, su götürmez gerçekliktir.

Bundan zarar görecek olan aziz milletimizin sosyal dokusu ve bin yıllık kardeşliği olacaktır.

Türkiye içeride hırpalanacak, giderek daha fazla kan kaybedecektir.

Dışarıda sıkışacak, daha çok zemin ve mevzi yitirecektir.

Ülkemizin bu yükü taşımaya artık tahammülü kalmamıştır.

Bıçak, kemiğe dayanması şöyle dursun, çoktan girmiştir.

İçine sürüklendiği bu ağır şartlar karşısında, milli bir seferberlik ruhuyla harekete geçmek her Türk vatandaşının kaçamayacağı tarihi bir görev ve sorumluluktur.

Devlet ve toplum hayatımızın her alanının içten içe kemirilmesine ve Türkiye’nin içerden ve dışarıdan çökertilmesi için yürütülen sistemli saldırılara karşı ilgisiz ve tepkisiz kalmak, tarihin asla affetmeyeceği bir gaflet olacaktır.

Türk milleti, bir bütün olarak bu sinsi oyunu mutlaka bozmak zorundadır.

Gün, milli birlik ve dayanışma ruhuyla uyanmak ve ayağa kalmak  günüdür.

Türk Milleti ortak akıl ve sağduyu ile bu badireyi de mutlaka atlatmalıdır.

Bu itibarla, siyasi hayatımızda çok önemli bir dönemece, kalıcı etkileri ve sonuçları olacak bir dönüm noktasına hızla yaklaşıldığını buradan ifade etmek istiyorum.

Siyasi ihtiraslarını, milli ve manevi her değerin önüne koymaktan çekinmeyen siyaset tüccarları, kendilerini bekleyen mukadder sona doğru hızla yol almaktadır.

Bizim derdimiz onlara ne olacağıyla ilgili değildir.

Mesele ettiğimiz konu siyasi işportacıların, istismar anıtlarının, yalan ve iftiracı yüzlerin utanç dolu akıbetleri de değildir.

Kaygımız Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ve Türk milletinin içine çekildiği tuzaktan nasıl kurtulacağıyla ilgilidir.

Muhterem Arkadaşlarım,

Türkiye’nin bugün karşı karşıya bulunduğu ağır sorunların temelinde, dürüst ve samimi olmayan liyakatsiz kadroların işbaşında olması yatmaktadır.

Sorunlara yanlış teşhis, gayri milli bakış felaketlerin kilidini kırmıştır.

Bölücü terör her gün üçer beşer vatan evlatlarını şehit etmektedir.

Yeri gelmişken şehitlerimize bir kez daha Allah’tan rahmet diliyorum.

İhanet sıradanlaşmış, adı konmamış bir isyankarlık hali giderek azgınlaşmıştır.

Bu esnada aylardır ateş ve ölüm hattında kısılıp kalan Nusaybin’de, az sayıda teröristin teslim sahneleri medyaya servis edilmiştir.

Günlükleri ele geçirilen bazı teröristlerin ise anne ve babalarıyla kavuşma anları ekranlardan ve gazetelerden boy boy gösterilmiş, sanki büyük bir başarıymış gibi takdimi yapılmıştır.

Şehit anaları iki göz iki çeşme ağlarken, bu sahnelerin nispet yaparcasına gösterimi neye ve hangi amaca hizmettir?

Madem canilerin anne ve baba sevgisi vardır, madem duygulu ve içli oldukları ispatlanmaya çalışılmaktadır, o zaman şehit polislerimizin, şehit askerlerimizin, suçsuz ve günahsız vatandaşlarımızın henüz kurumamış kanlarının hesabını kim soracaktır?

Teröristten masumiyet çıkarmak için uğraşanların, Diyarbakır Tanışık Köyü’nde patlatılan 15 ton bomba sonucunda canından olan 16 vatandaşımızın hakkını nasıl ödeyeceklerini düşünen var mıdır?

Ne diyelim, olan oldu bir kere, ölenle ölünmez mi diyelim?

Ne yapalım Sayın Başbakan, sen söyle bize; şehit anaları ağlarken, teröristlerin aileleriyle özlem gidermelerine, kucaklaşma fotoğraflarına methiyeler mi düzelim?

Bu vefasızlığa, bu nankörlüğe, bu vicdan yozlaşmasına ortak mı olalım?

