20.05.2008 - TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma

20 Mayıs 2008

Değerli Milletvekilleri,

Basınımızın muhterem temsilcileri,

Hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Dün büyük Atatürk’ün doğumunun 127 ve milletimiz için bir dönüm noktası olan Samsun’a atılan ilk adımın 89. yıl dönümünü Gençlik ve Spor Bayramı olarak bütün yurtta kutladık.

Bu vesile konuşmama bu günün anlam ve önemini bir kez daha vurgulayarak başlamak istiyorum.

Bilindiği gibi, 1910’lu yıllar, toprak ve insan kayıplarının milletimizde yılgınlığa neden olduğu, ataletin bütün vatan sathına yayıldığı bir dönemin acı tarihidir.

Bu tablo,

  • Vatanımızı paylaşmak için haritalar üzerinde pazarlıkların yapıldığı,
  • Topraklarımızın sömürgeci güçlerce birbirine ikram edildiği,
  • Tersanelerimizin, ordumuzun dağıtıldığı,
  • Aydınlarımızın dağınık ve bulanık kurtuluş reçeteleri peşinde koştuğu karanlık bir devrin gerçekleridir.

Bu itibarla bu zillete tahammülü kalmamış olanların uyandırılması, onlarla güç ve eylem birliği içine girilmesi, yüreği millet sevgisi ile dolu milliyetçiler için artık kaçınılmaz hale gelmişti.

İşte, 19 Mayıs 1919’da Atatürk’le başlayan süreç, umutsuzluk, yoksulluk, yılgınlık içinde ve hareketsiz kalmış millet varlığına olan inancın ifadesi ve başlangıç noktası olmuştur.

Samsun’dan başlayan bu mücadele süreci, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle anlam ve güç kazanacak, önce Ankara’da Meclisin açılması ile sonra kurtuluş savaşının kazanılmasıyla ve nihayet Cumhuriyetimizin ilanı ile taçlanacaktır.

Bu itibarla, 19 Mayıs tarihi ile gelişen olaylar zinciri, atıl duran ve bir ilk hareket bekleyen millet varlığından, nasıl bir mücadele yöntemi çıkabileceğinin de eşi bulunmaz bir örneği olmuştur.

Adım adım ilerlenen bu yöntemin ayrıntıları ve esası,

  • Milli güçlere ve kanaat önderlerine dayalı bir meşruiyet,
  • Ortak duygu ve aklın bir araya getirildiği toplantı kültürü,
  • Milliyetçi fikriyatın ortaya çıkardığı tam bağımsızlık kararı,
  • Dönemin küresel güçlerini defetmek için lazım olan kahramanlık ve
  • Kimliği zayıflamış toplumda Türklüğü yeniden yükseltmek için duyulan heyecanda aranmalıdır.

Ne üzücüdür ki, aradan geçen 89 yıl sonra, yöneticilerin gafletinin, devletimizin kazanımlarını sekteyle uğratacak, milletimizin kaynaşmasını geriye döndürecek önemli gelişmelere kapı araladığı bu günlerde, 19 Mayıs 1919 ruhunun manası hepimiz için daha da önem kazanmıştır.

Bundan 89 yıl önce, 15 Mayıs 1919’da, Atatürk’ün ertesi gün, gemi ile Samsun’a gitmek için son hazırlıkları yaptığı bir günün tam 89 yıl sonrasında ve aynı gün yaşananları dikkatinize sunmak istiyorum.

İngiltere’nin İstanbul’da davet verebileceği başkonsolosluk mekanı bulunmasına rağmen, bağımsız bir ülke olan Türkiye’nin kendi karasuları içinde, Devletimizin Cumhurbaşkanlığı makamının bir İngiliz Savaş Gemisinde kraliçe tarafından kabulü, hepimizi derinden düşündürmelidir.

Yabancı devlet adamlarının milli meselelerimize görüş adı altında küstahça müdahale ettikleri, sözde tavsiye maskesi ile direktifler yağdırdıkları, Türk hukuk sistemini, siyaset geleneğini ve milli haysiyetini aşağılamaya çalıştıkları günümüzdeki gelişmeler iyi yorumlanmalıdır.

Bunun için, bu tarih doğru okunmalı ve doğru anlamlandırılmalıdır.

  • 19 Mayıs, zedelenen, aşağılanan, hor görülen milli onurun dirilişidir.
  • 19 Mayıs, Türk milletinin tarih sahnesinde yeniden doğruluşudur.
  • 19 Mayıs, teslimiyetçi, tavizkâr ve kişiliksiz yönetimlere karşı milli devletin doğuşunun müjdesidir.

Bu düşüncelerle, kurtuluş mücadelesini başlattığı bu çok anlamlı günün yıldönümünde, Mustafa Kemal Atatürk’ü, kurucu kahramanları ve aziz şehitlerimizi şükranla, minnetle ve rahmetle bir kez daha anıyorum.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Bildiğiniz gibi 19 Mayıs gününü, anlamına uygun törenlerle kutlarken, ne üzücüdür ki, bu bayramı kendilerine armağan ettiğimiz gençliğimizin durumunun yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir.

Ne üzücüdür ki, geleceğimizi emanet ettiğimiz gençliğimiz için bugün hak ettikleri güzellikleri onlara sunduğumuzu ifadeden maalesef çok uzaklardayız.

Gençlik, en genel anlamıyla yeni fikirler, aydınlık düşünceler, taze güç ve dinamik bir kuvvetin, yaşlanması mukadder olan bir toplum yapısına giren zindeliği, heyecanı, enerjiyi ifade etmektedir.

Gençlik aynı zamanda ekonomisini toplum yapısına göre planlamış, kaynaklarını kullanma becerisini gösteren, beşeri potansiyelinin farkında olan, gelişmenin nesiller üzerindeki sürekliliğini sağlamış milletler için bulunmaz bir kıymet, muhteşem bir dahili kudretin tanımıdır.

Bu itibarla hiçbir yeraltı zenginliği olmayan günümüzün gelişmiş ülkelerinin en önemli serveti yetişmiş insan ve gençlik gücüdür. Dünya hızla yaşlanırken, Türkiye elindeki büyük genç nüfusun sağladığı stratejik üstünlüğü ne yazık ki kullanamamaktadır.

Ülkemizin verim alınamayan insani ve iktisadi kaynakları, hakkaniyetle paylaşılamayan milli geliri, bir türlü oluşturulamayan toplumsal işbirliği ve dayanışmadan uzak iş ve üretim ortamı, elbette ve öncelikle gençlerimizi etkilemektedir.

Bugün ülkemizde 15 ile 24 yaş arasındaki genç nüfus 13 milyona yaklaşmıştır. Bir beşeri potansiyel demek olan bu fikir ve emek ordusunun sayısı, birçok ülkenin toplam nüfusundan daha fazladır.

Ancak, bu yaş grubuna sağlanan eğitimin, iş imkânlarının ve hayat standardının, geleceğimizin teminatı olduğunu sürekli tekrarladığınız gençlerimiz açısından yeterli olduğu söylemek mümkün değildir.

Milyonlarca ailenin yoksullukla boğuştuğu Türkiye’de, o aileler içinde yaşayan yüz binlerce gencimizin de bu darboğaza dahil olması zaten kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımızdadır.

Bugün ülkemizde işi olmayan her yüz kişiden 35’i gençtir. Bir buçuk milyona yakın gencimiz iş aramaktadır.

Genç nüfusumuzun %30 kadarı öğrencidir. % 30’u çalışmaktadır. %40 kadarı ise hem okumamakta, hem de çalışmamaktadır. Bu durum yaklaşık beş milyon gencin tamamen atıl olarak beklediğini göstermektedir.

Bizim anlayışımıza göre bu tablo, kullanamadığımız, hatta maddi ve manevi anlamda etrafına bir yük olan servetin israfı demektir.

Üniversite kapılarında her yıl bekleyen genç sayısı, iki milyona dayanmıştır. Mezuniyet sonrası bitmek tükenmek bilmeyen iş arama sorunlarına rağmen, bunların ise ancak üçte biri yüksek öğretim imkânı bulabilecektir.

Çalışabilme gücüne fiziksel olarak ulaşmış olmasına rağmen, eksik eğitim, yetersiz istihdam, azalan iş imkânı gibi faktörlerle gençliğin hayata tutunma umudu giderek zayıflamaktadır.

Geleceğini ses ve müzik yarışmalarına, piyangolara, bahislere, şans oyunlarına bağlayanların sayısı çığ gibi büyümektedir.  Kısa yoldan para kazandıracağı düşüncesiyle Televizyonlardaki yarışmalarına başvuranların sayısı birkaç milyona ulaşmıştır.

Genç nüfusun işsizliği beraberinde sosyal ve kriminal sorunlar da getirmektedir. Şiddete eğilim artmakta, sorunların yalnızca kaba kuvvetle çözüleceğine dair kanaatler güçlenmektedir.

Geçtiğimiz günlerde yapılan bir ankette, gençliğin önem verdiği, örnek aldığı şahısların arasında, dizi film kahramanlarının olması bu açıdan hepimizi derinden düşündürmelidir.

Feodal kalıntı, töre, mafya türündeki dizi filmlerin özellikle gençler arasında rağbet görmesi, okul önlerinde giderek artan şiddet olayları, ilkokullara kadar inen suçlu yaşı, başta hükümet olmak üzere hepimiz için uyarıcı olması gereken bir konudur.

Rol model aldıkları bu aykırı insanlar gibi giyinen, takınan ve davranan gençlerin sayısındaki artış gözle görünür seviyelere yükselmiştir.

Bugün, hukuka uymayan, kural tanımayan, kendi kuralını dayatan, sorunları tahakküm ederek çözmeye çalışan gençlerin neden olduğu vahim olaylar her gün medyada yer almaktadır.

Bunları görmezden gelmemiz mümkün değildir. Bunlar bizim gençlerimizdir. Bu gençler ise, bizlere, bizim kuşaklarımızın sevgi ve ilgisi ve himayesine emanettir.

Milleti milli kültür değerlerini taşıyan bir kutlu varlık olarak gören Türk milliyetçileri için, bu kültür mirasının nesillere taşınmasındaki kopuk ve hasarlı zincir halkalarını yok farz etmek mümkün değildir.

Takdir edersiniz ki, bu kadar ağır sorunlar altındaki bir gençliğin ne kendisi ile, ne ailesi ile, ne toplumu ile ne de ülkesiyle barışık olması, huzur içinde bir hayatı işbirliği ve uyumla geçirmesi söz konusu olmayacaktır.

Gençlerin yaşamak zorunda kalacakları işsizlik sorununun bir başka mahsurlu yönü ise, aile kurmada gecikme veya bir aile sorumluluğu duymaktan uzaklaşma tehlikesidir. Bu, özellikle Türk milletinin en küçük birimi olan ailenin sarsılmasına neden olabilecek, önemli bir travma noktasıdır.

Yine gençliğin ekonomik hayata geçişindeki gecikmeler veya engeller aynı zamanda toplumsal işbölümüne geçişini de önlemektedir. Bu ise toplum hayatına ve demokratik süreçlere yabancılaşmanın bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.

İçinden çıkılmaz hale getirilen eğitim sistemimizle gençlerimiz de, zor ve çağdışı koşullarda, yetersiz kural ve disiplinden uzak bir eğitim ile geleceğin mimarı olamayacaklarının farkındadırlar.

Kendilerinden önceki nesillerin de işsizlikle, yoksullukla boğuştuklarına şahit olarak, gelecekten umutları azalmıştır.  Sağlıklı olmayan konutlarda ve şartlarda, dar gelirli aileleri ile birlikte hayat mücadelesi vermektedirler.

Sigara, alkol ve hatta uyuşturucu kullanan genç nüfusun sayısında yaşanan artış, evlatlarımızın ne kadar sahipsiz olduklarını gözler önüne sermektedir.

Bugünün gençleri, yarının yetişkinleri olacaktır. Bu itibarla, gençlerimize bugün sahip çıkamamanın faturası, önümüzdeki yirmibeş yıllık süreçte karşımıza çıkacak, yaşlanacak olan bugünkü gençler ülkemizin önüne o tarihlerde başka ilave sorunları da beraberinde getireceklerdir.

Bu nedenle sorun büyük ve çözümü acildir. Günübirlik tedbirlerle geçiştirilemeyecek kadar ciddidir.

Partimiz, gençliğe yapılacak yatırımı, aziz Cumhuriyetimizi emanet etmenin anlamına da uygun olarak, Türkiye’nin geleceğine yapılacak en önemli yatırım olarak görmektedir.

Bu itibarla hükümeti, Türkiye’nin acil çözüm bekleyen birikmiş ağır sorunlarının yanı sıra ve onlardan da önce olmak üzere, gençliğin sorunlarına eğilmesini bekliyoruz.

Bu konuda,

  • Tam bir fırsat eşitliği sağlayarak eğitimin kalite ve standartlarının yükseltilmesi,
  • Eğitim sistemi içerisindeki süreçlerle kişisel yeteneklerinin tam olarak ortaya çıkartılması ve buna göre hayata hazırlanması,
  • Boş zamanlarını değerlendirebilecekleri, yeteneklerini keşfedebilecekleri, sosyal ve kültürel ortamların acilen sağlanması,
  • Bu maksatla, Milliyetçi Hareketin önerdiği “gençlik merkezlerinin” kurulması,
  • Engelli gençlerimizin eğitimindeki özelliğin de dikkate alınarak gerekli eğitim alt yapısı ve teknolojik imkânların artırılması,
  • Bir nedenle toplum dışı kalmış, hatta suça eğilim göstermiş gençlerin topluma kazandırılması için tedbirler alınması,
  • Ve hiç değilse kısa vadede bir çözüm olması düşüncesiyle, acilen üretimi artıracak makro tedbirler ile istihdamda gençlere öncelik tanınması, bizim hükümete önereceğimiz düşüncelerdir.

Değerli Milletvekilleri,

Gençlik hem fertlerin yetişkinliğe hazırlanması için doğal bir yaş dönemi, hem de milli hayatımız için toplumla uyumlu ve ona yeni şeyler katmak için yetiştiği sosyal sürecin adıdır.

Bu nedenle, genç yalnızca kendisine karşı değil yaşadığı topluma karşı da bir sorumluluk taşımaktadır.

Ancak, geleneksel bağların hızla koptuğu, yerine yeni değerlerin ikame edilemediği, dilini, tarihini, kültürünü yeterince benimsememiş bir gençliğin de milletimizin geleceğinde katkı sağlayacağını beklemek elbette ki fazla iyimserlik olacaktır.

Bu itibarla, bizim anlayışımıza göre, Cumhuriyetimizi emanet ettiğimiz geçliğin bizden daha iyi ve daha sorumlu yetişmesi, hepimiz için vaz geçilmez bir milli görev, aynı zamanda vatan ve insanlık borcudur.

Aksi halde, görevini yerine getirmeyen yetişkinlerin ihmal ettiği gençlerin, ekonomiye, eğitime ailelerine, topluma ve ülkemize bir katkılarının olmasını istemek de, beklemek de insaflı ve adil bir yaklaşım olmayacaktır.

Bugün bu konuda bir sorun varsa, bunun yegâne sorumluları, ülkemizi yıllardır kısır ve günübirlik tedbirlerle avutmaya çalışan, yeterli yatırım, istihdam ve üretim yaratamayan, vatandaşımızın çaresizliğini politik istismarla oya dönüştürmeye çalışan siyasetçiler ve siyasal iktidarlardır.

Eğitimsizlik ve işsizlik vatandaşlar için bir kusur ve suç değil, ama iktidarlar için bir görev ihmali, sorumluluk ayıbı ve yönetimdeki başarısızlık demektir.

Bugünün gençleri de bir zaman sonra ülkemizin yetişkinleri ve yaşlıları olacaklar ve onlara da yeni nesil gençliğin sorumluluğu teslim edilecektir. Bundan kaçış yoktur.

Bugün 15 24 yaş kuşağında bulunan gençlerimiz, Cumhuriyetimizin 100. yılı ve Atatürk’ün Samsun’a çıkışının 104. yılı olan 2023 senesinde 30 ile 49 yaş aralığını yaşayacaklardır.

O tarihi dönem geldiğinde, siyaseti, bilimi, sanatı, ekonomiyi bugünkü genç kuşak yürütecek, Türkiye’nin 21. yüzyılının kapısını aralayarak Lider Ülke Türkiye’nin mimarları olacaklardır. Hedefimiz de, ümidimiz de budur.

Bunun için Türkiye şimdiden;

  • Gençlerine milli kültürden beslenen çağdaş ve yüksek bir eğitim veremezse,
  • Küresel rekabetlere Türkçe bakabilen ve cevap verebilen gençlik yetiştiremezse,
  • En kısa sürede, istihdam alanları oluşturarak, gençliğe iş ve aş imkânlarını sunamazsa,
  • Sevgi, saygı, işbirliği ve yüksek ahlak ile kutlu değerler ekseninde bir buluşma sağlayamazsa,
  • Kendisi, ailesi, milleti için heyecan duyduğu milli bir ülkü ile donatamazsa,
  • Dilini, tarihini, kültürünü özümseterek, bunu gelişmenin dinamiği, huzurun ve refahın itici gücü olarak benimsetemezse, İsraf edilmiş gençlerin, yakın gelecekte ülkemizde yaşanması muhtemel gerilimlerin kaynağı haline gelmeleri de kaçınılmaz olacaktır.

Böylesi bir gelişmenin bütün vebali ve sorumluluğu ise öncelikle gençlerimizi ihmal eden siyasal iktidarın ve sonra hepimizin omuzlarındadır.

Değerli Milletvekilleri,

Bildiğiniz gibi, bir gelenek haline gelmiş olan “14 Mayıs ‘Dünya Çiftçiler Günü’ meslek kuruluşları ile ekmeğini topraktan kazanan çiftçilerimiz tarafından geçtiğimiz günlerde kutlanmıştır.

Muhatap oldukları sorunlardan dolayı tahammüllerinin sonuna geldiğini bildiğim ve bunları yakından takip ettiğim bütün çiftçi kardeşlerimin bu mana yüklü özel günlerini ben de kutluyorum.

Elbette çiftçilikle uğraşan aziz vatan evlatlarının meseleleri yalnızca bu günlerde hatırlanılmamalı, sadece sandık görününce akıllara düşmemelidir.

AKP iktidarı süresince tamamen görmezden gelinen, umursanmayan ve hatta dışlanan tarım kesiminde çalışan milyonlarca vatandaşımızın feryatları artık dalga dalga yükselmektedir.

İçinde bulunduğumuz günler hasat mevsiminin geldiğini müjdelemektedir. Ancak bu süreç, alın terlerini toprakla yoğuracak olan aziz çiftçi kardeşlerimiz için sorunların büyüyeceği, yeni problemlerin ortaya çıkacağı bir zaman olarak görülmektedir.

Bin bir emekle, kavurucu sıcağın altında, geçim kaygısıyla onurlu bir mücadele veren, zor şartların içinde çare arayan çiftçi vatandaşlarımızın ne yazık ki hali, tam anlamıyla perişandır.

İnsanca yaşamanın dahi çok görüldüğü çiftçilerimiz için tarlalarında maalesef bereket bulunmadığından ürettikleri ürünlerin bir değeri de kalmamıştır. Ürünlerinden elde ettikleri gelir, borçlarını bile karşılayamaz bir durumdadır.

Tarım kesiminde çalışan vatandaşlarımız en temel ihtiyacını teminden uzak olup, AKP iktidarına olan bütün güvenlerini ve ümitlerini yitirmiş bir halde hayat kavgası vermektedirler.

Gözünü toprak doyursun denilerek hor ve hakir görülen çiftçi kardeşlerimiz, hasat dönemini gelir elde etmek için değil, mahkûm oldukları borçlarını ödeyebilecekleri bir zaman olarak görmektedirler.

Ortalama 50 günlük bir hasat süresiyle, 315 gün boyunca Türkiye’yi doyuran bu fedakâr ve çalışkan insanların, maalesef kendileri doymamaktadır.

Yıllardan beri aracıya, vurguncuya, tefeciye, komisyoncuya ezdirilen çiftçi kardeşlerimizin yapabildiği ise sadece borcunu borçla çevirmek olmuştur.

Sıcak para tacirini palazlandıran, tefeciyi heyecanlandıran, sermayeyi sevindiren, ancak sıra dar gelirli vatandaşımıza gelince ekmeğini elinden alan AKP hükümeti; çiftçiyi unutmuş, mağduru kaderine terk etmiş, fırsatçılara ve vurgunculara kucak açmıştır.

Zor şartlar içinde, sabahın erken saatlerinden akşamın geç saatlerine kadar karnını doyurabilmek amacıyla çalışan vatandaşlarımızdan hükümetin haberi bile yoktur.

Toprağında çift süren, umutla biçerdöverin tarlasına gelmesini bekleyen, sabırla her türlü çaresizliklere direnenler, ne hazindir ki hükümetin ilgi alanında değildir.

Rantiyecilerle, vurguncularla, komisyoncularla, yağmacılar ve fırsatçılarla işbirliği yapan iktidar partisinin, çiftçilerimizi tarlalarında, bahçelerinde, bostanlarında, evlerinde, köy meydanlarında kaderlerine terk etmiş olması hiç de şaşırtıcı sayılmamalıdır.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Tarımsal üretimdeki girdi fiyatlarının yüksekliğine bağlı sorunların gün geçtikçe büyümesi köylülerin, çiftçilerin unutulduğunun açık göstergesidir.

Her geçen gün zamlanan üretimdeki maliyetlerin aziz çiftçi kardeşlerimizi, dayanamayacakları, katlanamayacakları bir darboğaza getirmiş olduğu anlaşılmaktadır.

Bilindiği üzere, Başbakan Erdoğan, her fırsatta 2002 yılıyla bugünü karşılaştırmakta, kendisine göre, yıllar içinde “nereden nereye” gelindiği konusunda beyanda bulunmaktadır.

Bizce “nereden nereye” gelindiği malumdur. Bunu en iyi bilenler de şüphesiz çiftçimizdir, esnafımızdır, memurumuzdur, işçimiz ve emeklimizdir.

Aynı yöntemle, çiftçi kardeşlerimizin üretimlerinde girdi olarak kullandığı faktör fiyatlarındaki, bize göre çok düşündürücü ve tehlike sinyalleri veren yüksek artışların, hangi aşamaya geldiğini huzurlarınızda ifade etmek istiyorum.

Öncelikle çiftçilerimizin yükselen fiyatlar nedeniyle kullanmaktan vazgeçmeye başladığı, gübredeki durumu dikkatlerinize sunmak isterim.

Amonyum nitrat gübresinin fiyatı 2002 yılına göre yüzde 213, üre gübrenin fiyatı yüzde 284 oranında yükselmiştir.

DAP gübresindeki fiyat artışı ise daha ürkütücü olup yine 2002’ye kıyasla yüzde 380 olarak ortaya çıkmıştır.

Amonyum sülfat gübresinin fiyatı da 2002 yılından bugüne, yaklaşık olarak yüzde 242 oranında artmıştır.

Buradan Başbakan Erdoğan’a sormak lazımdır? Siz olsaydınız, bu şartlar altında gübreyi üretimde kullanır mıydınız?

Önemli sorunlardan birisi de; çiftçilerimizin üretimlerini yapabilmeleri, tarlalarını ekebilmeleri için vazgeçilmez öneme sahip olan tohumluk fiyatlarındaki artıştır.

Makarnalık buğdayı yetiştirebilmek için gerekli olan tohumun kilogramı 2002 yılına göre bugün yüzde 67,4 oranında artmış, birinci grup ekmeklik buğdayın tohumluk fiyatı ise yüzde 73,4 oranında yükselmiştir.

Yem olarak da kullanılan arpanın tohumluk fiyatı ise 2002 yılına kıyasla yüzde 90 oranında artarak, üreticilerimizi ve hayvancılıkla uğraşanları zor duruma düşürmüştür.

Oysa ki tarım kesiminde çalışan vatandaşlarımız için çok önemli bir yeri olan ve üreticilerin bu fiyatlar üzerinden ürünlerini sattığı taban fiyatları bile, tohumluk fiyatlarındaki artışın gerisinde kalmıştır.

Tarımsal üretimin vazgeçilmezi haline gelen traktördeki fiyatlarda ise, geçtiğimiz Şubat ayında tarım makinelerinden alınan KDV’nin düşürülmesine rağmen, 2002’ye göre yaklaşık yüzde 58 oranında artış görülmektedir.

Çok yaygın bir hale gelen ve maalesef bir sonu ve sonucu olamayacağı açık olan bir husus da, borçla yeni traktör alanların, bir süre sonra aldığını satıp elde ettiği gelirle borcunu ödeyip, borçla tekrar eski bir model traktöre dönüş yapmış olmasıdır..

Bu durumun, traktör üretimiyle övünen AKP hükümetinin gündeminde ve umurunda olmadığı artık ortaya çıkmıştır.

Tarımsal üretimin yapılabilmesi için vazgeçilmez öneme sahip olan mazot zammı ise, çiftçi kardeşlerimizi üretimden caydırma noktasına getirmiştir.

Bu kapsamda 2002 yılına göre bugün mazot fiyatındaki artış yüzde 140 düzeyine ulaşmıştır.  Bu endişe verici artışın, traktörün yürümemesi, su motorunun çalışmaması demek olacağını, sağduyulu insan bilebilecektir.

Daha fazla ürün elde edebilmek için arazilerini sulamak durumunda olanların karşı karşıya olduğu maliyet ise çok ciddi bir düzeye ulaşmıştır.

Dekar başına hububat üretiminde sulama maliyetinde 2002’ye göre yüzde 154’lük bir artış, artık üretimin verimliliğini ve miktarını çok olumsuz etkilemektedir.

Bahçesinde sebze ve meyve yetiştirerek geçimini sağlayan aziz vatandaşlarımızın yanı sıra, suya bağımlı olan üretilen şekerpancarının, pamuğun ve çeltiğin sulama maliyetlerindeki artış da 2002’ye oranla yüzde 160’a yükselmiştir.

Geldiğimiz aşamada; toprak çoraklaşma, ağaçlar kuruma ve dallar boş kalma tehlikesiyle yüz yüzedir. Bu dayanılmaz fiyat artışları, çiftçi kardeşlerimizi üretim yapamaz, karınlarını doyuramaz bir noktaya getirmiştir.

Böylesine ağır şartlar altında bile üretim yapmaya çalışan vatandaşlarımızın ise ürünleri para etmemekte, ürettiklerini satmaları karşılığında elde edilen gelirden geriye kalanla pazar sepeti dahi dolmamaktadır.

“Nereden nereye” gelindiğini bütün vahametiyle gösteren bu manzaranın neresinde gelişme, büyüme, zenginleşme olduğunu Başbakan Erdoğan izah etmelidir?

Bu utanılacak tablonun neresinde istikrar bulunduğunu mutlaka açıklamak durumundadır?

Bilinmelidir ki; terk edilen köylerin, bırakılan toprakların, dökülen gözyaşlarının, tükenen umutların ve haciz kıskacında olanların tek ve yegane sorumlusu Başbakan Erdoğan ve hükümetidir.

Helal kazancının peşinde olan, sofrasına bir tas sıcak çorba koyabilmenin peşinde olan milyonlarca vatandaşımıza; para baronlarına, Ortadoğu şeyhlerine, holding patronlarına gösterilen ilginin küçük bir bölümünün dahi çok görüldüğü, artık gün gibi ortadır.

Ancak, kimse yanlış bir hesabın içinde olmamalı, mağdurluğunda dolayı eziyet çeken vatan evlatlarını görmezden gelerek dışlamaya yeltenmemelidir.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım

AKP hakkında açılan kapatma davası hükümetin zaten kusurlu olan yönetim zafiyetini tamamen zayıflatmış ve gün ışığına çıkarmıştır.

Başbakan Erdoğan, partisinin kapatılması ve kendisinin yargılanması yolunun açılmasına yönelik kaygılarla itidal ve soğukkanlılığını giderek kaybetmektedir.

Bugün Türkiye, hür bir siyasi irade tarafından değil, AKP’nin korkularının neden olduğu saiklerce yönetilmektedir. Bu anormal ruh halinin olumsuz sinyalleri toplum hayatının her alanında kendisini göstermeye başlamıştır.

AKP politikalarını benimsemediği veya destek olmadığından kuşkulanılan herkes ve her kurum, AKP’nin bekası için tehdit eden oluşumlar olarak takdim edilmeye başlanmıştır.

Muhalefet partileri ve devlet kurumları darbeci, hükümeti eleştiren herkes darbe işbirlikçisi, ekonomik sıkıntılarını dile getirenler ise bozguncu ve istikrar düşmanı olarak ilan edilmektedir.

Başbakan’ın ve siyaset tarzının yarattığı komplo teorileri ile gerilim ortamı, toplumumuzu her geçen gün yeni bir çatışmaya sürüklemektedir. Her karar ve icraata korku ve vehimler hakim olmaya başlamıştır.

Yargıtay Başsavcısının başlattığı hukuki süreç bile “yargı darbesi” olarak adlandırılmakta, hukuka, kurumlara, devlete ve birbirimize olan güven ve saygı ortamı zedelenmektedir.

Sürekli olarak “demokrasi alanını genişletmekten söz eden AKP, oluşturmaya çalıştıkları korku diktatörlüğü ile anayasal ve demokratik hakları bile kontrol atına almaya çalışmaktadır.

Özel hayatın gizliliği, aile hayatına saygı, haberleşme hürriyeti gibi temel hak ve özgürlüklerin ihlaline yönelik kuşkular artmaktadır.

Bu uygulamaları ile hükümet, Türkiye’yi özel hayatların bile denetlendiği ve dinlendiği totaliter bir yapıya doğru sürüklemektedir.

Demokrasimiz, bu şekliyle artık halkını koruyan ve kollayan değil, halkını gözleyen, kuşku duyan ve izleyen bir yönetim haline gelmek üzeredir.

Suçla mücadele için hizmet vermesi gereken “yasal” dinleme ve takip mekanizmaları kullanılarak vatandaşımız üzerinde yasa dışı tahakküm, bastırma çabaları ile bir nüfuz imkânı yaratılmak istendiğine yönelik kuşkular artmıştır.

Bu konuda acilen tedbir alınamaz ve kontrol sağlanamazsa milletin birbirine olan güveni tamamen sarsılacak, içine sürüklenilen kuşku ve kaygı hali vahim gelişmelere kapı aralayacaktır.

Şeffaf devlet iddiasıyla iktidara gelen AKP zihniyeti, hükümetini sürdürebilmek için anlaşıldığı kadarıyla milletimizi şeffaflaştırmakta,  buna karşılık kendi iktidar alanını giderek daha gizli, örtülü ve şüpheli hale getirmektedir.

Küresel dayatmalar karşısında savrulan AKP yönetimi, kendisi ile birlikte Türkiye’nin savrulmasına da göz yummaktadır.

Bu gelişmeler karşısında Milliyetçi Hareketin bu dayatma ve tehditlere sessiz ve seyirci kalması asla düşünülemez.

Kendi vatandaşlarını tehdit gören, bir siyaset anlayışı ile Türkiye’nin yönetilmesi ve devamı mümkün değildir.

Ancak her şeye rağmen bu hayati dönemde kardeşliğimizin pekiştirilmesine, devlet ve kurumlarımıza olan güvenin artırılmasına, milletimizin endişe ve tereddütlerinin acilen giderilmesine olan ihtiyaç her zamankinden fazladır.

Milliyetçi Hareket ülkemizdeki taşların yerine oturması için üzerine düşeni yapmaya hazır ve kararlıdır.

Hepinize bir kez daha sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı