06.01.2009 - TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
6 Ocak 2009

Değerli Milletvekilleri,

Basınımızın Muhterem Temsilcileri,

2009 yılının ilk Meclis Grup toplantımızda hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.

Yeni yılın, krizden krize sürüklenen Türkiye’miz ve aziz milletimiz için yaraların sarılacağı, huzur, istikrar ve güven ortamının tesis edileceği aydınlığa çıkış ve kurtuluş yılı olmasını yürekten temenni ediyorum.

Tüm vatandaşlarımızın ve siz değerli arkadaşlarımın yeni yılını bir kez daha kutluyor, sağlık, mutluluk, huzur ve refah içinde geçecek bir yıl diliyorum.

Bu münasebetle, vatandaşlarımızın geçtiğimiz hafta başlayan Muharrem orucunu ve yarın idrak edeceğimiz Aşure Gününü kutluyor, hayırlara vesile olmasını niyaz ediyorum.

Geçtiğimiz yılın son haftasında, 24 Aralık günü Cizre’de alçak bir terör saldırısı sonucu üç askerimizin şehit olması ve Yılbaşı gecesi Ankara’da doğal gaz kaçağı sonucu yedi üniversiteli gencimizin çok erken yaşta hayatlarını kaybetmeleri Türkiye’yi yasa boğmuştur.

Bu evlatlarımıza Yüce Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır ve metanet, menfur terör saldırısında yaralanan askerlerimize acil şifalar diliyorum.

Muhterem Milletvekilleri

Konuşmamın siyasi değerlendirme bölümüne geçmeden önce, 2008 yılının son haftasında İsrail’in Gazze şeridindeki Filistinlilere karşı başlattığı insanlık dışı saldırılara ilişkin görüşlerimizi açıklamak düşüncesindeyim.

Öncelikle bilinmesini istiyorum ki, nefret ve lanetle kınadığımız bu saldırılarda çocuk, kadın ve sivillerin hedef gözetilmeksizin katledilmesinin hiçbir gerekçeyle meşru kabul edilemeyeceği açıktır.

Üzerine yerleştiği Filistin topraklarında yaşayan milyonlarca Müslüman’ı baskı, şiddet, göç ve tecrit ile sindirmeye çalışan İsrail’in terörizmi önleme ve saldırılara son verme adına yürüttüğü son işgal aziz milletimizi derinden etkilemiştir.

Bugün itibariyle onbirinci gününe giren bu insanlık dışı saldırılar karşısında, başta ABD ve AB olmak üzere uluslararası camianın suskun ve tepkisiz kalması, ateşkes çağrısı yaparken bile İsrail’i kollayacak ifadeler kullanmaları her yönüyle utanç vericidir.

Ancak gelişmelerin sıra dışı olan yönü, İsrail Başbakanı’nın askeri operasyondan beş gün önce Ankara’ya gelerek Başbakan Erdoğan ile görüşmüş olmasıdır.

Bu görüşmede, Başbakan Erdoğan çelişkili tutumla İsrail Başbakan’ı Olmert’e Ortadoğu’daki barış görüşmelerindeki yapıcı yaklaşımı ve gösterdiği siyasi irade için teşekkür ettiği kamuoyuna yansımıştır.

Savaş ve ölüm makinesi haline gelen İsrail’in bölge barışını sağlamak amacıyla, hangi yapıcı yaklaşımı gösterdiği ve bununla uyumlu takdire şayan nasıl bir siyasi irade takındığı hususu bizim ve aziz milletimiz tarafından merak edilmektedir.

Aradan beş gün geçtikten sonra, İsrail’in bölgeyi ateş çemberine alması, yakıp yıkması karşısında, daha önce bölge barışına yaptığı katkıdan dolayı teşekkür eden Başbakan Erdoğan bu defa da bu yaklaşımından hızla çark etmiştir.

Ancak, Başbakanın bu konuda ortaya koyduğu yeni tepki kâğıt üzerinde ve sözde kalmıştır.

Başta askeri ve savunma sanayi alanları olmak üzere, çok yakın ilişkiler kurduğu İsrail üzerinde, somut karşılığı ve sonuçları olacak kararlı bir tepki henüz gösterememiştir.

Bir merakımız da İsrail’in gerçekleştirdiği saldırıyı, önce AKP hükümetine bildirip bildirmediği noktasında düğümlenmektedir. Basına yansıyan bazı haberler, İsrail’in saldırıları için, önceden Başbakan Erdoğan’a bilgi verdiği yönündedir. Eğer böyleyse, AKP hükümeti bu insanlık suçuna iştirak etmiştir ve meselenin en küçük bir mazereti dahi olmayacaktır.

Bu temaslar sırasında hangi konuların görüşülmüş olduğunu, Hamas-İsrail ilişkilerinin nasıl sürdürüleceğine ilişkin neler konuşulduğunu ve hangi angajmanlara girildiğini bizler elbette ki bilemeyiz.

Ancak söyleyeceğimiz, aktif dış politika yapma iddiasındaki Başbakan Erdoğan ve hükümetinin gergin ve kuşku içindeki tarafları cesaretlendiren yanlışlar yaptığı ihtimalinin ortaya çıkıyor olmasıdır.

İsrail Başbakanı ile yapılan görüşmeden hemen sonra gerçekleşen saldırılar üzerine Başbakan Erdoğan’ın telaşı ve öfkesinin bir faciayı önlemekten ziyade bir kusuru örtmeye dönük olduğu yönünde izlenim uyanmıştır.

Hiç şüphe yok ki, ülkemiz jeopolitik ve jeokültürel konumu ve bölgedeki etki ve çekim gücü nedeniyle bu kritik coğrafyanın merkezinde yer almaktadır. Müdahil olması doğal ve gereklidir. Ancak bu politikanın Başkent Ankara’dan bakan bir vizyon ile ortaya konulmuş olması da şarttır.

Başbakan Erdoğan’ın, İsrail’in Filistin’e yönelik hava harekâtı sonrasında başlattığı ülke turları, maalesef kara hareketine engel olamamış faciaların önüne geçememiştir.

Bu kapsamda, Başbakan Erdoğan’ın, Ortadoğu turu çerçevesinde Mısır lideri ile görüştükten sonra, İsrail-Filistin arasındaki sorunlara yönelik gündeme taşıdığı, önce ateşkesin sağlanması ve ardından Filistinlilerin uzlaştırılmasına yönelik iki aşamalı planının içinin boş olduğu ve bir sonuca hizmet etmeyeceği anlaşılmaktadır.

Sorunun, bölgede coğrafyaları askeri kuvvetlerle tanzim etmeye çalışan okyanus ötesini ikna etmeden, bu gücün Ortadoğu’daki projelerini değiştirtmeden yapılacak bütün girişimlerin nafile olacağını ve hatta şimdi olduğu gibi Filistinli kardeşlerimize zarar vereceğini bilmek için uzman olmaya gerek yoktur.

Sivillerin mezalime maruz kaldığı bu süreçte, sadece konuya meşru müdafaa olarak göz yuman Batı dünyası değil, basit ve kısır hesapların oyuncağı olan Arap ve Müslüman dünyası da sınıfta kalmıştır.

Adalet ve Kalkınma Partisi, Ortadoğu’daki sorunlara gerçekten müdahil olarak katılmak istiyorsa;

  • Amerika Birleşik Devletlerinin bölge üzerindeki düşüncelerini değiştirilmesi yönünde çaba harcaması,
  • İsrail ile olan stratejik ortaklığın, siyasi ve ticari ilişkilerin sorgulanması ve ilişkilerde dengenin kurulması,
  • Filistinli grupların kabul edebileceği gerçekçi ve kalıcı bir sürecin işletilmesi,
  • İki ay önce üyesi olduğumuz Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Geçici Üyelik imkânlarının göstermelik kalmadan ısrarla kullanılması,
  • Çözüm yolunda atılacak adımların terör eylemleri ve karşı saldırılarla kilitlenmesinin önüne geçilebilmesi için tarafların sürekli temas halinde bulunmalarının sağlanması,
  • Özellikle taraflardan birine cesaret verecek, göz yumulduğunu hissedecek tek yönlü ilişkilerden kaçınılması ilk aşamada uygulanması gereken bazı önerilerimizdendir.
  • Aksi halde suçluluk telaşı içinde bölge ülkeleri tek tek gezilerek Büyük Ortadoğu Projesinin Eşbaşkanı sıfatı ile bölge insanına huzur, barış ve refah kazandırmak mümkün değildir.

Değerli milletvekilleri,

TRT’nin 1 Ocak 2009’dan itibaren özel tahsisli bir kanalda Kürtçe yayınlarına başlaması, siyasi gündemin en çok tartışılan konularından birisi olmuş, AKP hükümetinin bu tehlikeli açılımı bazı çevreler tarafından “sessiz siyasi ve zihni devrim” olarak alkışlanmıştır.

Bu konunun PKK’nın siyasallaşma stratejisi ve 2002’den bu yana AB uyum sürecinde yaşanan gelişmelerden soyutlanarak ele alınamayacağı ortadadır.

Bu sürece bakıldığında, PKK’nın siyasi talep listesinin ve AB eliyle yürütülen etnik bölücülük gündeminin merkezinde, sözde milli azınlıkların ana dillerinde eğitim ve radyo-televizyon yayınlarının yer aldığı görülecektir.

Masum bir kültürel hakkın tanınması sorunu olarak Türkiye’nin önüne getirilen bu konunun PKK için taşıdığı hayati önem, Türk milletinden ayrı bir millet kimliği ve ayrı milli mensubiyet duygusu yaratılmasında dilin temel vasıta olmasından kaynaklanmaktadır.

Kürtçe öğrenim ve yayın, bu mihraklarca Türk milletinde buluşmuş kardeşlerimizde farklı milli kimlik şuuru yerleşmesinin en etkili vasıtası olarak görülmektedir.