Terörle mücadeleye hep ve sürekli destek verdik.

Aleyhimize sürdürülen kirli kampanyaya aldırmadan doğru bildiğimiz yolda ilerledik, karşı çıkışlara hiç itibar etmedik.

Bundan da hiç nedamet duymadık.

Millet ve vatan uğruna gösterilen üstün mücadele azmine, kahraman Mehmetçik, polis ve korucularımızı desteklemeye elbette sonuna kadar devam edeceğiz.

Bundan hiç kimse tereddüt etmemelidir.

Fakat ortada ihmal edilmeyecek derecede göze çarpan sorun ve pürüzler de vardır.

Teröristler helikopter düşürür, hükümetten çıt çıkmaz.

Teröristler Türkiye’ye kefen biçer, bir bakarsanız Davutoğlu gider, bir bakarsınız Yıldırım gibi vesayet gelir.

Teröristler vatanı kana bular, millete kan kusturur, beyzadeler yeni makam ve koltuk siparişini hükümet programına yazar.

Her şey bir yana, Cumhurbaşkanı’nın son günlerdeki bazı açıklamaları da bildik alışkanlıklarının ve klasikleşmiş tutumunun tekrar nüksetmeye başladığına delalettir.

Sayın Erdoğan geçtiğimiz Cumartesi günü, Diyarbakır’da diyor ki: “Terör örgütü silahları gömecek, başka yolu yok. Silahı, bombayı gömerler, koordinatları verirler, sonra gelip parlamentoda siyaset yaparlar.”

İşte bu sözler davulun kasnağına kasnağına vurmak, dirilen fitneyi daha da heyecanlandırıp hedefe sabitlemektir.

Bu sözler vatan ve Türkiye düşmanlarına yaldızlı davetiyedir.

Geçmişte Erdoğan’ın teröristlere yönelik; “silahı bırakır masaya gelirsiniz, silahlar değil fikirler konuşsun” beyanıyla, parlamentoya buyur etmesi arasında hiçbir fark yoktur.

Anlaşılan yeni bir müzakere sayfası ya açıldı ya da açılmak üzeredir.

Biz Sayın Erdoğan’ın son zamanlardaki duruş ve konuşmalarından oldukça ümitlenmiş, milli çizgiye geldiğine ve yanlıştan döndüğüne inanmıştık.

Hala da inancımızı korumak isteğindeyiz.

Dahası eski ezberlerini bırakıp makule yaklaştığını zannetmiştik.

Bu nedenle kendisini hem Cumhurbaşkanı olmasından hem de bizim düşüncelerimizi benimsemesinden dolayı takdir etmiştik.

Ancak Sayın Erdoğan eğer sürç-ü lisan etmediyse eski haline tekrar 180 derece dönüş yapmıştır.

Ne demek silahları, bombaları gömmek?

Ne demek gömülü silahların koordinatlarını vermek?

Ve ne demek sonra parlamentoda siyaset yapmak?

Sayın Cumhurbaşkanı’na bu sufleyi kim vermiş, bu hatayı kim yaptırmıştır?

TBMM’nde yeterince Kandil kontenjanlı terörist vardır.

Yenilerine bu milletin katlanmasını, dayanmasını ve hazmetmesini beklemek vicdan ve adalet cinayetidir.

Bize göre Sayın Erdoğan’ın değerlendirmeleri çözülme sürecinin şifrelerinin, söylemlerinin ve yol haritasının güncellendiğine işarettir.

Demek ki, süreç ihaneti retorikte yok sayılsa da, hala saman altından yürütülen su gibi yürümekte, kapalı kapılar arkasında hala sahiplenilmektedir.

Bu sonuca üstünkörü, yüzeysel ve önyargıyla varmadığımız iyi bilinmelidir.

Hatırlarsanız, Sayın Erdoğan’ın silahların gömülmesiyle ilgili beklentisi, çözülme sürecinin en önemli ayaklarından birisiydi.

Bu kapsamda özellikle AKP cenahından periyodik ve sistematik talepler sürekli dillendirilmiş, muhatap alınan terör örgütüne iletilmişti.

Sayın Erdoğan, bizim kanaatimizi daha da güçlendiren bir başka ifadeyi 29 Mayıs günü, İstanbul’un fethi münasebetiyle Yenikapı’da düzenlenen şölende gündeme getirmiş ve şöyle demiştir:

''Silahları gömecekler, betonlayacaklar. Koordinatlarını da verecekler. Olmadı, bu ülkeyi terk edecekler.”

Bir yanda parlamentoya gelin çağrısı, diğer yanda ülkeyi terk edin tavsiyesi; bir yanda silahları gömün isteği, diğer yanda koordinatları verin temennisi olduğu gibi Cumhurbaşkanı’na aittir.

Ve ne gariptir ki, çözülme sürecinde de aynı tonda, aynı cümle ve vurgularla PKK terör örgütüne istikamet çizilmiş, karşılıklı onca gelgitler altında kızışan pazarlıklar inatla sürdürülmüştü.

Bu gelişmelerin izdüşümünde çıkardığımız ilk sonuç gizli ve dar bir kadronun içinde bulunduğu malum görüşme ve müzakere trafiğinin gün be gün AKP ile PKK arasında mesafe aldığı yönündedir.

İkinci sonuç, çözülme sürecini kötüleme rekabetinin yerini derin bir sessizliğe, hatta eskisine eklemlenmiş yeni bir sürece bırakmış olma ihtimalidir.

Biz çok değil, bundan üç yıl evvel, silahların gömülmesiyle ilgili çağrılara itiraz etmiş, gömülenin veya betonlanın bir gün mutlaka çıkarılacağını söylemiştik.

Terör örgütünün silahları gömmesini istemenin boşuna nefes tüketmek ve hayal kurmaktan ibaret olduğuna da temas etmiştik.

Ve biz kanlı silahların muhakkak surette güvenlik güçlerine teslim edilmesini, ardından da devletin envanterine kaydedilmesini kararlı bir şekilde dile getirmiştik.

Teröristlerin ülke dışına çıkması veya çıkmasına göz yumulması çözülme sürecinin temel parametreleri arasındaydı.

Şu işe bakınız ki, Sayın Erdoğan bir kez daha buna umut bağlamakta, bir kez daha bunu diline dolamaktadır.

Bize göre bu karanlık seçeneğin dün de, bugün de tutar ve ele alınır bir yanı yoktur, olmayacaktır.

Çünkü ülke dışına çıkan katil, ilk fırsatta eskisinden daha kalabalık halde gelecek, kanlı mesaisine kaldığı yerden devam edecektir.

AKP-PKK arasında işletilen süreç kumpanyası sırasında teröristlerin ülke dışına çıktıkları veya çıkmak üzere oldukları devamlı söylenmiş, aziz milletimiz pişkince, rezilce, namertçe kandırılmıştır.

Ancak bırakınız çıkmayı, Türk vatanına teröristler doluşmuş, silah, bomba ve mühimmat depolamışlardır.

Bunu bizzat Cumhurbaşkanı ve dönemin Başbakanı geçtiğimiz yıl arka arkaya itiraf etmek durumunda kalmışlardır.

Şimdi Sayın Erdoğan bayatlamış ve süreç ihanetinin tezleriyle boyanmış marjinal önerileri uluorta seslendirmektedir.

Bu doğru değildir, ahlaki ve milli de görülemeyecektir.

Aynı yoldan geçip farklı bir sonuç beklemek zaman ve emek israfıdır.

Teröristler için tek çıkış yolu topyekûn devletin güvenlik güçlerine teslim olmak, daha sonra Türk adaletinin haklarında vereceği hükme razı gelmektir.

Bize göre başka bir alternatif yoktur, bundan sonra da olamayacaktır.

Teröristler döktükleri kanda boğulmalı, boğulmayanlar, canlı yakalanan veya teslim olanlar da akıttıkları kanların damla damla hesabını vermelidir.

Hainler affedilemez, hoş görülemez, aksine davrananların da hem bu dünyada hem de mahşerde yakasını yırtar, yüzüne kara çalarız.

Teröriste hakkı yenmiş, aldatılmış ve aklı çelinmiş insan muamelesi de yapılamaz.

Bunu yapan, buna kalkışan zulme ve işlenmiş cinayetlere ortak olmaktan kurtulamayacak, milletin bedduası ise üzerinden hiçbir zaman eksik olmayacaktır.

