15.12.2006 - AB Zirve Kararları Sonrası Türkiye-AB İlişkilerinde Gelinen Nokta Hakkında Yazılı Basın Açıklaması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

 

Genel Başkanımız Sayın Dr. Devlet Bahçeli'nin
AB Zirve Kararları Sonrası Türkiye-AB İlişkilerinde Gelinen Nokta
Hakkında Yaptıkları Yazılı Basın Açıklaması

15 Aralık 2006 


Türkiye ile Avrupa Birliği arasında esasen sanal bir zeminde sürdürülen sorunlu ilişkilerde beklenen kırılma noktası sonunda karşımıza çıkmıştır.

11 Aralık 2006 tarihinde yapılan Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları Konsey toplantısında alınan ve 14-15 Aralık Zirve toplantısında onaylanan kararlar, bu ilişkilerin geleceğinin olmadığını tescil etmiştir.

Türkiye bugün bir yol ayrımı, bir kavşak noktasıyla karşı karşıyadır.

Kıbrıs dayatmalarının gölgesinde yapılan Konsey toplantıları sonuçları, Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin sanal zeminini de ortadan kaldırmış ve biyolojik ölüm öncesi bitkisel hayat dönemini ilan etmiştir.

Bu gerçekleri saklamak, saptırmak ve üstünü örtmeye çalışmak artık mümkün değildir.

Gelinen bu noktadan sonra artık herkes dürüst ve namuslu olmak zorundadır.

Bir aldatma ve oyalama sürecinden öteye geçemeyen Türkiye-AB ilişkilerinin 40 yılı aşan geçmişi, esas itibariyle birbiri ardına yaşanan hayal kırıklıklarının, krizlerin ve güven bunalımlarının bir toplamıdır.

Son dönemde Kıbrıs ekseninde yaşanan gelişmeler ise, AKP hükümetinin hicap duyulması gereken emsalsiz bir aczinin ve teslimiyetinin hikayesi olmuştur.

Bugün karşımıza çıkan yol ayrımına nasıl gelindiğini daha iyi anlayabilmek için, AKP hükümetinin Kıbrıs konusundaki lekeli sicilinin satırbaşlarının hatırlatılması gerekli ve yararlı olacaktır.

  • Siyasi meşruiyet sorunu yaşayan AKP, iktidara geldiği günden başlayarak, bu siyasi meşruiyet krizini Kıbrıs’ı feda ederek aşmaya çalışmak gafletine düşmüştür.
  • Bunun sonucu Kıbrıs Türklerinin varlığı ve geleceği AB ile siyasi pazarlık konusu yapılmıştır. AKP hükümeti sanal AB sürecinin sürdüğü görüntüsünün etkilenmemesi için Kıbrıs ipoteğini gönüllü olarak kabul etmiştir.
  • AKP hükümetinin son iki yıl içinde Türkiye’de sahte bayram olarak kutladığı bu sürecin bütün aşamaları, Kıbrıs şantajına ve ipoteğine tâbi kılınmıştır.
  • AB yolunda “milat” olduğunu söylediği 17 Aralık 2005 Zirvesinde ve 3 Ekim 2006 müzakere çerçeve belgesinde AB’nin Kıbrıs konusundaki bütün dayatmalarına boyun eğmiş ve bunların yerine getirilmesini bir takvime bağlamıştır.

AB’nin Kıbrıs dayatması şu üç noktada toplanmıştır:

- Kıbrıs Rumları ile ilişkilerin normalleştirilmesi ve bunun ilk adımı olarak 1963 Ankara Antlaşmasını ve Gümrük Birliğini Rumlara teşmil etmek için Kıbrıs Ek Protokolünün imzalanması.

-  Türk limanlarının ve havaalanlarının Rum gemi ve uçaklarına açılması.

-  Kıbrıs Rum yönetiminin uluslararası kuruluşlara üyeliği konusundaki Türk itirazlarının tedricen kaldırılması

  • AKP hükümeti birinci dayatmanın gereğini yerine getirmek için, Rumlar’ın tanınması sonucunu doğuracak Kıbrıs Ek Protokolü’nü geçtiğimiz yıl imzalamıştır.
  • Bunu yaparken de, bugün Sayın Başbakan’ın iddia ettiği gibi, bunu KKTC üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması şartına bağlamamıştır. Bu konu, imza sürecinde Türkiye tarafından gündeme bile getirilmemiştir.
  • Bu konuda yapılan bütün uyarılara kulaklarını tıkayan AKP hükümeti, günü kurtarmak için imzaladığı bu Protokolü, bilahare onay için Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne getirmek cesaretini de gösterememiştir.
  • Bu durum, AKP hükümeti için Ek Protokolü imzalarken yaptığı tek taraflı siyasi beyanın hukuki açıdan hiçbir anlam ifade etmediğinin ikrarı olmuştur.
  • Ek Protokolü imzalayarak Kıbrıs Rum Yönetiminin Kıbrıs’ın yegane meşru temsilcisi olarak kabul görmesi yolunda çok vahim bir adım atan AKP hükümeti, aynı zamanda, Türk limanlarını Rum gemi ve uçaklarına açma taahhüdü altına girmiştir.
  • Türkiye’nin bu yükümlülüğünü yerine getirmemesi halinde göstermelik AB sürecinin 2006 yılının sonunda fiilen askıya alınacağı AKP hükümetine bildirilmiş ve Başbakan Erdoğan bu vadeyi, bütün sonuçlarını baştan bilerek kabullenmiştir.

AKP hükümeti, AB sanal müzakere sürecini 17 Aralık 2004 tarihinden bugüne kadar bu ucuz tüccar siyaseti anlayışıyla canlı tutmaya çalışmıştır.

Ancak, günü ve görüntüyü kurtardığını zanneden AKP hükümeti için sonunda “kader anı” gelmiş ve altında imzası olan faturalar şimdi tahsilat için önüne konulmuştur.

Son birkaç ay zarfında Kıbrıs ve limanlar konusunda yaşanan gelişmeler, bu gerçekleri bilen AKP hükümetinin Kıbrıs krizini bir süre erteletmek amacıyla sergilediği son çırpınışlar olmuştur.

Türk milletine yalan söyleme imkanının artık kalmadığını gören AKP hükümeti sarsıcı bir “Sonbahar sendromu” yaşamış ve nafile arayışlara yönelmiştir.

Son dönemde şahit olduğumuz bu çırpınışların gerçek anlamının ve doğurduğu sonuçların doğru bir perspektifle değerlendirmesi için şu hususlar önem taşımaktadır.

  • Bu konuda daha önce verdiği sözlerin yerine getirilmesi için biçilen vadenin yaklaştığını gören AKP hükümeti, son aylarda bu vadeyi erteletmek ümidiyle ara formüller arayışları içine girmiştir.
  • Başbakan Erdoğan’ı bu beyhude arayışlara sevkeden yegane düşünce, Türk limanlarının Rum gemi ve uçaklarına açılmasının Türk kamuoyunda yaratacağı tepkiler karşısında seçimlere kadar zaman kazanmak olmuştur.
  • Bu amaçla, ilk önce Rum lideri Papadopulos’a ümit bağlayan AKP hükümeti, Kıbrıs’ta Rumların bir zeminde yeni bir çözüm süreci başlatmaya çalışmıştır.
  • Bu amaçla, yeni çözümde Rum tarafının taleplerinin Annan planının ötesine gidilerek karşılanacağı izlenimi verilmiş ve Rum tarafı bu yönde cesaretlendirilmiştir.
  • Bu kapsamda, böyle bir sürecin ilerletilmesine yardımcı olacak yeni bir hükümet kurulması amacıyla KKTC hükümetini yıkmak için açıkça siyasi müdahalede bulunmuş ve CTP-DP Koalisyonunu yıkmıştır.
  • Ancak, bu teslimiyet ilanı bile Kıbrıs Türklerini derhal alma hayali peşinde koşan Papadapulos’u ikna etmeye yetmemiştir. Görev süresinin sonuna gelen BM Genel Sekreteri Kofi Annan da, ortak zemin bulunmadığı gerekçesiyle bu yönde tavır almamıştır.
  • Bu durum karşısında Finlandiya dönem başkanının geliştirdiği plana sarılan AKP hükümeti, bu yönde zemin yoklamış ve basın yoluyla bir ümit pompalama kampanyası başlatmıştır.
  • Kamuoyuna yansıdığı kadarıyla Türkiye için haysiyet kırıcı olan Fin önerisi şu unsurlardan oluşmuştur:
  1. Magosa limanı Rum egemeliğinde bir liman olarak AB yönetiminde açılacaktır.
  2. Bu limandan Rumlar’ın izni ve onayıyla sınırlı bir ticaret yapılacaktır.
  3. Kapalı Maraş bölgesi Rumlara devredilmek üzere Birleşmiş Milletler yönetimine bırakılacaktır.
  4. Bütün bu tavizlerin üstüne Türkiye bir de limanlarını Rum gemilerine açacaktır.
  • AKP hükümeti Türk kamuoyunda oluşan tepkiler karşısında bu paketi kabul etmek imkanını bulamamıştır.
  • Bu noktada, limanlar konusunda son günlerde yaşanan gelişmelerin gerçek boyutları içinde anlaşılabilmesi için, AKP hükümetinin 24 Ocak 2006 tarihinde açıkladığı ve BM Genel Sekreterine sunduğu “Kıbrıs’ta kısıtlamaların kaldırılmasına yönelik eylem palanının” unsurlarının hatırlatılması yerinde olacaktır.

Dışişleri Bakanı’nın açıkladığı ve Türk limanları ve havaalanlarının tek taraflı açılmamasını öngören bu pakette şunlar yer almıştır.

  1. Türkiye’nin deniz limanlarının, AB-Türkiye Gümrük Birliği kapsamındaki malların ticareti çerçevesinde Kıbrıs Rum gemilerine açılması;
  2. Kıbrıs Rum havayolu taşıyıcılarının üst uçuşlar için Türk hava sahasını ve Türk havaalanlarını kullanmalarına, ilgili uluslararası kurallar ve usuller çerçevesinde izin verilmesi;
  3. Gazimagosa, Girne ve Gemikonağı dahil, Kuzey Kıbrıs’taki limanların, Kıbrıs Türk yönetimi altında malların, kişilerin ve hizmetlerin uluslararası dolaşımına açılması;
  4. Ercan Havaalanı’nın Kıbrıs Türk yönetimi altında doğrudan uçuşlara açılması;
  5. Kuzey Kıbrıs’ın ekonomik bir varlık olarak AB gümrük birliğine pratik açıdan dahil edilmesi amacıyla, özel düzenlemelerin yürürlüğe girmesi. Ada’daki taraflar arasında ve taraflar ile dünyanın geri kalanı arasında ticaretin engelsiz biçimde yapılmasının sağlanması;
  6. Kıbrıs Türk tarafının uluslararası sportif, kültürel ve sosyal alanlardaki diğer faaliyetlere serbestçe katılabilmesi.

Limanlar krizinin gölgesinde geçen son Brüksel toplantıları öncesi resmi tutumu, 24 Ocak 2006 tarihinde açıklanan bu eylem planı olan AKP hükümeti, büyük bir telaşa kapılmış ve bütün bunları yok sayan acemi siyasi manevralar içine girmiştir.

Bu amaçla sahneye konulmaya çalışılan yeni senaryo her yönüyle tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır.

Son on gün içinde yaşanan ve bir maskaralığa dönüşen sürecin satırbaşları şunlar olmuştur.

  • AB’nin Türkiye’yi cezalandırmasını kabul eden AKP hükümeti, bu cezanın ne olacağı konusunda onur kırıcı ucuz bir pazarlığa girişmiş ve bu amaçla bir teslimiyet planı sunmuştur.
  • Yazılı hale getirilmediği ısrarla söylenen bu sözlü planın fikri mülkiyetinin kime ait olduğu konusu da karanlıkta kalmış, hükümetin bazı Bakanları bile buna sahip çıkmayarak mesafeli bir tutum almıştır.
  • Kamuoyunda çok yoğun biçimde tartışılan bu sözlü önerilerde, Türkiye’nin iki limanının, karşılık beklemeden tek taraflı olarak açılması öngörülmüştür.
  • 24 Ocak 2006 tarihli eylem planı çerçevesinde Kıbrıs Türkleri üzerinde bütün kısıtlama ve ambargolar kalkmadan ve karşılık olarak Magosa limanı ile Ercan havaalanı KKTC yönetiminde gerçek anlamda ticarete ve uluslararası trafiğe açılmadan Türk limanlarının Rum gemilerine açılmasının söz konusu olmadığını her vesileyle ilan eden Başbakan Erdoğan, yine geri adım atmış ve bu öneri ile Rumlar’a teslim bayrağı çekmiştir.
  • Bu öneri ile AKP hükümeti Avrupa Birliği’ne, geri kalan bölümü yaklaşan seçimler sonrası tahsil edilmek üzere açık çek vermiş ve şimdilik iki limanın tek taraflı açılmasını avans olarak sunmuştur.
  • Bu süreçte devlet gelenekleri ayaklar altına alınmış ve bu konudaki farklı ve çelişkili açıklamalar, devletin kurumları arasında kamuoyu önünde sürdürülen bir kavgaya dönüşmüştür.

AKP’nin aczi, beceriksizliği ve ne pahasına olursa olsun teslimiyetçiliğin sonucu, bu konuda da Türkiye’de çok üzücü bir ilk yaşanmıştır.

AKP’nin teslimiyetçi taşeron ruhunu yansıtan bütün bu çırpınışlar yine de bekledikleri sonucu vermemiş, bütün bu tavizler sanal AB sürecinin tıkanmasını ve bitkisel hayata girmesini önleyememiştir.

AB Komisyonu’nun 29 Kasım 2006 tarihinde açıkladığı Türkiye ile müzakereleri dondurma önerilerini etkilemeyi ve geri çevirmeyi amaçladığı söylenen Türkiye’nin son girişimi, bu amacı hasıl edememiştir.

11 Aralık 2006 günü Brüksel’de toplanan AB Dışişleri Bakanları Konseyi, Komisyonun bu önerilerini benimsemiş ve Türkiye’ye ültimatom anlamına gelen ve cezai müeyyideler içeren şu kararları almıştır.

  • Konsey, Kıbrıs Ek Protokolünden kaynaklanan yükümlülüklerini tam olarak yerine getirinceye kadar, müzakere sürecinin özünü teşkil eden 8 fasılda Türkiye ile görüşmeler askıya almıştır.
  • Aynı şekilde, önlerinde başka engeller bulunan diğer fasılların açılabilmesi halinde, Kıbrıs şartı yerine gelmezse bunların kapatılmayacağı kararlaştırılmıştır.
  • Türkiye’nin bu şartları karşılayıp karşılayamadığını izlemek için üç yıllık denetim mekanizması getirilmiştir. Buna göre Türkiye’nin bu şartları yerine getirip getirmediği önümüzdeki üç yıl içinde hazırlanacak ilerleme raporunda değerlendirilecektir.

Konseyin bu kararının anlamı ve fiiliyatta doğuracağı sonuçlar açıktır.

-     Türkiye’nin limanlarını ve havaalanlarını Rum gemilerine tek taraflı olarak açması, “giyotin” niteliğinde mutlak bir ön şart olarak Türkiye’nin önüne konulmuştur.

-     Bu yapılmadığı takdirde, gerçek anlamda müzakerelerin belkemiğini oluşturan şu fasıllar askıya alınacak ve dondurulacaktır: Malların serbest dolaşımı, İş Kurma ve Hizmet Sunumu Serbestisi, Mali Hizmetler,  Tarım ve Kırsal kalkınma, Balıkçılık, Ulaştırma Politikası, Dış İlişkiler ve Gümrük Birliği.

-     Bunun dışında kalan diğer fasıllar ise, eğer açılabilirse sürüncemede bırakılacak ve kapatılmayacaktır.

Burada bir husus dikkatlerden kaçmaktadır: Bu fasılların hemen hemen tamamının açılması, daha önceden ön şartlara bağlanmıştır.

Kıbrıs Rum Yönetimi, Haziran 2006’dan beri, esasen bunları bloke etmektedir.

Bu bakımdan, Konsey’in son kararında bunların kapatılmayacağının hükme bağlaması bir anlam taşımamaktadır.

Zira, bunların büyük bir bölümü başka nedenlerle zaten açılamamıştır.

AB Zirvesinde onaylanan Dışişleri Bakanları Konseyi’nin Türkiye’yi cezalandırma kararının özü, anlamı ve amacı bunlardır.

Bunun yanı sıra, Konsey kararında ayrı bir statüde yer alan ve şimdi bazı çevrelerce olumlu bir gelişme olarak pazarlanmaya çalışılan iki hususun gerçekler zemininde değerlendirilmesi gerekecektir.

  • AB Konseyi, Kıbrıs sorununa BM zemininde çözüm bulunmasına kuru bir destek vermekten bile kaçınmış, bu husus Konsey kararında değil, sulandırılmış ifadelerle, Başkanlık açıklamasında yer almıştır.

Konsey Başkanı’nın bu açıklaması da, kapsamlı müzakereler yerine, Rumların istediği bir zeminde teknik çalışmalara destek şeklinde dile getirilmiştir.

  • İkinci önemli husus, KKTC ile doğrudan ticaret konusunda kabul edilen karardır.

Bilindiği üzere, 24 Nisan 2004 tarihinde Kıbrıs’ta yapılan Annan Planı referandumunda, Türk tarafı planı kabul etmiş, Rumlar ise reddetmiştir.

Bunu takiben AB Kıbrıs Türkleri üzerindeki izolasyonların kaldırılması yönünde bir niyet beyanında bulunmuş, ancak bunun arkası gelmemiştir.

KKTC üzerindeki kısıtlama ve ambargolar bugün de aynen sürmektedir.

AB’nin ticaret konusunda hazırladığı tüzük, Rumların rızasıyla ve onayıyla çok sınırlı ticaret yapılmasını öngören ve Kıbrıs Türk tarafını hiçbir şekilde tatmin etmeyen göstermelik bir düzenleme olmuştur.

Ancak, bu bile bugüne kadar hayata geçirilememiştir.

AB Konseyi’nin 11 Aralık toplantısında, işte bu yetersiz tüzük üzerinde bugüne kadar askıda kalan çalışmalara yeniden başlanması kararlaştırılmıştır.

Bu konudaki kararda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti topraklarına, Rumların temsil ettiği “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” etkin kontrol icra etmediği alanlar olarak atıfta bulunulmuştur.

Bunun anlamı da şudur: AB,  KKTC’yi Rum toprağı saymakta, Rumların geçici olarak egemenlik tasarrufunda bulunmadığı bu bölge ile Rumların iznine tabi göstermelik bir ticaretin esaslarının belirleneceği hükme bağlanmaktadır.

AB, bunu da KKTC’nin izalosyonunun hafifletilmesi aldatmacası olarak pazarlamaya çalışmaktadır.

Sarılacağı AB ipi kalmayan AKP hükümeti de, şimdi bunu olumlu bir adım olarak takdim etmek aldatmacasına bel bağlamıştır.

Avrupa Birliği ile ilişkilerin geldiği bu son nokta hakkında AKP hükümeti ve AB lobilerinin gösterdikleri tepkiler, eski ve alışagelmiş bir senaryonun yeniden önümüze getirilmeye çalışıldığını göstermektedir.

Basın’daki AB avukatları, son kararlar karşısında “tren kazasının önlendiği”, “Türkiye’nin son andaki limanlar çıkışıyla AB’yi böldüğü ve hayır cephesinin istediğini elde edemediği” gibi yorumlarla sahte pembe tablolar çizmişlerdir.

Başbakan Erdoğan’ın 12 Aralık 2006 günü AKP Meclis Grup toplantısında yaptığı konuşmada bu konuda dile getirdiği hususlar ise en hafif tabiriyle, beyhude tevil ve aklanma gayretlerinden öteye gitmeyen boş beyanlar olmuştur.

Sayın Başbakan’ın bu konudaki beyanları karşısında, şu tartışmasız gerçeklerin kendisine hatırlatılması gerekli hale gelmiştir.

Limanlar konusunda bizzat kendi hükümetinin bugüne kadar ilan ettiği politikadan geri adım atan Başbakan, grup konuşmasında son liman önerisinin gerçek anlamını çarpıtmak telaşına düşmüştür.

Mevcut tıkanıklığı aşabilmek için Finlandiya’nın başlattığı girişime cevaben hükümetinin benimsediği yaklaşımın, deniz ve havaalanlarının Rum gemi ve uçaklarına açılmasını tüm izolasyonların ve kısıtlamaların eş zamanlı kaldırılması anlayışı üzerine oturtulduğunu ifade eden  Başbakan, doğruyu söylememekte ve inkar yoluna sapmaktadır.

Karşılıklılık ve eş zamanlılığın bugüne kadar benimsenen devlet politikasının esasını oluşturduğu bilinen bir gerçektir.

Bu durumda, eğer AKP’nin Finlandiya aracılığıyla sunduğu son öneri, Sayın Başbakan’ın iddia ettiği gibi aynı esaslar üzerine bina edildiyse, bu tartışmaların niye yaşandığı ve bazı AB üyelerinin bunu cesaret verici adım olarak görüp Türk hükümetinden niye yazılı taahhüt istedikleri soruları açıkta ve cevapsız kalmaktadır.

Ancak, bunların cevabı Sayın Başbakan’ın saklamaya çalıştığı gerçeklerde yatmaktadır.

Basından izlendiği kadarıyla son öneride eş zamanlılık bağı ve şartı geri çekilmiş ve AKP hükümeti iki limanı tek taraflı açması karşılığında AB’den ilerde karşılanacak bazı beklentilerinin olduğunu söylemekle yetinmiştir.

Daha açık bir ifadeyle, AKP hükümeti limanları açmak konusunda ilk adımı kendisinin atacağını AB’ne bildirmiştir.

Grup konuşmasında Fin tarafına sunulan son öneri hakkında farklı düşünenleri bunu ispat etmeye çağıran Başbakan bu konuda şunları söylemiştir:

“Aksini ispat edenler çıkıp milletimize söyler, aksini ispat edemeden konuşmanın adı yalandır. Bunun da siyasette yeri çok çirkindir.”

 

Sayın Başbakan’a şimdi bir çağrıda bulunmak isteriz:

Dürüst ve namuslu siyaset anlayışına eğer samimiyetle bağlıysanız, bu söylediklerinizin gereğini yapmanız ve çıkıp son önerinizi açıklayarak yalan söyleyenleri teşhir etmeniz gerekir.

Rum tarafı ve 24 AB üyesi ülkenin bildiği bu öneriyi, Türk milletinden saklamak için haklı ve meşru bir nedeniniz olması beklenemeyecektir.

Bunu açıklığa kavuşturmanın yegane ve en emin yolu, Sayın Başbakan’ın Finlandiya’ya ilettiği sözlü önerileri, yine sözlü olarak ve dürüst biçimde açıklamasıdır.

Bir Başbakan olarak kendisine düşen ahlaki ve siyasi sorumluluk da bunu emretmektedir.

Ancak, bunu yapacak siyasi cesarete sahip olmasını beklemediğimizi ifade etmek isteriz.

Bundan birkaç gün önce Afyon’da “siyasetin netice alma sanatı olduğunu” söyleyen Sayın Başbakan’ın Avrupa Birliği ve Kıbrıs konularında aldığı netice, kendisi için ne hazin bir tecellidir ki, bu olmuştur.

Ev ödevi, baskı, dayatma ve şantaj mantığıyla bunalımdan bunalıma sürüklenen AB sürecinde yolun sonuna gelinmiştir.

Avrupa Konseyi’nin son kararlarında ifadesini bulan Türkiye’ye çarpık bakış açısı sonucu, sanal AB sürecinin içi tamamen boşaltılmış ve derin dondurucuya alınarak bitkisel hayata mahkum edilmiştir.

Türk milletini böyle bir sanal AB gündemi ve perspektifiyle oyalamak artık mümkün değildir.

Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi açıkça dışlayan bu tutumu ve AKP hükümetinin teslimiyetçi politikaları sonucu gelinen nokta tam anlamıyla kör bir çıkmazdır.

İlişkilerin içine hapsedildiği denklem değişmediği sürece, bu çıkmaz sokağın açılacağı aydınlık bir adres bulunmamaktadır.

Türkiye bütün bunlardan artık gerekli dersleri ve sonuçları çıkarmak durumundadır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Türkiye, tarihi geçmişi, devlet tecrübesi, milli kültür, ahlak ve şuuruyla ve insan kaynaklarıyla büyük ve güçlü bir ülkedir.

Türkiye ne pahasına olursa olsun Avrupa Birliği’nin yörüngesinde bulunmaya mecbur, mahkum ve muhtaç değildir.

Ancak, sanal Avrupa Birliği sürecini bir “iman alanı”, “meşruiyet  sigortası” ve “mahkumiyet ilişkisi” olarak gören AKP hükümetinin, bu konuda onurlu, haysiyetli ve kararlı bir tutum sergilemesi beklenemeyecektir.

Bu dik duruşu yakında tek başına iktidara gelecek olan Milliyetçi Hareket sergileyecektir.

 

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı