Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 8 Haziran 2016
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
8 Haziran 2016
 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Muhterem Misafirler,

Sayın Basın Mensupları,

Bu haftaki parti Meclis Grup toplantımız, başı rahmet, ortası mağfiret ve sonu ise cehennemden kurtuluş olarak müjdelenmiş mübarek Ramazan ayının 3’ncü gününe tekabül etmektedir.

Konuşmama başlarken muhterem heyetinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyor, Cenab-ı Allah’tan tüm dua ve oruç ibadetinizi kabul etmesini niyaz ediyorum.

Aziz milletimizin, Türk ve İslam aleminin Ramazan-ı Şerifi’ni yürekten tebrik ediyorum.

Oruç, manen hasta ve hasarlı kalplerin devasıdır.

Oruç, azgınlaşan nefis şeytanının aşamayacağı ihlas duvarıdır.

Oruç, sabrın ve şükrün mihrabı; yakınlık ve hatırlamanın mehtabıdır.

Bu kutlu ay, gönüllere girmenin, gönülleri fethin eşsiz bir fırsatıdır.

Kim yardım bekliyorsa, elimiz uzanmalıdır.

Kim ilgi ve sevgi gözlüyorsa, vicdanımız yetişmelidir.

Paylaşmanın güzelliğini, kardeşlik ve dayanışma hissiyatının ruhunu canlı tutmalıyız.

Ramazan, huzur iklimi, bereket ayıdır.

Ramazan, varlık ve yokluk üzerinde muhasebe yapacağımız, günaha yüz dönüp ilahi lütuflara kucak açacağımız eşsiz bir imkândır.

Teravihte kıldığımız namaz, sahurda ettiğimiz niyet, iftar sofralarında kavuştuğumuz nimet bize Orucun engin faziletini öğütler, büyüklüğünü öğretir.

Tabii ki, sadece içmemekle, sadece yememekle oruçlu olmayız, oruç tutmuş sayılmayız.

Oruca; dilimiz, bedenimiz ve kalbimiz de aynı anda, aynı şevkle katılmadıktan ve şehadet etmedikten sonra manevi muradımızın gerçekleşmeyeceğini de bilmeliyiz.

Kul hakkını gasp edip Oruç tutuyorum demek açlığa bahanedir.

Hem harama el sürüp, hem Oruçlu olmak; hem yalan ve iftira kaynağı olup hem de Oruç’tan bahsetmek eğer ahmaklık değilse akıl körlüğü, inanç kıtlığıdır.

Yüce dinimiz İslam; hükümlerinde sevgi, muhabbet, ahlak ve adaletin hâkim olduğu tutarlı, değerlerine bağlı ve kendisiyle barışık bir toplum oluşturmayı amaçlamıştır.

Bu amaca ulaşmanın yollarından birisi de Oruç ibadetini bihakkın yapmaktan geçmektedir.

Komşusu aç iken tok yatacak kadar şuurunu kaybetmişler için Orucun bir anlamı yoktur.

Takiyyeden geçinen, tezvirata bel bağlayan, taassubun eteğinden tutanlar için de Orucun herhangi bir bağlayıcılığı olmayacaktır.

Besmele çekip soygun yapanın, zikir çekip kan dökenin, Oruç yiyip nifak saçanla Oruç tutup fitneye ortak olanın hepsi bir ve aynıdır.

Ramazan ayında İslam âleminin kendini gözden geçirmesi, deyim yerindeyse kantara vurması, aksayan yönleri üzerinde kafa yorması en halisane dileğimizdir.

Çünkü İslam toplumları bırakınız yerinde saymayı, devamlı surette geriye gitmekte, ilkelliğin uçurumuna savrulmaktadır.

Bu gidişatın hiç de hayırlı olmadığı açıktır.

Kan ve vahşet denizine dönen Ortadoğu’nun İslam’ın özünden hızla uzaklaştığı inkar edilemez boyuttadır.

Dirliğini ve direncini kaybeden İslam ülkelerinin yeni bir dirilişe, yeni bir yükseliş ve sıçrayışa ihtiyacı azımsanmayacak derecede fazladır.

Bilim, sanat, spor, ekonomi, kültür, ticaret, siyaset ve sosyal hayatın tüm alanlarında korkutucu bir çarpıklık, çoraklık ve çölleşme hâkimdir.

Müslümanlar itikat, siyaset ve fıkıh ekseninde farklı farklı mezheplere bölünmüş, ortaya çıkan kutuplaşma katılaşmış ve keskinleşmiştir.