Sayın Erdoğan’dan ve AKP hükümetinden terörle müzakere ve mütareke değil, sonuna kadar mücadele bekliyor, şayet bu olursa samimi desteğimizi muhafaza edeceğimizi açık yüreklilikle duyuruyor, sözümüzden sapmayacağımızın teminatını da bu vesileyle yeniden veriyorum.

 

Değerli Milletvekilleri,

Türk siyaset ve demokrasisi fırtınalı bir denizde, şiddetli dev dalgaların ortasında, bozuk pusula, kırık dümenle yol almaya çalışmaktadır.

Siyaseten doğru olanla gerçekten doğu olan arasındaki sınır çizgisi belirsizleşmiştir.

Türkiye adı konmamış, ilanı yapılmamış buhranlı bir devreden geçmektedir.

Bu garabetin bir an önce son bulması, yeni bir onarım ve normalleşme sürecinin başlaması Türkiye’nin ertelenemeyecek ihtiyacıdır.

Şu günkü şartlarda, kim ülkemizde ağır bir sosyal, siyasal ve ekonomik açmazın yaşanmadığını iddia edebilir?

Kim, ülkemizde ahengin, düzenli bir işleyişin olduğunu söyleyebilir?

Kim, var olan kargaşanın bir yönetim zaafı doğurmadığından ve kaosun yokluğundan bahsedebilir?

Kim, bireysel hak ve özgürlüklerin tehditlere maruz kalmadığından, dinlenme, izlenme, gözetim altında tutulma gibi temel özgürlüklerin kısıtlanmaksızın korkusuzca yaşadığından söz edebilir?

Kim, fazlasıyla kışkırtılmış kimlik talepleriyle, yeterince birbirine düşürülmüş devlet kurumlarıyla kutuplaşma bulunmadığını savunabilir?

Kim, bu ayrıştırmanın toplumda ve devleti oluşturan erkler arasında kavgaya neden olacak kadar husumet doğurduğu gerçeğini inkâr edebilir?

Ve 14 yıllık bu birikmiş tahribatın yarınları esaret altına almayacağının taahhüdünü kim verebilir?

Bu sorularımıza,

Akıl ve vicdan tutulması yaşamayan,

Varlığını menfaat çeteleri ile ilişkilere mahkûm etmemiş,

Kirli siyaset, kirli ticaret ağına düşmemiş,

Milletin birliğine, kardeşliğine inanan,

Yalanlara ve istismarlara kulağını kapamış her vatandaşımızın vereceği cevap bellidir.

Hakim çatışma ve husumet vurgusunu her ortamda, her platformda, her zeminde sürekli yineleyerek bugünlere kadar uyarılarımızı yaptığımızı, malum sorularımıza cevap aradığımızı biliyorsunuz.

Bölücü emel, tahrik ve hayallerin demokratikleşme kriteri olarak dayatıldığı bir ülke tablosunu tüm yönleriyle yaşadık.

Bu süreç içinde, milli hassasiyetlere sahip çıkmayı, milli birliğimizi, kardeşliğimizi savunmayı ayıplayanların iftiralarıyla karşılaştık.

Milli ve vakur mücadelemizin çağdışı, ırkçı, kafatasçı ve ilkel bir tepki olarak kötülenmesini dişimizi ve yumruklarımızı sıkarak sineye çektik, sabrettik.

Türkiye’nin dibe vurduğunu, vahim gidişatın sonuç alması halinde; ortada ne üniter devletin, ne milli devletin, ne Türk milletinin birliğinin kalacağını korkusuzca söyledik

Böyle devam ederse Cumhuriyetle şekillenen temel yapılanma ve kurucu değerler sisteminin bütünüyle ortadan kalkacağının uyarısını yaptık.

İç huzur, kardeşlik ve dayanışma ruhunun yara alacağını, tuzaklarla dolu çok sancılı bir döneme doğru girilmekte olduğunu yüksek sesle ifade ettik.

Bu konudaki ikazlarımızı ve kapsamlı analizlerimizi geride kalan yıllardaki açıklamalarımızın tamamında bulmanız mümkündür.

Allah’a bin şükür, biz haklı çıktık, hakkın ve halkın yanında durduk.

Bundan sonra da artan bir mücadele şevki, geri adım atmayan yüksek bir azimle yolumuza devam edeceğiz.