Milliyetçi Hareket Partisi, ortak dil ile milletleşme arasında kaçınılmaz bir tabii bağ olduğunu düşünmekte; müşterek bir milli dilin mevcudiyeti ile toplumsal dayanışma ve birlikte yaşama arzusunun devamı arasında doğrudan ve yakın bir ilişkinin olduğuna inanmaktadır.

Milli dil ile milli varlık ve milli beka arasındaki bağın kesintiye uğraması, tahrip edilmesi milletlerin geriye dönüşünü kaçınılmaz kılacak, bir arada yaşayabilmenin asgari müştereklerinin en önemlisini ortadan kaldıracaktır.

Bu itibarla lehçeler, ağızlar, alt dil grupları yalnızca kültürel hatıralar olarak saygı ile anılmalı, ana dil olarak hürmetle karşılanmalı ancak esas olanın üst dile doğru doğal bir yükselişle bütün toplum fertlerinin bir dilden güç ve ilham almalarını sağlamak olmalıdır.

Dil bu itibarla üzerine kültür ve uygarlıklar inşa ettiğimiz muhteşem eserlerin ve toplumsal varlığımızın temelini teşkil eden alt yapı kurumu, bireysel ve milli kimliğimizin ve kişiliğimizin omurgasıdır.

Bu düşünceden hareketle Milliyetçi Hareket Partisi, adı üstünde hiç kimsenin anasının dilini beşeri ilişkiler içinde öğrenmesine mani olmayan bir anlayışla meseleye yaklaşmaktadır.

Ancak bunun kamusal alana taşınması, yazıya dökülmesi, resmiyet kazanmasına yanaşmamış, bu alanda atılacak adımların milli kimliğin kırılmasında kritik bir eşik olacağını yüksek sesle ve sürekli haykırmıştır.

Nitekim, öteden beri özellikle Avrupa’dan gelen dayatma listelerinin başında yer alan anadilde eğitim ve başka dillerde yayın yapılması önerilerine karşı çıkmış, bunun önemli sosyolojik ve kültürel geri dönüşlere neden olacağını söylemiştir.

Bu konuda, tarihe kayıt düştüğümüz en önemli belgeler, 2002 yılında partimizin de içinde bulunduğu TBMM’de Uyum Yasaları karşısında tek başımıza gösterdiğimiz milli direnç ve konunun Cumhurbaşkanlığı seviyesinde ele alındığı 7 Haziran 2002 tarihli Liderler Zirvesinin tutanaklarında saklıdır.

Partimiz hiçbir dönemde milli kimliği aşındıracak taleplere açık olmamış, bu tür girişimleri şiddetle eleştirerek ilkeli ve milli duruşunu sergilemiş, konunun ciddiyetini ve önemini sürekli vurgulamıştır.

Bu açıdan anadilde yayın ve eğitim gibi talepler konusunda bölücü mihraklar,  Avrupa dayatmaları ve AKP tavizleri arasındaki uyum ve anlayış birlikteliği bizim için hiç de şaşırtıcı olmamıştır.

Nitekim, terör örgütünün 2002 yılında kabul edilen siyasallaşma stratejisinde “Kürt kimliğinin tanınması kapsamında yerel dilin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması” birinci öncelikli hedef olarak ortaya konulmuştur.

Bu şekilde ilk köprübaşı tutulmuş, aradan geçen altı yıl içinde bu konuda daha ileri adımlar atılması için her zorlama yapılmış ve nihayet 1 Ocak 2009 itibariyle bir kamu tüzel kişisi olan TRT’nin Kürtçe yayına başlaması noktasına gelinmiştir.

Bize göre bu tarih itibariyle milli bir devlet yapısı hükümet eliyle ihanete uğrayarak arkadan hançerlenmiş ve ölümcül bir darbe almıştır.

Türkiye’nin devlet yapısının yeniden tanzimi, farklı kökenden gelen vatandaşlarımıza siyasi ve hukuki planda milli azınlık statüsünün tanınması ve bunun Anayasada teminat altına alınmasını isteyen Avrupa Birliğinin tahribat süreci Türkiye Radyo Televizyon Kurumunun 24 saat Kürtçe yayına açtığı kanalla birlikte hayata geçirilmiştir.

TRT’nin bu kanalının önümüzdeki dönemde Kürtçe açık öğretim kanalına dönüşmesi talepleri hiç kimseyi şaşırtmamalıdır.

Bu uygulama ile birlikte Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’yi 36 etnik guruba bölen zihniyetinin ilk adımı gerçekleşmiş, Türkiyelilik projelerinin temeli de PKK’yı Kürtçe selamlayan Başbakan’ın ağzından törenle atılmıştır.

Durmak yok yola devam sloganının eşliğinde etnik kimliklerin gönlünü okşama yarışı burada da hız kesmemiş, Hükümetin memuru gibi çalışan Yüksek Öğretim Kurumu Başkanı olan zat haddini aşan bir siyasal kararla, Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümünün açılacağını pişkinlikle müjdelemiştir.