Bu kutuplaşma emperyalist ülkeler tarafından kullanılarak daha da derinleştirilmekte, daha da şiddetlendirilmektedir.

Türkiye’yi de içine alan geniş coğrafi havzada zulmün egemenliği, acımasızlığın sivrilişi nice insanlık dramının yaşanmasına neden olmaktadır.

Nitekim İslam alemi tıkanmış, nefesi kesilmiş, enerjisi tükenmiş ve geriye sarmaya başlamıştır.

Bu kısır döngünden çıkmak için İslam’ın gerçek mesaj ve manasına nüfuz etmek, daha da önemlisi bunu yaşamak ve yaşatmak kaçınılmaz bir gerekliliktir.

Hz. Peygamber, kendisinden yapılan bir rivayette şöyle buyurmaktadır:

“Ümmetim hakkında en çok dilce alim, kalbi hikmetten nasip almamış münafık kimseden korkuyorum. Onlar konuşma gücüyle etkiler, cehaletiyle saptırır.”

Şayet birlik içinde bir istikbal aranıyorsa; münafıkların şerrinden İslam toplumlarını kurtarmak, içiçe geçmiş cehalet prangalarını da birer birer söküp atmak şart ve lazımdır.

Ramazanın mehabet ve manevi havasında; yoksulluk girdabında kıvranan, yolsuzluk selinde sürüklenen, baskı ve despotizm açmazında can çekişen yüz milyonlarca masumu her zamankinden fazla düşünmeliyiz.

Daha iyi bir dünya, daha müreffeh bir hayat uzak bir hayal değildir.

Adil ve ahlaklı bölüşüm, hakkı gözeten paylaşım, demokratik değerleri ve insan onurunu esas alan yönetim modelleri olmayacak bir şey de görülmemelidir.

İstersek, hidayet ve haysiyet ortak paydasında buluşup; maneviyatımızın bizlere yüklediği sorumluluğu yerine getirirsek zincirleri kırar, çemberi yarar, düştüğümüz buhrandan Allah’ın izniyle çıkarız.

Dediğim gibi, ilk şart istemek ve bunun gereğini harfiyen yapmaktır.

İnanırsak, azmedersek mutlaka başarır, kötülüğün maskesini yırtar, yeni baştan ayağa kalkarak geleceğimize sahip çıkarız.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Ramazan ayının sükût ve sağduyu içinde idrak edilmesini istiyoruz.

Ramazan ayının barış ve kardeşlik içinde idrakini arzuluyoruz.

Osmaniye’de 14 canımıza mal olan elim trafik kazasının henüz yankı ve ıstırabı dinmemişken, İstanbul’dan aldığımız kara haber yüreklerimizi kavurmuştur.

Allah’tan korkmayan, kuldan utanmayan, insanlıkla en ufak bağı bulunmayan caniler Ramazan’da da boş durmamışlardır.

Çünkü bunlar şeytanın emir eri, kafirliğin kirli eli, imansızlığın ve şerefsizliğin ta kendileridir.

Ne dini bilirler, ne inancı tanırlar, ne de insanlığı takarlar.

Allah’ın belası terörizm yine devrede, yine saldırıdadır.

Dün sabah saatlerinde İstanbul Vezneciler’de hepimizi acıya boğan bir vahşet yaşanmıştır.

Çevik kuvvet otobüslerinin geçişi esnasında bomba yüklü bir araç patlatılmış, İstanbul bir kez daha kalbinden isabet almıştır.

Bu hain saldırıda 7’si polisimiz, 5’i sivil vatandaşımız olmak üzere 12 kardeşimiz şehit olmuştur.

Ayrıca 3’ü ağır olmak üzere, 36 kardeşimiz de yaralanmıştır.

Ağzımızdan çıkacak her söz artık boğazımızda düğümlenmektedir.

Şablon ifadeler, klasik diklenmeler, bildik meydan okumalar hükmünü hepten kaybetmiştir.

Bilinmesini isterim ki, İstanbul’da patlayan bombalar Türkiye’nin tamamını hedef almıştır.

Şehit olan 12 evladımız hepimizi yakıp yıkmıştır.

Son yurdumuz mateme gömülmüştür.

Rabbim bu mübarek günde şehitlerimize rahmetiyle muamele etsin.

Acıları paylaşıyorum, şehitlerimizin ailelerine, milletimize ve kahraman Türk polis teşkilatına başsağlığı diliyorum.