Fakat ülkemizin daha iyiye gideceğine dönük umutlarımız oldukça azdır.

Yeni kurulan hükümetin öncekileri mumla aratacağını da peşinen öngörüyoruz.

22 Mayıs’ta yapılan AKP’nin 2’nci Olağanüstü Kongresi’nde Genel Başkan seçilen Sayın Binali Yıldırım başkanlığında 65’nci Cumhuriyet hükümeti 24 Mayıs’ta kurulmuş, 29 Mayıs’ta da TBMM’den güvenoyu almıştır.

Yeni hükümete her şeye rağmen başarılar diliyorum.

Türkiye’nin onca sorunu; başını ağrıtan, ayağını çelmeleyen, geleceğini karartan devasa meseleleri vardır ve bilinmektedir.

Fakat Sayın Yıldırım’ın gündemi Cumhurbaşkanı’na ayarlanmış, adeta çivilenmiştir.

65’nci hükümet saraya tam bağlılık, sarayın hedeflerine tam bir sadakatle işbaşı yapmıştır.

Fakat yeni hükümetin milletin refah ve huzura kavuşması gibi bir endişe ve gayesi yoktur.

Yeni hükümetin gücü ve meşru yönü de zayıf, arızalıdır.

İç ve dış sorun alanların yerinde bile sayması şöyle dursun, devamlı arttığı, fazlalaştığı açık ve ortadadır.

Yeni hükümetin siyasi gündeminde yalnızca Sayın Erdoğan’ı nasıl başkan yaparız hedefi vardır.

AKP’li yöneticiler peş peşe yeni bir dönemden bahsetmektedir.

AKP’nin bir genel başkan yardımcısı başkanlık sisteminin fiilen başladığını, milletvekilleri olarak anayasayı statüye uyduracaklarını söylemiştir.

Yeni hükümetin 24 Mayıs’ta Meclis’te okunan programının omurgasında; “Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle birlikte ortaya çıkan fiili duruma Anayasa'yla resmi ve hukuki bir statü kazandırılması zaruret haline gelmiştir” yaklaşımı egemen olmuştur.

Parlamenter sistemin milletin ümüğünü sıktığını söyleyenden, oğlan bizim kız bizim, erklerin hepsi bizim diyenlere kadar ipini koparan konuşmuş, her şeyi söylemiş, bu sayede anayasanın ruhu delik deşik edilmiştir.

Son ve en etkili çıkışı da yeni Başbakan yapmış ve demiştir ki:

“Cumhurbaşkanının milletiyle ilişkisindeki fiili durumunu Anayasaya uygun hale getirmek biz AK Parti Grubunun en önemli işidir, boynunun borcudur.”

Başbakan anayasaya aykırı durumun farkındadır.

Başbakan anayasanın ihlal edildiğini, Cumhurbaşkanı’nın anayasayı çiğneyerek sürekli suç işlendiğini de bilmektedir.

Allah var ya Sayın Yıldırım bayağı akıllı ve tedbirlidir.

Bu maksatla anayasaya uyulmuyorsa, yazılacak yeni anayasayla mevcut statükonun meşrulaştırılması gerektiğini en azından kavramış, kaldı ki bununla da tembihlenmiştir.

AKP’nin vicdan sahibi değerli milletvekilleri ve oy veren muhterem vatandaşlarımız şu sorularımızın muhasebesini Allah için yapmalıdır:

Her şey bitmiş ve halledilmiştir de Türkiye’nin bir tek meselesi olarak başkanlık sistemini inşa etmek mi kalmıştır?

AKP’nin bir Grup Başkanvekili diyor ki, “Türkiye'de güven ve istikrarın kurumsallaşması için başkanlık sisteminin önemli olduğunu düşünüyoruz.”

Yani güven ve istikrarın kurumsallaşmadığı mı söyleniyor?

Halbuki bugüne kadar en çok övülen, usandıracak kadar tekrarlanan propaganda söylemi güven ve istikrardaki kurumsallaşma değil miydi?

Türkiye’nin hızlı karar alan ve uygulayan, icra gücü yüksek bir yürütme erkine ihtiyacı varmış. AKP’nin iddiası böyledir.

Peki, 14 yıldır elinizi tutan mı vardı, hızlandınız da sizi durduran mı çıktı?

Ne istediniz de olmadı? Neyi hedeflediniz de ulaşamadınız?

Yine AKP’li yöneticiler diyor ki, denge, denetim mekanizmasının tam işlemediği mevcut sistem aslında tam olarak parlamenter bile olmayan, ne olduğu belirsiz bir sistemmiş.

Bu değerlendirmelerini tamamı fuzuli, tamamı sahte ve asılsızdır.

Parlamenter sistemle büyüyüp palazlananlar, şimdi kalkmış inkarcılıktan ve imhadan medet umuyor.

Mesele Türkiye’nin önünün açılması, güçlenmesi olmayıp sadece bir kişiye yeni bir koltuk, yeni bir makam ihdas etme çabasıdır.

Hedeflenen başkanlık değil, başkancı sistemdir. Ve sonu da diktatörlüktür.

Bölgesel ve küresel sorunların çıtası yükselirken Türkiye’nin içine kıvrılması, rejim ve sistem arayışlarıyla oyalanması çok tehlikelidir.

Bakınız, ABD’li askerler IŞİD’e karşı 24 Mayıs’ta başlatılan Rakka operasyonu sırasında PYD armasıyla objektiflere yakalanmışlardır.

Hatta bazı ABD’li askerlerin koluna canibaşını resmeden dövmeler yapılmıştır.

PYD eşittir PKK’dır.

Müttefikimiz ABD, PKK’yla yan yana, yanak yanağıdır.

Bu nasıl iştir? Bu nasıl bir kepazelik, nasıl bir husumettir?

ABD’nin PKK’yla beraberliği düşmanlık alameti değilse nedir?

Sayın Cumhurbaşkanı haklı olarak bu skandalı kınamıştır.

Milliyetçi Hareket Partisi de hem telin etmekte, hem de lanetlemektedir.

AKP’li Dışişleri Bakanı’nın ABD’yi ikiyüzlülükle suçlaması işlenen cürümün yanında hakikaten hafif kalacaktır.

ABD’nin PYD ve PKK’yla arasından su sızmıyorsa, bundan sonra NATO’da aynı safta yüz yüze nasıl bakılacak, ne söylenecektir?

ABD’nin Savunma ve Dışişleri Bakanlıklarının sözcüleri, YPG armalı askerlerinin IŞİD’e karşı savaşan güçlere danışmanlık ve yardım görevinde bulunduklarını açıklamışlardır.

Kısacası özrün bile kabahatten büyüklüğü saklanamamıştır.

Gelen tepkiler üzerine, bir ABD’li komutan da, YPG armalarını giymek yetkisiz ve uygusuz demek zorunda kalmıştır.

Türkiye’nin ise PKK’nın yanı sıra, IŞİD’e yönelik operasyonları sürmektedir.

Milli bekamız çok yönlü tehdit altındadır.

Bu şartlar altında AKP’liler başkanlıkla yatıp, partili Cumhurbaşkanlığıyla kalkmaktadır.

İranlı Zarrap’ın ABD’deki yargılama sürecinde, savcı 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk dosyasını delil olarak göstermiştir.

Meselenin bam teli, bu karanlık adamın bakanları rüşvet karşılığı satın aldığını dünya alemin diline düşürmüş olmasıdır.

Ülkemizin imajı sarsılmakta, hukuk devleti ilkesi yerlerde sürünmekte, saygınlığımız adeta kurşuna dizilmektedir.

Bir diğer sıkıntı ise Almanya Federal Meclis’inde 2 Haziran’da görüşülecek sözde Ermeni soykırım yasa tasarısıdır.

Başbakan Yıldırım konuyla ilgili hassasiyeti dün mevkidaşı Merkel’e iletmişse de, ne olacağı, Alman Meclisinde nasıl bir karar alınacağı bilmece gibidir.

Türkiye’nin etrafı çembere alınmaktadır.

Başkanlık dayatması, yeni bir sistem zorlaması ters tepecek, muhataplarını şimdiden uyarıyorum, alayını mahcup ve perişan edecektir.

Başkanlık parantezine alınarak planlanan yeni anayasa AKP’nin parti tüzüğü, saray fermanı, hükümdar iradesinin temellendiği bir misak şeklinde görülmemelidir.

Aksi halde yıkım ve iç kargaşa ağlarını örecek, Türkiye’yi yiyip bitirecektir.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Dediler ki, Olağanüstü Büyük Kurultayın engellenmesi karşılığında başkanlık sistemine onay vermişiz.

Dediler ki, Olağanüstü Büyük Kurultayın hukuken önüne geçilmesi halinde partili cumhurbaşkanlığına evet demişiz.

Peki kimdir bunlar?

İçimizden dışımızdan ne kadar müfteri, ne kadar paralel virüs, yazarçizer artığı, uzman yorumcu ve kiralanmış köşe yazarı, sermaye beslemesi, doğrusu ve rotası şaşmış çevre varsa hep bir ağızdan bize çamur attılar.

Sağ olsunlar günahlarımızı da almayı başardılar.

Milliyetçi Hareket Partisi’ni layıkıyla tanımayan, hakkıyla idrakten yoksun ve ifadeden mahrum cahiller ve namertler sıra sıra karşımıza dizilip süngümüzün düştüğünü hayasız koro halinde uydurdular.

Bilmiyorlardı ki, biz ancak Allah karşısında eğilir, ancak millete boyun bükeriz.

Bizden hesabı ancak Milliyetçi-Ülkücü irade ve mensubiyet şerefiyle müşerref olduğumuz büyük Türk milleti sorar.

Yalnızca ikbalimiz, yalnızca oturacağımız koltuklar için ülkülerimizi terk edeceğimizi, karakterimizi aldıracağımızı iddia edenler bastıkları yerde ot bitmeyen bereketsizlerdir.

Sırf Olağanüstü Büyük Kurultayın yapılmaması karşılığında inandıklarımızdan ödün verdiğimiz iddiası alçak bir tezvirat, Ülkücü ahlak ve adanmışlığı yok sayan edepsizliktir.

Biz Ülkücüyüz, biz Türklüğün keskin kılıcı, İslam’ın yükseklerde dalgalanan ar ve namus simgesiyiz.

Nasıl bir sorumluluğun omuzlarımızda olduğunu hamd olsun biliyoruz.

Sözümüzden hiç dönmedik. Geçmişimizi hiç çiğnemedik.

Ve üstlendiğimiz emaneti de Allah şahit olsun çiğnetmeyeceğiz.

Ülkücü ömürlerin fazilet, keyfiyet, metanet ve duasıyla zalim oyunları, şer kampanyalarını, ihanet tuzaklarını, sırtımıza hançer sallayan işbirlikçilerin riya duvarlarını yıkarak bugünlere geldik.

Bundan sonra da yıkacağız.

Biz dava dedik, siyasetten daha fazlasına gönül verdik.

Biz dava arkadaşı dedik, partili olmanın kat be kat üstüne çıktık.

Biz Türk-İslam ülküsü dedik, ülkülerin en güzeline bağlandık, aşkların en karşılıksız olanına tutulduk.

Biz Türk-İslam sevdasını hayatımız boyunca taşıdık, Üç Hilal’e umutlarımızı iliştirdik, istiklal özlemlerimizi gözyaşlarıyla yıkadık.

Bilge Kağan'ın, "Türk beyleri, milleti, bunu işitin!" diyerek uyarıya başladığı asırlar öncesinden bugüne elden ele taşınarak getirilen kutlu mirası yüreğimizde taşıdık.

Toprağa düşmüş ülkü canlarını, al bayrağın ardına düşmüş gencecik ülküdaşlarımızı kalbimizin mihverine koyduk, onların yolundan, izinden yürüdük.

Bizi dünyevi menfaatler karşılığında pazarlık yapmakla itham edenler ne tarihimizi, ne ülkümüzü, ne geçmişimizi bilenlerdir ve ne de bunlar gelecekte aramızda olacaklardır.

24 Mayıs’ta Yargıtay Olağanüstü Büyük Kurultayla ilgili kararını açıkladı, hukuki savunmamızı kabul etmedi.

Bu kapsamda Ankara 12’nci Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 8 Nisan 2016 tarihinde vermiş olduğu kararı onadı ve son noktayı koydu.

Bize düşen de Milliyetçi Hareket Partisi’nin daha da tartışılıp yıpratılmasının önüne geçerek gereğini yapmaktı.

Biz de yaptık ve seçimli Olağanüstü Büyük Kurultay tarihini 10 Temmuz 2016 Pazar günü olarak belirledik. Ve de bunu dava arkadaşlarımıza ve milletimize ilan ettik.

Yargıtay’ın gerekçeli kararını açıkladıktan bir gün sonra lazım gelen değerlendirmelerimizi milletimizle paylaştık.

Bilinsin ki, Yargıtay 18’nci Hukuk Dairesi adaletsizliği teyit etmiş, haksızlığa ve yandaşlığa imza atmıştır.

Rize’de çay toplayıp Kırşehir’de defalarca devlet başkanı diye tarif ettiği Sayın Erdoğan’ı hararetle alkışlayan bir hukukçu mantığının yönettiği bir kurumdan başka bir sonuç da zaten beklenemezdi.

Yargıtay’ın Sayın Başkanı çayı topladığına göre herhalde demini almasını bekleyecek, siyasi cirit oynarken giydiği yandaş ceketi üzerine tam gelecektir.

Bu nadir bulunur değerli şahsiyetin sanıyorum, harman yerlerinde saman savurması, biçerdöver üzerinde poz vermesi, çizme giyip pancar sulaması, kasketi takıp pamuk toplaması, yetmiyorsa fındık işine girmesi an meselesidir ve beklenmelidir.

Yargıtay 18’nci Hukuk Dairesinin gerekçeli kararını inceleyen dikkatli, objektif ve şuurlu bir akıl, hukukçu olmasa dahi birçok fahiş hata ve çarpıtmanın olduğunu ne yazık ki görecektir.

Buna rağmen hak etmese de yargı kararına saygı duyacağız.

Yüksek yargı organlarının ne hale düşürüldüğünü, nasıl siyasileşip tarafsızlığını kaybettiğini üzülerek izliyor, bunun Türkiye’ye büyük bir maliyeti olacağını düşünüyoruz.

Gerçi Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay’ın muhterem başkanlarının böyle bir hassasiyet ve meselesi olmadığını da ibretle takip ediyoruz.

Dünya onlara güzeldir, saltanat süren onlar, ceremeyi çeken, hak ve talepleri umursanmayan millettir.

Paralel ve yandaş kuşatmasına alınmış yargının bu haliyle ve bu tablosuyla adım atacak mecalinin kalmadığı ortadadır.

Ve diyorum ki, adaletin kalan izleri de Rize’de çay tarlasında silinmiş, Kırşehir’de hakkın rahmetine kavuşmuştur.

Biz 10 Temmuz’daki Olağanüstü Büyük Kurultayla hem tüzüğümüzü değiştirecek, hem de seçim yapacağız.

Bunun dışında hiçbir kurultay tarihini tanımıyoruz.

Olağanüstü Büyük Kurultay kapsamında, 19 Haziran gününü açıklayıp kaos imalatı yapan, MHP’yi paralel hesap ve yönlendirmeyle ele geçirmeyi planlayanlara da asla, hiçbir şart altında itibar etmeyeceğiz, izin vermeyeceğiz, dikkate almayacağız.

Kurultaysa istenen, 10 Temmuz niye görülmez?

Tüzükse değiştirilmek istenen, genel başkanlık, merkez yönetim kurulu ve disiplin kurulu seçimleri ise hedeflenen 10 Temmuz’a niçin uyulmaz?

Ne yapılmak istenmektedir? Hangi amaç gözetilmektedir?

Milliyetçi Hareket Partisi’nin hükmü şahsiyetini, tarihi hak ve ülkülerini savunmak bizim şerefimiz, şehitlerimize sözümüz, Türk asırlarına ve ecdadımıza namus borcumuzdur.

Şerefin tavizi, namusun hiçe sayılması asla olmayacaktır.

Aziz ülküdaşlarım, mukaddes davamızın geleceğini elinde tutan her biri birbirinden kıymetli değerli delegelerimiz; hepinize güveniyor, hepinizle bu can bu tende kaldığı müddetçe beraber olacağımızı, hep birlikte Çankaya Yokuşunda Asya’nın Bozkurtlarını söyleyeceğimizi gönül huzuruyla ifade ediyorum.

Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin.

Hepinizi saygılarımla selamlıyor, bir hafta sonra karşılayacağımız 11 ayın sultanı Ramazan ayının şimdiden mübarek olmasını Rabbim’den niyaz ediyorum.

Sağ olun, var olun. Ne Mutlu Türküm diyene.