Bu kaygı verici gelişmeler demokrasinin gelişimi, özgürlüklerin yol alması, kültürel zenginliğin tezahürü, barışa katkı adı altında tanımlanmış,  etnik temelde ve ayrışarak kimlik oluşturma yönünde devlet erkânının alkışlarıyla çözülme sürecinin kurdelesi kesilmiştir.

Şimdi sıra Başbakan’ın hesabı ile geri kalan 35 ayrı dil ve lehçede televizyon kanalı kurmaya gelmiş; ardından ise ayrıla ayrıla, bölüne bölüne, ufalana ufalana tekrar nasıl tek devlet ve tek millet olunacağının Başbakan’ın yakasına yapışarak sorulmasına kadar gelinmiştir.

Bu gelişme ile Başbakan Erdoğan o dönemdeki partisinin İstanbul il başkanı olduğu 1991 yılından beri tasavvur ettiği bir hayaline daha kavuşmuş, sıra YÖK Başkanının gayretkeşliği ile ana dilde eğitim ve öğretim konusuna kadar varmıştır.

Milliyetçi Hareket’in bu konuda söyleyeceği şudur:

Kim, özel hayatında anadiliyle konuşmak istiyorsa konuşsun. Buna engel olacak hiç kimse yoktur. Saygı duyarız.

Ancak biz, Türkçe konuşup, Türkçe söyleyip, Türkçe düşünmeye devam edeceğiz.

Değerli milletvekilleri,

Ülkemizin çözüm bekleyen sorunlarını aşabilmek için önemli bir fırsat olarak gördüğümüz 2008 yılı, iyimser beklentilerin aksine sıkıntıların daha da arttığı, olumsuz bir yıl olarak geride kalmıştır.

Altı yıl, bir ay 19 gündür hükümet olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin her yeni yılı bir öncekini aratmış, ülkemizin her alanında giderek büyüyen ve katmerleşen sorunlarını aşabilecek yönetim becerisini gösteremediği ortaya çıkmıştır.

Bu itibarla 2008 yılının genel bir muhasebesini yapmanın; 2009 yılına devreden ağır sorunlar hakkında da hepimize fikir vereceğini, karşımıza çıkması muhtemel gelişmeler hususunda öngörülerimizi geliştireceğini düşünüyorum.

Bilindiği ve yaşandığı gibi, 2008 yılından 2009 yılına;

  • Hukukun siyaseti gölgeleyecek kararlar verdiği,
  • İktidar partisinin Anayasa Mahkemesi tarafından mahkûm edildiği,
  • Rejim bunalımlarının eşiğinden dönüldüğü,
  • Her alanda kök salan cepheleşmelerin derinleştiği,
  • Artan ekonomik ve sosyal sorunların çığ gibi büyüdüğü;
  • Bölücü terör ile etnik tahriklerin alabildiğine tırmandığı bir Türkiye gerçeği devredilmiştir.

Hükümet, geride kalan bir yılı tamamen günübirlik meseleleri kapatmaya uğraşmakla israf etmiş, güncel siyasete takılıp kalarak, zaten kısa menzilli olan siyasal vizyonunun “gelecek” ile bağını tamamen kopartmış ve yaptıklarının hesabını nasıl vereceğinin telaşına düşmüştür.

Bu siyasi miyopluk, geçmişte bir türlü öngörülmeyen tehlikelerle birleşince tam bir bocalama ve şaşkınlığa dönüşmüş, meseleleri ya hamaset ve laf kalabalığıyla yok farz ederek, ya da sorumlu arayarak vaktini geçirmiştir.

2009’a adım attığımız bu günlerde aziz milletimiz, daha yoksul, daha işsiz, daha muhtaç, daha çaresiz ve daha ümitsizdir.

Devletimiz maalesef geçtiğimiz yıllarda yanlış kurgulanan ilişkiler sonucu, iddiaların aksine daha güçsüz ve daha etkisiz hale gelmiştir.

Toplumsal yapımızda baş gösteren karmaşa, tartışma ve kısır çekişmelerin tetiklediği gelgitler, iniş çıkışlar kaygı verici seviyelere yükselmiş, Türkiye’nin iç ve dış güvenliğini, milli çıkarlarını ve milli bünyesini tehdit eden taciz ve tahrikler giderek yoğunlaşmıştır.

AKP yönetiminin millî tehlike sinyalleri veren dış politikadaki zaaf, tutarsızlık ve tavizleri ülkemiz üzerinde hesapları olanların iştahlarını daha da kabartmıştır.

Türkiye’nin milli çıkarlarını ve köklü devlet geleneklerini ucuz siyaset malzemesi yapma girişimleri geçtiğimiz yılda da hız kazanmış, yargı, yasama ve yürütme arasındaki gerilim ve çekişmeler çoğalmıştır.

Umut ve beklentilerle girilen 2008 yılının sonunda geriye dönüp bakıldığında, geçen 365 günlük süre;

  • Toplumsal ve ekonomik istikrarın uçurumun kenarına kadar getirildiği,
  • Sosyal uyum ve kardeşliğin sarsıldığı,
  • Bu coğrafyadaki varlığımızın teminatı olan milli güvenlik mülahazalarının sulandırıldığı,
  • Daha iyi bir hayat için beklentilerin karamsarlığa dönüştüğü,
  • Birlikte yaşayabilmenin teminatı olan adalet duygusunun aşındığı bir dönemin özeti olmuştur.

 Değerli Arkadaşlarım,

Terörle mücadele kapsamında 2007 yılının sonunda Meclisten tezkere ile yetki alan hükümet, teröristleri Irak’ın Kuzeyinde vurmak için aldığı bu yetkiyi kullanmaktan uzun bir süre imtina etmiş, kısa süreli ve beklentilerden uzak kalan bir kara harekâtı dışında, 2008 yılında hava operasyonlarıyla yetinmiştir.

Siyasi çözüm arayışları hız kazanmış ve dağa çıkışların siyasi tavizler verilerek önlenmesi ve dağdaki teröristlerin silahlarını bırakarak şehre inmelerinin siyasi af yoluyla özendirilmesi yoğunluk kazanmıştır.

Geçmişte yapılan “silahı bırak masaya gel” çağrısı siyaset eliyle tekrarlanmış, dağdaki teröristlerin şehirde siyaset yapmaya davet edilmesi, etnik bölücülerin koruma altına alınması gibi arayışlar sinsi bir hazırlık içinde olunduğunu işaret etmiştir.

Nitekim geçtiğimiz yıllar içerisinde sıklet ve yönetim merkezi Kuzey Irak’a kayan terör ve bölücülük karşısında adım atmakta isteksiz davranan Peşmergelerle el sıkışma ve pazarlık yapma süreci başlatılmıştır.

Türkmen kardeşlerimizin milli varlığı, güvenliği ve geleceği, AKP’nin kucakladığı bu Peşmerge gruplarının insafına ve takdirine terkedilmiştir.

Bugün yapılmak istenen, etnik bölücülüğün siyasi bir sorun olarak çözümü için uygun bir ortam yaratılması, bunun siyasi ve toplumsal altyapısının hazırlanmasıdır.

Hükümet silahsız yöntemlerle terörü önleme garabetini sürdürürken, terör örgütü boş durmamış, devam eden kanlı eylemlerde çok sayıda güvenlik mensubumuz şehit olmuş veya yaralanmış,  vatandaşlarımız can ve mal kaybına uğramıştır.

Bugün kararsızlık içinde bocalayan hükümetin atacağı son adımların ve yapılacak sınır ötesi operasyonların dahi yeterli olmayacağı kadar büyümüş bir bölücülük tehlikesi kapımıza kadar dayanmıştır.

Geçtiğimiz yıl ekonomik faaliyetlerde de yaşanan tahribat had safhaya ulaşmış, ağır sorunlar yeni yıla devredilmiştir.

Dünyayı etkisi altına alan, bütün müdahale ve çabalara rağmen cesameti gün geçtikçe artan küresel mali kriz, Türkiye ekonomisinin 2006 yılından itibaren çekim alanına girdiği sorunları katlama riski taşımaktadır.

Krizin bütün belirtilerinin görüldüğü ülkemizde, toplumun her kesiminde feryatlar yükselmiş, şikâyetler yoğunlaşmıştır.

Dikkat ve ilgisini IMF’yle yapılacak olan anlaşmaya çeviren AKP hükümeti, geçtiğimiz yılın Aralık ayının son günlerinde TBMM’nde kabul edilen 2009 Bütçesinde, son bir hamleyle harcamaları kısmış, 2009 yılının her açıdan zor geçeceğinin işaretini vermiştir.

Özetle 2008 yılı, başarısızlıklarla anılan 2007’nin bile arandığı kayıp ve kara bir dönem olarak Adalet Ve Kalkınma Partisi’nin hanesine yazılmış, bozuk siciline bir yenisi olarak eklenmiştir.

Değerli Milletvekilleri,

Hükümetin ilkesiz, tavizkâr ve sorunlu politikalarına rağmen, millet olarak yeni bir döneme başlangıç yapıyor, ülkemizin gidişatı ile ilgili 2009 yılı için yeni ümitler beslemek istiyoruz.

Millet ve devlet olarak, 2009 yılına ilişkin temennilerimiz, karamsarlık değil ümit; kargaşa değil mutabakat, kavga değil dayanışma; küçülme değil yükselme, yoksulluk değil refah, adaletsizlik ve yolsuzluk değil hakkaniyettir.

Ancak, AKP’nin altı yıldan geriye kalan yönetim mirası bu beklentilerin gerçekleşebileceği hususunda ümit vermemekte, eski alışkanlıklarından kurtulamayacağı anlaşılan hükümet ile çok daha karanlık mecralara doğru yol alacağımızı göstermektedir.

Milliyetçi Hareket Partisi bu olumsuz manzarayı endişeyle karşılamakta, artık Türkiye’de gizlenemeyecek bir yönetim bunalımı, kapsamlı bir iktidar noksanlığı olduğuna inanmaktadır.

Yıllardır sergilenen teslimiyetçi tavrın ve dış politika konularında yapılan ağır hatalar zincirinin yarattığı büyük kayıpların telafisinin mümkün olamayacağı bir noktaya gelinmiştir.

AKP hükümetinin gerekli siyasi iradeyi göstermeyerek adeta teşvik ettiği gelişmeler, PKK’nın siyasallaşması ve etnik bölücülüğün siyasi zemin kazanması stratejisinde yeni bir aşamaya geçildiğini işaret etmektedir. Bu yeni aşamada, üç ara hedefe yönelik bir stratejinin önümüzdeki dönemde adım adım uygulanmak isteneceği anlaşılmaktadır.

  • Birincisi, Türkiye’nin terörle mücadelesinde hedef küçülterek, PKK’nın tasfiyesi yerine kontrol altında tutulması ve eylemlerinin geçici olarak durdurulmasıyla yetinmesinin sağlanmasıdır.
  • İkincisi, etnik bölücülüğün, çözümün anahtarı Türkiye’nin içinde olan uluslararası bir sorun haline dönüştürülmesi ve Türkiye’nin siyasi çözüme mecbur bırakılacağı ortam ve şartların hazırlanmasıdır.
  • Üçüncüsü ise,  terör örgütünün silah bırakması için Türkiye’nin aşamalı bir siyasi çözüm süreci başlatması, ilk planda teröristlere siyasi af çıkartması ve Anayasa değişiklikleriyle milli azınlık olarak kabul edilecek farklı etnik kimliklere siyasi ve hukuki statü kazandırılmasıdır.

Bu çerçevede; Türk milli kimliği yeniden tanımlanacak; Türk milletinin yerine coğrafya ile sınırlı “Türkiyelilik” kavramının yeni üst milli kimlik olarak Anayasa’da ifadesini bulması amaçlanacaktır.

Bunun yanı sıra, Türkçeden başka dillerin anadil öğrenimden başlanarak, milli eğitim sistemi içine alınması ve mahalli yönetimlere geniş idari ve mali özerlik tanıyacak düzenlemelerle, Türkiye’nin fiilen eyalet sistemine geçmesinin yolu açılmak istenecektir. Bunların, PKK’nın öncelikli talepleri olduğu bilinen bir gerçektir.

AKP hükümetinin böyle bir siyasi süreç başlatma konusunda ABD ve AB’ye angaje olduğu, Barzani ile başlatılan siyasi pazarlık sürecinin bu amaca hizmet edeceği ve hükümetin şimdi bu siyasi çözüm senaryosunun hayata geçirilmesi için Türk toplumunu psikolojik olarak hazırlamaya çalıştığı görülmektedir.

Barzani ve Talabani’nin geçtiğimiz yıl sonunda bu konularda Türk basın ve yayın organlarında geniş yer bulan beyanları ve hükümetin bunlar karşısında sessiz kalması, AKP hükümetinin niyetlerine ışık tutmak bakımından çok iyi değerlendirilmesi gereken hususlardır.

Hükümetin altı yıllı aşan icraatıyla milli kimliği ve devlet yapısı sorgulanan, milli birliğinin siyasi, sosyal ve kültürel temelleri sarsılan ve çok ciddi iç ve dış güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya bırakılan Türkiye tablosu 2009’da giderek daha da kararacaktır.

Muhterem Milletvekilleri,

2008 yılında,  Avrupa Birliği ile tek taraflı olarak sürdürülmeye çalışılan ipotekli ilişkiler ve sanal ev ödevleri hükümetin kamuoyunu uyutması için yeni dönemde de karşımıza çıkacaktır.

Avrupa platformlarının hükümet tarafından ülkemizin şikâyet edileceği azar ve taciz mercileri olarak kullanması beklenmelidir.

Uluslar arası ilişkilerde hiçbir itibar, etki ve saygı uyandırmayan nafile turların “başarılı diplomasi” adı ile sürdürüleceği; Kıbrıs’ta, Ermenistan ile ilişkilerde atılan geri adımlara yenilerinin ilave edileceği şimdiden belli olmuştur.

Ortadoğu’da alışkın olduğumuz her insanlık dramında adına mekik diplomasi denilerek yasak savma kabilinden göz boyama ziyaretleri devam edecek, 2009 yılı da bundan öncekiler gibi küresel taşeronluğun gereklerinin yapılacağı bir yıl olacaktır.

Tam altı yıldır süregelen, 2008 yılında zirveye ulaşan yoksulluk ve işsizlik tırmanacak, insanlar daha muhtaç hale gelecek, fırsat adı verilen kriz ortamı toplumun bütün kesimlerini içinde bulunduğumuz yıl derinden sarsacaktır.