Temenni ederim ki, yaralı kardeşlerimiz en kısa sürede şifa bulur, sağlık ve sıhhatlerine kavuşur.

Hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmayalım ki, Türkiye bir felaketi yaşamaktadır.

Ankara’da başkanlık falı açanların, partili cumhurbaşkanlığı olsun diyen tutturanların, çıkarlarını her şeyin önüne koyanların bereketsizlik ve beceriksizliği gizlenemeyecek derecede ortadadır.

Ülke olarak kaosta olduğumuz inkâr edilemez.

Ülke olarak karanlıkta bocaladığımız da yok sayılamaz.

Türkiye’yi yönetmekle mükellef ve sorumlu hükümet, bir tek kişinin peşine düşmüş, ona yeni bir koltuk bulma arayışına koyulmuştur.

AKP hükümeti başkanlık bağıyla bahtını bağlamış, partili cumhurbaşkanlığı niyetiyle gözünü karartmıştır.

Başbakanlık koltuğunda oturan Sayın Yıldırım, geçen hafta öyle bir açıklama yapmış, öyle bir yanlışa imza atmıştır ki, Türkiye’nin kuruluş sütunları bir kez daha sallanmıştır.

Başbakan şu açıklamayı fütursuzca yapabilmiştir:

“Anayasa ne söylerse söylesin, Cumhurbaşkanımızın fiili olarak sorumluluğu doğmuştur. Filli durumla Anayasanın şu anda birbiriyle uyumlu hale getirilmesi gerekir.”

Bu ucube sözler hukuk devletinin rafa kalktığının vesikasıdır.

Bu sözler Anayasa suçu, kanunsuzluğun belgesidir.

Yürürlükteki Anayasaya bütünüyle bağlı ve sadık şekilde görev yapması gereken bir hükümet başkanı bizzat Anayasanın üzerini çizmiştir.

Bugün Anayasa ne söylerse söylesin diyenler, yarın millet ne derse desin dönüşünü ahlaksızca yapabileceklerdir.

Sayın Başbakan’a bu hakkı kim vermiştir?

Hadi Sayın Erdoğan bin deyince binenler, yarın in dediğinde ne yapacak, nereye saklanacak, yine bu hukuksuzluğun fedaisi kesilecekler midir?

Hukuk yoksa, Anayasa askıdaysa, devletin dayandığı ilkeler imha edilmişse, o zaman terörle bizim bilmediğimiz hangi yöntemlerle mücadele edilecektir?

Eğer bir devletin hukuku ezilmiş ve dağılmışsa meşruiyeti kalacak mıdır?

17-25 Aralık hukukuyla Türkiye’yi yönettiğini sananlar geleceğimize büyük zarar ve ziyan vermektedir.

Türkiye terörün darbesiyle sarsılırken Sayın Erdoğan kendi derdinde, Sayın Yıldırım verilen ev ödevlerini yapmanın telaş ve hevesindedir.

Katiller büyükşehirlere bomba yüklü araçları birer birer sevk edip pusu kurarken Cumhurbaşkanı “anneliği reddeden bir kadın yarımdır” diyerek halt etmiş, patinaj yapmış, kadınlık onurunu incitmiştir.

Doğum kontrolü polemiğinde çıta yükselten Erdoğan’ın, doğmuş ve büyümüş evlatlarımıza kıyıldığını görmesi için, merak ediyoruz, daha neyin olması gerekmektedir?

Cumhurbaşkanı; Uganda’da “eti çiğneyebilen dişler birlikte olan dişlerdir” sözüyle mevkidaşını kıs kıs güldürürken, Türkiye’nin dişleri teker teker sökülmüş, ama oralı bile olmamıştır.

Yine Cumhurbaşkanı Ankara İncek’ten karşılığını vermek kaydıyla Uganda’dan toprak isterken, vatan topraklarına kokuşmuş emellerin gölgesi düşmüştür.

Türkiye yanarken, terör azarken; Sayın Erdoğan Doğu Afrika’yı baştan ayağa gezmiş, dolaşmış, bir tek yandaş avcılarla safariye çıkmadığı kalmıştır.

Teröristler cinayet yolculuğundayken, MİT Müsteşarının görevden alınıp alınmadığı, kimliği meçhul üst aklın talimat verip vermediği biteviye tartışılmıştır.

Özellikle 20 Temmuz 2015’ten buyana, büyükşehirler peş peşe bombalanmış, işgal yıllarında dahi görülmemiş rezillikler sahnelenmiş; fakat bu iktidar bana mısın dememiştir.

Düşününüz, bombayla yüklenmiş kanlı araç İstanbul Veznecilere kadar getiriliyor, infilak ettirileceği uygun zaman kollanıyor; bundan kimsenin ruhu duymuyor, kimsenin haberi olmuyor.

Bu nasıl bir devlet yönetimidir?

Bu nasıl bir iktidar anlayışıdır?

Türkiye’de isminin başında millilik bulunan bir istihbarat teşkilatı var mıdır? Vardır.

Türkiye’de kör topal olsa da bir hükümet var mıdır? Vardır.

Peki bu istihbaratın köküne kıran mı girmiş, bu hükümetin kökü mü kurumuştur?

Nerede bu devlet, nerede bu hükümet, nerede bahsedilen milli kudret?

Yüksek yargı başkanlarının mevsimlik işçilere özenip çay topladığı, MİT Müsteşarının Afrika’da gezdiği bir devlet sahipsiz değildir de nedir?

Masum insanlarımızı dinleyen, gözetleyen, sahadan gerekli gereksiz istihbarat toplayan bir kamu kuruluşunun, tehditleri önlemesi, tehlikeleri fark etmesi beklenirken, aksi gelişmeler yaşanmaktadır.

Âdeta güvenlik amacıyla mahalle arası yol kesen ve kontrol yapanlar, bomba yüklü araçları hiç mi görmediler, hiç mi şüphelenmediler?

Cumhurbaşkanı diyor ki, ilk insanla başlayan bu mücadele kıyamete kadar sürecektir.

Sayın Erdoğan ne demeye çalışmaktadır?

Hangi ilk insanın mağarasında bomba patlamış, hangi ilk insan terör faaliyetine girişmiştir?

Mücadele kıyamete kadar sürecekse, yani terörün bitmeyeceği kabulleniliyorsa, yıktık, dize getirdik, başardık, gömdük, bitirdik demenin ne alemi vardır?

Her terör saldırısından sonra güvenlik toplantıları yapılır, sonra toplananlar bir daha buluşmak üzere yine dağılır.

Bir bakarsınız, devletin zirvesinden açıklama üstüne açıklama yapılır.

Hemen sonra taziye mesajları yağmur gibi yağar.

Her seferinde; “sabrın sonundayız, bıçak kemiğe dayandı, bu defa başka olacak, bedelini ödeyecekler, sonuçlarına katlanacaklar, yarın çok şeye gebe” türünden sayısız konuşmalara şahit olunur.

Fakat göz boyayan kararlılık beyanları bir süre sonra fos çıkar. Ve de hayaller yerini gerçeklere bırakır.

Türk milleti yıllardır bu kısır döngünün içinde hapistir.

Bir defa şu kesindir ki, bugün terörizm milletimizin boğazına sarılmışsa suç ve vebal ilkesiz AKP kadrolarının sırtındadır.

Oslo’da yapılan pazarlıklar bomba olarak dönmüştür.

İmralı ve Kandil arasında kurulan taviz köprüsü Türkiye’yi ateşe atmıştır.

Hükümet çamura basıp çalıya asmaktan utanmamış, uslanmamış, terörizmi ufalayacağı yerde neredeyse uyduluğuna talip olmuştur.

Ne yaşıyorsak dünün eseridir.

Neyle muhatapsak dünün gaflet ve ihanetinin sonucudur.

Türkiye’yi Suriye ve Irak yapmak isteyen küresel çevrelere iradesini kaptıranların aslında ne yatacak yerleri, ne de bağışlanacak yanları vardır.

Teröristler Türkiye’nin her bölgesinde eylem yapmaktadır.

Giresun’dan sonra, 5 Haziran günü, Gümüşhane-Torul karayolunda bir evladımızın şehadetine neden olan hain saldırı bunun en açık delilidir.

Ülkemiz vahim bir darboğazda, çıkmaz bir sokaktadır.

Bebek katilleri her yerdedir.

Şu rezil cürete bakınız ki, IŞİD çetesi Kilis ve Gaziantep’i sözde fethetmek için tüneller açmış, bunu bile denemiştir.

Bedeli şehit kanıyla ödenmiş bu aziz vatan topraklarında hak iddia eden, pay isteyen, yanılıp yenilip bir çakıl taşımızı ele geçirmeye kalkışan kim olursa olsun sonu korkunç ve yok oluştur.

Türk’ün fetih namusunun mukaddes bir mirası olan son yurdumuzu gasp etmek niyetinde olanlar önce bizim bedenlerimizi çiğneyecekler, sonra Cehenneme kadar gideceklerdir.

Biz AKP’nin yanlışlarını biliyoruz.

Uygulamadaki ve bugüne kadar ki eksik ve ihmallerinin de bilincindeyiz.

Ancak Milliyetçi Hareket Partisi’nin Türk milletinin güvenliği ve milli bekanın sağlam esaslara bağlanması hususunda fedakar ve sorumlu politikalarından ödün vermesini de hiç kimse beklememelidir.

Terörle mücadelede her zaman güvenlik güçlerimizin ve devletin yanında ve arkasındayız.

Bu kapsamda, dün TBMM’ye sevk edilen "Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”na mutlaka destek verecek, gereğini de eksiksiz yapacağız.

Demek ki neymiş, fiili desteğimiz hukuki boyut alabiliyormuş.

Türk askerinin terörle mücadelede elini güçlendirmek, ihtiyaç duyduğu hukuki güvenceyi daha da genişletmek için elimizden gelen çabayı göstereceğimizden herkesin emin ve müsterih olmasını bilhassa ister ve temenni ederim.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Türkiye kan kaybetmektedir. Nitekim hasar büyüktür.

Türk vatanı zifiri günlerden geçmektedir. Nitekim tehlike devasa düzeydedir.

Şırnak ve Nusaybin’de 82 gün süren operasyonların bittiğini, PKK’nın bozguna uğradığını söyleyenler, terörizmin hedeflerini perdelemekte, gerçekleri örtbas etmektedir.

PKK veya IŞİD’i maşa olarak, Ortadoğu’nun yeni baştan dizaynında kullanan küresel fitne cephesi, Türkiye’nin insan ve toprak varlığı üzerinde karanlık planlamalar yapmaktadır.

Yenidünya düzeni diye yutturulmak istenen kandırmaca, kaostan düzen tesisinin süslü ve şifreli ifadesinden başka bir şey değildir.

Bu maksatla, dini ve etnik hassasiyetleri kaşıyan yıkıcı terör, finansal ve ekonomik spekülasyonlar, beşeri varlığın mankurtlaşmasına yol açacak algı ve bilinçaltı operasyonlar acımasızca kullanılmaktadır.

Demokrasi ve özgürlük kavramları gerçek anlamından soyutlanıp savaş ve parçalanma enstrümanı olarak tedavüldedir.

Bir asırlık zoraki ve dayatmayla inşa edilmiş bölgesel statükonun değişmesi için sınırların yeniden çizilmesi, ülke ve rejimlerle oynanması asıl gündemdir.

Terör örgütleri kurgulanmış asimetrik mücadelede emperyalist efendileri tarafından oyuna sokulmuşlardır.

IŞİD – PKK – YPG - El Nusra, Boko Haram ve diğerleri hedeflenen harita değişikliği ve coğrafi boşaltım konusunda görevlendirilmişlerdir.

7 Mart 2003’de, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın Fas’tan Basra Körfezi’ne kadar Türkiye dahil 22 ülkenin sınırları ve haritaları değişecek kehaneti farklı yollarla hayata geçmektedir.

Büyük Orta Doğu Projesi’nin önü açılmakta, zalimler Türk ve Müslüman öldürerek mesafe almaktadır.

Ve de BOP’un ana menüsünde Türkiye vardır.

Bölgesel şok dalgalarının, küresel şiddet esintisinin sınırlarımızdan içeriye girmesi tesadüf görülmemelidir.

YPG’nin omurgasını teşkil ettiği Suriye Demokratik Güçleri’nin Türkiye’nin Suriye sınırına 40 km uzaklıktaki Menbiç’i, IŞİD’ten temizlemek amacıyla 31 Mayıs’ta başlattıkları operasyon emperyalist bir komplodur.

Bu operasyona koalisyon güçlerinin havadan, ABD’nin ise karadan destek vermesi kimseyi şaşırtmamalıdır.

Cumhurbaşkanı’nın, “YPG’nin Fırat’ın batısına geçişini istemiyoruz” uyarısı, “gerekirse kendi göbeğimizi kendimiz keseriz” hamaseti gerçeklerle uyuşmamaktadır.

AKP’li Dışişleri Bakanı, “operasyonlar bittikten sonra, Fırat’ın batısında bir tane bile YPG’li istemiyoruz” diyerek Erdoğan’ı yalanlamakla birlikte, hükümetin tüm tez ve kırmızıçizgilerinin ihlal edildiğini ilk ağızdan itiraf etmiştir.

ABD’nin, YPG’nin yalnızca Menbiç’in çevresindeki bölgeyi IŞİD’ten almak için savaşacağını söylemesi kuyruklu yalandır.

Cerablus ve Rakka arasında önemli ve stratejik bir ikmal hattı olan Menbiç’in, batı imalatı IŞİD’ten alınması, Suriye’nin kuzeyinde kurulması adım adım ilerletilen terör devletine açık destek, açık hizmettir.

IŞİD, YPG’nin ikizi, PYD ve PKK’nın diğer yüzüdür.

Ve bunlar Türkiye’nin çözülmesiyle Ortadoğu’nun dinamitlenmesi işine kiralanmıştır.

Bu oyun hükümet tarafından görülmeli, A’dan Z’ye birlik ve beraberlik ruhu diri tutulmalı, musibetlere müştereken karşı koyulmalıdır.

Türkiye bölgeden dışlanmış, hiçbir gelişmeye müdahil olamamıştır.

Bir başbakan yardımcısının, dış politika değişikliği zaruri görüşü, en azından AKP’nin son 10 yılının red ve iflas duyurusudur.

AKP’nin dış politikasında kırılmadık, dökülmedik hiçbir şey kalmamıştır.

İsrail’e uzatılan zeytin dalları, Mısır’ın gönlünü alma çabaları, Rusya’yla gerilen ilişkileri tamir arayışları AKP hükümetinin geçmişine yüz çevirdiğini, söylediği tüm sözleri yuttuğunu kanıtlamaktadır.

Dış politikadaki çöküşün nasıl olsa bir müsebbibi ve günah keçisi bulunmuştur.

Tüm olumsuzluklar Sayın Davutoğlu’na yüklenmiş, ne yapalım, her şeyi sabık Başbakan eline yüzüne bulaştırdı kurnazlığıyla karşı harekât başlatılmıştır.

Ne var ki, dış politikadaki çürümenin “one minute” seslenişiyle hızlandığı, başkent Ankara’nın politikalarından sapılmasıyla çuvallandığı her vicdan sahibi tarafından onay görecektir.

Dış politikada acil bir dönüşüm ve düzenlemeye acil ihtiyaç vardır ve ertelenmesi halinde çok yönlü fatura kabaracaktır.

Türkiye’nin yurtta ve cihanda barışı hedeflemesi, komşularıyla iyi ilişkiler kurması, milli çıkarlarına leke sürdürmemesi her açıdan mecburiyettir.

Unutulmasın ki, Türk milliyetçileri varken; bu aziz vatan parçalanamayacak, bu devlet yıkılamayacak, bu büyük millet bölünemeyecektir.

Ve de hiçbir şer yuvasına, ihanet cephesine, nifak taarruzuna izin vermeyiz, şans tanımayız.

 

Değerli Milletvekilleri,

Türk milleti üzerinde oynanan oyunlar hiç bitmedi, hiç kesilmedi.

Milli kimliğimizi çözmeye çalıştılar; 36 etnik yapıdan bahsettiler.

Büyüme, zenginleşme, kalkınma dediler; ne var ne yok sattılar savdılar.

Milli ve üniter devletimizi kundaklamaya çalıştılar; kurum ve kuralları yerle bir ettiler, teröristlerle aynı masaya kuruldular.

Sözü geçen ülke olacağız dediler; özümüze kara çaldılar.

Dünyada parlayan yıldız olacağız dediler; ışığımızı söndürdüler.

Yüzleşme dediler; tarihimizi yargıladılar.

Ezber bozuyoruz dediler; geçmişimizi sorguladılar.

Tabuları yıkalım dediler; eski defterleri araladılar.

Özürler dilediler, isyankârları, Türk’e düşman çevreleri ümitlendirip heyecanlandırdılar.

İmralı canisinin üslubuyla Ermenilere mektuplar yazdılar.

 “Anadolu insanları ve Halkları” tabirlerini, Türklükle hesaplaşma arzusu güdenlere ikram ettiler.

Ülkemiz kendi tarihine vakıf olmayan, kendi tarihinden bırakın gurur duymayı, küresel heveslerin rüzgârına kapılan ucuz zihniyet sahiplerince sahipsiz bırakıldı.

En sonunda Almanya’nın sözde Ermeni soykırım kararına gelgitli tepki gösterdiler, üst aklın talimat verdiğinden yakındılar.

Sözde soykırım iddiası Türk milletiyle hesabı olan her ülkenin başvurduğu iflah olmaz bir saptırma, hayasız bir karalama ve çarpıtmadır.

Şimdi buna dost ve müttefik bildiğimiz Almanya’da eklenmiştir.

Parlamentolar tarihi olaylar üzerinde hüküm ihdas edemeyecekler, karar veremeyeceklerdir.

Aksi bir tutum etik ve ahlaklı bir tavır olmayacağı gibi, meşru ve muhik bir tercih de sayılamayacaktır.

Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın müttefiki olarak girmişti.

3 Ağustos 1914’de ilan edilen seferberliğin öncesi ve sonrasında; Ermeni çeteleri bir dizi isyan ve tedhiş faaliyetine girişmişti.

Kayseri, Maraş, Bitlis, Muş, Diyarbakır, Elazığ, Erzurum, Sivas, Adana, Ankara başta olmak üzere birçok vatan yöresinde Ermeni isyan ve terör olaylar vuku bulmuştu.

Ermenilerin binlerce Müslüman Türk’ün canına ve malına kast eden katliamları karşısında bile, Osmanlı hükümetinin sakin ve soğukkanlı tavrını muhafaza ettiği tarihi belgelerle sabittir.

Ancak terör olayları durmak bilmeyince, dönemin hükümeti, İmparatorluğun farklı bölgelerinde yaşayan Ermenileri savaş bölgelerinden çıkararak uzak yerlere iskan etmeye karar vermiştir.

Ermenilerin yerlerini değiştirmek onları imha etmek değil, devletin güvenliğini sağlamak ve korumak amacına dayalıdır ki, sonuna kadar doğru, sonuna kadar da helaldir.

27 Mayıs 1915 tarihli Sevk ve İskan Kanununa göre; Erzurum, Van, Bitlis vilayetlerinden çıkarılan Ermeniler Musul’un güney kısmı, Urfa ve Zor sancağına,

Adana, Halep, Maraş civarından çıkarılanlar Suriye’nin doğu kısmı ile Halep’in doğu ve güneydoğusuna nakledilmiştir.

Sözde soykırım korosunun iddia ettiği üzere, yer değiştirme sırasında 1,5 milyon Ermeni ölmemiştir.

Zira tarihi kayıtlar, 1914 tarihli nüfus istatistiği Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ermeni nüfusun en fazla 1 milyon 250 bin olduğuna işaret etmektedir.

Türk düşmanları şunu kafalarına iyice soksun ki, tehcir sırasında Osmanlı ordusu katliam yapmamıştır.

Elbette geçmişin hakikatlerini değiştirmek en başta tarihe ihanet olacaktır.

Kim ne söylerse söylesin, Türk milletini sırtından vuranların tehciri, Türk vatanının yüz yılını kurtaran muhteşem siyasi bir karardır ve çok şükür gereği yapılmıştır.

Bize sözde soykırım çamuru atan Haçlı yedekleri, sütten kesilmemiş bebekleri ve hamile kadınları öldüren; insanlarımızı diri diri yakan, kız çocuklarına akla gelmedik işkenceleri yapan Ermeni katliamlarını niçin konuşmaz, niçin eleştirmez?

Türk ölünce sesi çıkmayanlar, katile hak ettiği ceza verilmesinden dolayı neden hoplar, neden rahatsız ve huzursuz olur?

Bayburt, Tercan, Erzurum ve çevre köylerde savunmasız ve masum halkı topluca infaz eden Ermeni canilerdir.

Erzurum’da 2 bin 127 erkek cesedi, Kars Kapı’da balta ve süngü ile öldürülmüş 250 ceset ile toplam 8 binin üzerinde insanımıza kast edilmiştir.

Ermeni mezalimini merak eden kim varsa; gitsin Erzurum Hasankale’ye, Van’a, Trabzon’a, Bayburt’a, Erzincan’a sorsun, gerçekleri, yaşanmış acı ve vahşilikleri mahallinden öğrensin.

Türk milleti yer değiştirme kararını vermemiş olsaydı; bu vatanda varlığımız, istikbalde adımız kesinlikle mümkün olmaz, olamazdı.

Tehcir yerindedir, bugün olsa yine kaçınılmazdır.

Bu itibarla dönemin İttihatçı kadroları milli bir şuurla vazifelerini yapmışlardır. Biz onlardan razıyız, inanıyorum ki Rabbim de razıdır.

Alman parlamentosu tarih sayfalarını karıştırırken soykırım incelemesi yapmak istiyorsa, 1914’e değil aynaya baksın, orada aradığını bulacaktır.

İnsandan sabun yapacak kadar profesyonel canavarlığın izine mazimizde rastlanması ve bunların eline su dökülmesi imkansızdır.

Hitleri sinesinden çıkaran bir toplumun, Yahudilere ve Namibya’ya karşı işlediği soykırım suçundan arınmayan bir ülkenin bize insanlık dersi vermesi traji komiktir.

Bizi üzen ve düşündüren, Alman parlamentosunda Türk olduğu söylenen bir kısım milletvekilinin de tasarıya evet demesi, hatta tasarının mimarları arasında yer almasıdır.

Sayın Erdoğan son derece haklı olarak;  “Ne Türk’ü be? Bunların kanları laboratuvar testinden geçmesi lazım” sözleriyle en sert tepkiyi koymuştur.

Ne tuhaftır ki, Sayın Erdoğan’ın bu sözlerini biz söylemiş olsaydık, ne ırkçılığımız kalmış, ne de kafatasçılığımız bırakılmıştı.

Ancak iş kan tahliline kadar geldiyse, bu işten hiç kimse yakayı kurtaramayacak, laboratuvar analizinden kolay kolay çıkamayacaktır.

Acaba, bir zamanlar “1915’te devletin suç işlediği gün gibi açık” diyerek sözde soykırıma yeşil ışık yakan eski ve sabıkalı akilin kan değerlerine dikkat edilecek midir?

“Başbakan’ın Meclis kürsüsünden belgeleriyle 1915 Ermeni soykırımını anlatmasını” isteyen yandaş gazetecinin kan sonuçları incelenecek midir?

“Ermeni soykırımı yapanları asla aklamayız, Türk diye bir ırk yoktur” diyecek kadar gözünü kin bürümüş AKP’nin tecrübeli soysuzun kan testi de yapılacak mıdır?

1915’te yaşananların 1948 Birleşmiş Milletler Soykırım Beyannamesindeki şartları karşıladığını iddia eden AKP’nin Ermeni kontenjanlı milletvekilinin damarlarında taşıdığı kanın nereye doğru aktığı izlenecek midir?

“Ermeni katliamının olduğunu düşünüyorum” diyen bir yandaş kalemşorun, “1915’in soykırım tanımı dışında tutulması gerçekçi değil” diyen eski Başbakan Başdanışmanın da kanına, yetmezse sütüne, o da olmadı hamuruna titizlikle bakılacak mıdır?

Sayın Cumhurbaşkanı, kan konusunda hakkınız vardır; fakat gelin bu konuya çok girmeyin, gelin bir daha kan lafını ağzınıza almayın; çünkü kansızların kanı olmaz, kanı bozuklardan tertemiz kan çıkmaz.

Almanya’nın sözde Ermeni soykırım kararı hükümsüzdür ve bizim tarafımızdan kınanmıştır.

Milliyetçi Hareket Partisi ecdadına toz kondurmaz.

Milliyetçi Hareket Partisi ihtiyaç duyulan asil kanın Türklüğün damarlarında dolaştığına yürekten inanır.

Milliyetçi-Ülkücü Hareket’in atı eşkin, kılıcı keskindir.

Ve Ülkücüler aydan arı, sudan durudur.

Biz tarihimizle onur duyar, müfterilere avuç açmayız.

Biz Türk milletine mensubiyeti şeref sayar, alçak oyunları bozarız.

Allah’ın izniyle oyunları yine bozacağız, oyuncuları yine hezimete uğratacağız.

Zaman alabilir, emek isteyebilir, yorgunluk ve yılgınlığa da neden olabilir; ancak oyun sahnelendiği müddetçe bize rahat yoktur, bize durup dinlenmek haramdır.

Oyunu Türklüğün asil ruhu bozacaktır.

Oyunu Türk milletinin ruh kökü bozacaktır.

Oyunu bozkurdun asalet ve çağları aşan çağrısı yıkıp geçecektir.

Oyun bozulacak, Milliyetçi Hareket tepeden tırnağa temizlenecektir.

Oyun bozulacak, bizi durdurmaya çalışanlar, bize çelme takmaya uğraşanlar kâğıttan kuleler gibi devrileceklerdir.

Bu düşüncelerle sözlerime son verirken hepinizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.

Sağ olun, var olun.