Adalet ve Kalkınma Partisi kadrolarının ve zihniyetinin neden olduğu yolsuzlukların perdeleri daha da aralanacak, buna karşılık hükümet eskiden olduğu gibi soygun hanedanlığını gizlemek için suçlama, karalama, baskı ve şantajın dozunu artıracaktır.

Sözde terörle mücadele adı altında Irak’la ilişkilere mahkûm hale gelen hükümet, yıllardır kin ve nefret kusan aşiret reisleri ile gelişmelerin hızına bağlı olarak 2009 yılında her seviyede kucaklaşacak, bunlar Çankaya Köşkünde, başbakanlık konutunda hüsnü kabul görecektir. Gidişat bu yöndedir.

Özetle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin hükümeti ile girdiğimiz 2009 yılında,

  • Milli meselelerde inanç ve vizyon eksikliği,
  • Manevi konularda istismarcı anlayış,
  • Giderek kurumsallaşan kayırmacı yönetim zihniyeti,
  • Yandaş vurgun çetelerine dönük hoşgörü,
  • Her gün bir yenisi eklenen yolsuzluk haberleri,
  • Uluslar arası alanda teslimiyetçi tavır,
  • Bölücülüğe olan tavizkar yaklaşım, artarak devam edecek ve tıpkı bundan öncekiler gibi aziz milletimiz için ziyan olmuş, israf edilmiş sancılı dönem olarak yaşanması mukadder olacaktır.

 Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

2009 yılında öncelikli olarak ele alınmasının yerinde olacağını düşündüğümüz konular ve bunun için izlenecek yöntem ve takvim hakkındaki görüşlerimizi ana hatlarıyla buradan açıklamak istiyorum.

  • Birinci ana başlık altında çözüme kavuşturulması gereken sorunlar, bugüne kadar sürüncemede bırakılan, huzursuzluk ve gerginlik kaynağı haline gelen toplumsal sıkıntılardır.

Bu sorunların karşılıklı hoşgörü anlayışıyla çözümlenmesi ve son dönemde tehlikeli boyutlar kazanan cepheleşmeleri ortadan kaldırarak bir toplumsal kucaklaşma dönemi başlatılması büyük önem taşımaktadır.

Bu çerçevede, ele alınması yerinde olacak ilk konu Alevi İslam inancını benimseyen kardeşlerimizin inanç ve kültürel temelli sorunları, sıkıntıları ve beklentileridir. Milliyetçi Hareket Partisi bu sürece samimi katkıda bulunmaya hazır olduğunu esasen açıklamıştır.

Hükümetin bu konuda başlattığı diyalog sürecinin, iyi niyetle ve samimiyetle yürütülmesi, sürüncemede bırakılmaması ve biran önce somut sonuçlar vermesi en samimi temennimizdir.

Bu konularda ortak mutabakat oluşturma çabalarının belirli bir olgunluk düzeyine ulaşması aşamasında, Milliyetçi Hareket Partisi’nin çözümlerin ana unsurları hakkındaki somut düşüncelerini hükümetle ve Alevi Kardeşlerimizle paylaşmaya hazır olduğunu belirtmek isterim.

Bunun yanı sıra, geçmişten bugüne taşınan ve çözümsüz kalan diğer bazı toplumsal huzursuzluk konularının da bu kapsamda masaya yatırılmasının gerekli ve yararlı olacağını düşünmekteyiz.

  • İkinci ana başlık altında toplanacak sorunlar, devletin organları arasındaki görev ve yetki çatışmasıdır.

Geçtiğimiz yıl içinde yaşanan gelişmeler; devletin temel kurumlarının birbirleriyle çatıştığını, Parlamento’nun Anayasal yargı ile karşı karşıya geldiğini, yüksek yargı organları arasında görev ve yetki ihtilafının çıktığını göstermiştir.

Bu durum karşısında, devletin temel organları arasındaki yetki çatışmasını önlemek, devletin fonksiyonlarının dengeli ve uyumlu bir şekilde icra edilmesini sağlamak ve Parlamento’nun yasama yetkisine ve hukukuna sahip çıkmak için, demokratik meşruiyet ve Meclis’in anayasadan kaynaklanan yetkileri çerçevesinde kalınarak gerekli düzenlemeleri yapmak, önümüzdeki dönemde Parlamento’nun öncelikli bir görevi olarak görülmelidir.

  • Üçüncü ana başlık altında ele alınmasının uygun olduğuna inandığımız hususlar; siyasi ve ahlaki kirlilik ve yolsuzluk ve kanunsuzlukla mücadele konularını kapsamalıdır. Bu amaçla üzerinde durulması gerekli olan hususlar şunlardır:

Siyasi partilerin ve yönetim kadrolarının faaliyetlerini etik esaslara bağlayacak “siyasi ahlak kodlarını” kapsamlı bir şekilde düzenleyen Siyasi Ahlak Yasası öncelikli olarak ele alınmalıdır.

Bu çerçevede milletvekillerinin yasama görevi sırasında ve sonrasında yapamayacakları ticari faaliyetlerin kapsamı kesin çizgilerle belirlenmeli; iş takibi ve nüfuz ticareti yapmalarının önüne geçmek için etkili yaptırımlar getirilmelidir.

Bunun yanı sıra; siyasetin finansmanını gerçek anlamda şeffaf hale getirecek ve etkili bir denetim altına sokacak, siyasi partilerin, yöneticilerinin ve milletvekillerinin gelir kaynakları ve seçim harcamalarının izlenmesini ve sınırlandırılmasını mümkün kılacak yasal düzenlemeler süratle hayata geçirilmelidir.

Bu kapsamda önem taşıyan diğer bir husus da, siyasi ve sosyal ahlak üçgeni olarak tanımlanabilecek “Siyaset–Medya-İş Dünyası” ilişkilerinde geçerli olacak temel ahlak kurallarının etraflı bir şekilde belirlenmesi ve etkili yaptırımlara bağlanmasıdır.

Devlet yönetiminde bulunanların her yönüyle hesap verecek durumda olmaları, siyasi ahlakın bir gereği olduğu kadar demokratik rejimin de sigortasıdır.

Milletvekili dokunulmazlığının adalet önünde hesap vermekten kaçmak için bir cankurtaran simidi olarak görülmesi, temiz ve ahlaklı siyaset anlayışıyla bağdaşmayacaktır.

Bu bakımdan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 2009 yılında dokunulmazlıklar konusunun öncelikli olarak ele alınması ve kamuoyunu rahatlatacak yeni esaslara bağlanması, artık ertelenemeyecek bir mecburiyet olarak görülmelidir.

  • Önümüzdeki dönemde Yüce Meclis çatısı altında gündeme getirilmesinin uygun olacağını değerlendirdiğimiz dördüncü konu, Rektör atamaları süreci, Cumhurbaşkanı’nın ve YÖK’ün bu konudaki yetkileridir.

Türkiye’nin siyasi gündeminde ve kamuoyunda en çok tartışılan meselelerden birisi olan bu konuda, bugüne kadar edinilen tecrübeler ışığında, rektör seçiminin yeni esaslara bağlanması ve Cumhurbaşkanı’nın ve YÖK’ün yetkilerinin bu amaçla gözden geçirilerek yeniden belirlenmesi uygun olacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin, dört ana başlık altında toplanan bu konular dışında kalan ve Türkiye’nin milli devlet niteliğini, üniter siyasi yapısını, milli kimliğini ve birliğini haleldar etmeyecek diğer konulardaki Anayasa değişikliklerini de ele alarak değerlendirmeye ve Mecliste uzlaşma zemini oluşturulması için katkı sağlamaya hazır olduğunu buradan belirtmek isterim.

Ülkemizi önümüzdeki dönemde çok güç ve sancılı günler ve süreçler beklemektedir. Ve Türkiye, temel sorunların ağırlaşarak sürdüğü, bölücülük temelinde siyasi hesapların yapıldığı, gerginliklerin had safhaya ulaştığı böylesi bir ortamda 1 Ocak 2009 tarihi itibariyle Mahalli idareler Genel Seçimleri sürecinin takvimi işlemeye başlamıştır.

Bu itibarla önümüzdeki seçim, öngördüğümüz bütün bu kötü gidişin durdurulacağı, hükümete ihtar anlamı taşıyacak bir dersin verileceği artık kaçınılmaz bir sorumluluk olarak karşımıza çıkmıştır.

Bu tarihi uyarı için, yaklaşan Mahalli İdareler Genel Seçimlerini önemli bir fırsat olarak görüyor; uzlaşmadan kaçan, işbirliğine yanaşmayan, ülkemizi yokluğa, yoksulluğa ve gayri milli politikalara mahkûm eden Adalet ve Kalkınma Partisi’ne verilmesi gereken ilk ikaz yerinin sandık başı olduğunu düşünüyorum.

Daha iyi bir Türkiye’ye ulaşabilmek arzusu taşıyan vatandaşlarımızın ülkemizin geleceğinde söz sahibi olabilmeleri için oy vermeleri milli iradenin tecellisi açısından da önemli olacaktır.

Bu itibarla vazgeçilmez vatandaşlık görevi olan oy kullanma hakkının bütün seçmenler tarafından mutlaka ve ısrarla yerine getirilmesini bekliyorum.

Huzur, barış ve adalet içinde gerçekleşmesini ümit ettiğim bu seçimle beraber vatanımızın üzerine kâbus gibi çöken bir dönemin ve karamsar ruh halinin artık geride kalmasını, seçimin siyasi partilere, Türk siyasetine ve demokrasisi ile aziz vatandaşlarımıza hayırlar getirmesini diliyorum.

Yeni yılın, özellikle 29 Mart seçimlerinin bu açıdan bir dönüm noktası olmasını; milli gerçeklere dönüş, onurlu bir yönetim, sosyal barış ve huzurun yeniden inşasını sağlamasını samimiyetle temenni ediyorum.

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı