16.12.2008 - TBMM Genel Kurulunda 2009 Yılı Bütçe Kanun Tasarısı Hakkında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Genel Kurulunda 2009 Yılı Bütçe Kanun Tasarısı hakkında yapmış oldukları konuşma
16 Aralık 2008

 

Sayın Başkan

Değerli Milletvekilleri,

Görüşülmekte olan 2009 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısı hakkındaki düşüncelerimi ifade etmek ve bu çerçevede, Milliyetçi Hareket Partisi’nin ülke gündemini meşgul eden temel siyasi ve ekonomik konulardaki görüşlerini sizlerle paylaşmak amacıyla huzurlarınızda bulunuyorum.

Bu vesileyle Milliyetçi Hareket Partisi Grubu ve şahsım adına Yüce Meclis’in değerli üyelerini saygılarımla selamlıyorum.

Sözlerime Kurban Bayramı’nı da kapsayan dokuz günlük tatil süresince, yurdumuzun hemen her yöresinde meydana gelen elim trafik kazalarında hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralı vatandaşlarımıza acil şifalar dileyerek başlamak istiyorum. Bu ve benzeri acıların bir daha yaşanmamasını temenni ediyorum.

Değerli Milletvekilleri,

Türkiye, büyük bir Meclis çoğunluğuna sahip tek başına iktidar çoğunluğu tarafından 2219 gündür yönetilmektedir. Bugün görüşmekte olduğumuz bütçe, AKP hükümetlerinin yedinci bütçesidir.

Son altı yılda yaşanan gelişmelere, talihsiz tecrübelere ve bunların karşımıza çıkardığı gerçeklere bakıldığında, idrak, vicdan ve insaf sahibi hiç kimse 2008 Türkiye’sinde;

- Siyasi ve ekonomik istikrardan, refah toplumundan, sosyal barıştan, iç huzur ve güven ortamından, milli birlik ve dayanışma ruhundan ve gelecek ümidinden bahsedemez.

- Devlet ve toplum hayatında adaletin, hukukun, dürüstlüğün, siyasi ahlakın, temiz ve namuslu yönetim anlayışının egemen kılındığını söyleyemez.

Bu nedenle, bütçe görüşmeleri, Türkiye’nin yakın siyasi tarihinin en kritik bunalımlarının yaşandığı, aziz milletimizin artık katlanılamaz hale gelen ekonomik ve sosyal sorunların ağırlığı altında ezildiği çok zor ve sancılı bir dönemde yapılmaktadır.

Genel anlamda bütçe; devletin bir dönemde yapacağı harcamaları ve elde edeceği gelirleri gösteren ve yüce Mecliste kabul edilerek uygulanan bir belgedir.

Hukuki bakımdan bir kanun olmakla birlikte, bazı özellikleri nedeniyle kanunlardan ayrılan Bütçe, her şeyden önce hukuki, ekonomik ve mali işlevlerinin yanı sıra siyasi bir fonksiyona da sahiptir.

Maliye politikası araçlarının hemen hemen tümü, diğer ekonomik araçların önemli bir bölümü bütçe içinde şekillenmektedir. Elbette bu durum siyasal karar sürecinin belli başlı tüm unsurlarının katkılarıyla gerçekleşmektedir.

Bu niteliğiyle bütçe, yalnızca kamu kesimi için değil, toplumsal hayatın bütünü için son derece önemli görevleri yerine getirmektedir.

Bilindiği üzere bütçenin siyasi işlevi iki şekilde kendisini göstermektedir: Birincisi, bütçe kanunun görüşülmesi esnasında Türkiye Büyük Millet Meclisi, hükümetin bir yıllık icraatını denetleme imkânına kavuşmaktadır

Siyasal işlevin ikincisi ise, bütçenin onaylanmasının hükümete bir tür güvenoyu şeklinde değerlendirilmesi ve anlaşılmasıdır.

Ne var ki uygulamada; bütçenin hazırlanma ve görüşülme süreçlerinin sıradanlaştığı, bütçeye yön veren ekonomik ve siyasi gelişmelerin gerçekçi tahlilinin yapılmadığı görülmektedir.

Bu çerçevede 2009 yılı bütçesinde de, hükümet tarafından tutarlılığı olmayan tahminlerin, doğruluğu tartışmalı verilerin hazırlık aşamasında dikkate alınması, ciddiyetsiz bir siyasi duruşu resmetmektedir.

Bu itibarla, kamusal hizmet ve amaçların hayata geçirilmesinde önemli bir rol oynayan bütçenin, planlanma aşamasından başlayarak devam eden zafiyetlerin, kriz sürecine giren Türkiye’nin sorunlarını daha da artıracak olması, hem doğal bir sonuç, hem de kuşku götürmez bir gerçektir.

Muhterem Milletvekilleri,

Hepimizin yakından şahit olduğu gibi, 2009 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısı; dünya genelinde yaşanılan ve ülkemizde de siyasi sorumlu olan hükümetin, ihmalleri sonucunda içine sürüklendiğimiz ekonomik krizin gölgesinde müzakere edilmektedir.

Uluslararası işbölümünde görülen değişmeler, farklılaşmalar ve kaymalar; adına popüler ifadeyle küreselleşme dediğimiz yaklaşımla karmaşık bir yapıya bürünmüş, dünya ekonomisinin serbest piyasa mantığı doğrultusunda bütünleştiği bir dönemi ortaya çıkarmıştır.

Küreselleşmenin bilânçosunda; eşitsizlik, yoksulluk, etnik çatışmalar, kutuplaşmalar ve silahlanma; yardımlaşma, dayanışma, refah ve mutluluktan daha ağır basar hale gelmiştir.

Bu haliyle küreselleşmenin, son yıllarda iyice biçimlenen bölgesel ittifaklar aracılığıyla, çetin geçeceği bugünden belli olan ekonomik ve kültürel rekabeti, gelecekte daha da artıracağını öngörmek zor olmasa gerektir.

İlerleyen yıllarda, küreselleşme sürecinin günümüzdeki hızını sürdürmesi, hatta arttırması durumunda, özellikle gelişmekte olan ülkelerin milli kültürlerinin daha çok kuşatılacağı, varlıklarının tehlikeye gireceği acımasız bir dönem kendisini gösterecektir.

İletişim teknolojilerinde görülen büyük gelişmeler, finansal varlıkların el değiştirmesinde adeta kontrolsüz bir ortam yaratmıştır. Artık saniyelerle ifade edilen bir zaman diliminde, milyarlarca dolarlık sermayenin el değiştirdiği, “kârda özel, zararda genel” anlayışının belirleyici olduğu bir sistem egemenliğini tesis etmiştir.

Çelişkilerle dolu bu yapı, ülke ekonomilerinin fazlasıyla duyarlı hale gelmesine neden olmuş, bizim de içinde bulunduğumuz birçok ülke ekonomisinin kırılganlığını artırmıştır.

Kabul etmeliyiz ki; finansal piyasaların yapıları, işlem yapma yöntemleri nasıl gerçekleşirse gerçekleşsin, bütün olarak değerlendirdiğimizde bu sistemlerin sınırı, üretim yapısı tarafından belirlenecektir.

Bugün maalesef, üretim temelinden tamamen kopmuş finansal işlemlerin neden olduğu ve başka alanlara bulaşarak yayılan kriz durumundan bahsetmemiz yanlış olmayacaktır.

Başlı başına bu durum bile, sorunların oluşmasında hiçbir suçu ve günahı olmayan milyonlarca insanın, krizin ağır sonucundan ve büyük maliyetlerinden etkileneceğini göstermektedir.

Finansal işlemlerin gelir yaratma potansiyelinin, sanayileşmenin gelir oluşturma özelliğinin yerine geçmesi ve bu eğilimin artarak devam etmesi; bizim gibi sanayileşmesini tamamlayamamış olan ülkelere ciddi oranda zarar vermektedir.

Üretim kaygısı taşımayan, sadece dışarıdan akacak sermayeyle ayakta durmaya çalışan ve bununla da sürekli övünen bir hükümet etme anlayışının elbette bu endişelerimizi anlaması mümkün değildir.

Küresel sistemin bir parçası olma konusunda, abartılı ve ısrarlı bir heves içinde olan hükümete bir hususu hatırlatmak ve samimi bir uyarıda bulunmak istiyorum:

Ülkeler arasında finansal alanda gözlenen bütünleşme ve yakınlaşma bir gerçek olsa da; üretimden kopuk, ayrık ve uzak böylesi bir sürecin küresel sistemde Türkiye ekonomisini güdümlü hale getireceği asla dikkatlerden uzak tutulmamalıdır.

Esasen Türkiye’nin onlarca yıldır içinde kıvrandığı, ancak altı yıla yakındır yoğunlaşan kronik sorunların özünde de bize göre bu gerçek yatmaktadır.

Bilgi toplumundan ziyade malumat toplumu haline geldiğimiz bu aşamada, üretim yerine tüketimi önceliğimize almamızın gerçek nedeni de budur. Bu itibarla, üretilenden daha çok tüketilmekte, kazanılandan daha çok harcanmaktadır.

Nasıl finanse edileceği üzerine her kesimin görüş ileri sürdüğü ve uzun bir süreden beri tehlike sinyallerini veren cari açık sorunun gerçek nedeni de burada aranmalıdır.

Ekonomik sorunlara paralel artan sosyal ve siyasal problemler, ne yazık ki aziz millet fertlerini hayatından bezdirmiştir.

Sanayileşme meselesini yalnızca fabrika bacalarının tütmesiyle açıklayan siyasi zihniyetin milletimize öncülük edememesi, dar ve kısır gündemlerle ülkemizi meşgul etmesi geleceğe dönük umutları ortadan kaldırmaktadır.

Her alanda ve her kesimde görülen uyumsuzluk ve ihtilafların asıl nedeni, hükümet etme sorumluluğu taşıyanların, topluma yerleşmesini temenni ettiğimiz sorun çözme kültürünü bir türlü geliştirememesi, bilakis köreltmesidir.

Ekonomik büyümenin sosyolojik ve kültürel temellerimizden kopuk olarak gerçekleşmesi, üretim sistemimizin her sallantıda daralması, geleceğe dönük ümidin azalması, sorun çözme yeteneğimizin zayıflamasına yol açmaktadır.

Unutulmaması gereken en temel husus ise; sanayileşmenin ve gerçekçi ekonomik gelişmenin, beraberinde sorun çözme kültürünün toplumsal yapıya yayılmasını ve yerleşmesini sağlayacak olmasıdır.

Oysa ki ciddi bir siyasal güçle yönetim yetkisini eline alan Adalet Ve Kalkınma Partisi’nin ekonomik ve siyasi uygulamalarında bu hususları asla gözetmediği altı yıllık icraatlarından anlaşılmaktadır.

Bu çerçevede, en ufak bir toplumsal gerilim ve siyasi tansiyon yükselmesinden kaynaklanan cepheleşme ve kamplaşmalar, milletimizi anında etkisi altına alabilmektedir.

Görüldüğü ve anlaşıldığı kadarıyla; meseleleri omurgasından bir türlü yakalayamayan hükümetin şaşkınlığı, sorunlu siyasi anlayışı, siyasi geleceğiyle ilgili taşıdığı endişe, Türkiye’nin sorunlarını sağlıklı ve rasyonel bir bakış açısıyla yorumlanamadığına işaret etmektedir.

Bu kapsamda, küresel ekonomide yaşanan büyük sarsıntı da doğru okunamamış, alınması gereken tedbirlerle ilgili zamanlama hatası hali hazırda bir türlü giderilememiştir.

Küresel finans sisteminde 2007 yılının ikinci yarısından itibaren yayılan ekonomik kriz, bulunduğumuz yıl içinde etki ve kapsamını genişletirken, bugün bu yüce çatı altında bulunan sorumluluk sahipleri, bize bir şey olmaz kolaycılığıyla sorunları geçiştirmeyi yeğlemiştir.

Krizin önemine dair işaretlerin özellikle 2008 yılının başından itibaren netleşmeye başlamasına rağmen, hükümetin bunu önemsememesi, krizi hafife alması, teğet geçeceğini iddia etmesi içine düştüğü öngörü ve teşhis karmaşası hakkında hepimize bir fikir vermektedir.

2009 yılı bütçesiyle ilgili değerlendirmeye geçmeden önce; Türkiye ekonomisinin makro ekonomik büyüklüklerinde görülmeye başlanan bozulma ve dengesizlik halini, küresel krizle ilişkilendirme çabalarını bir yanlışın, başka bir yanlışla giderilmesi olarak gördüğümüzü bu vesileyle belirmek istiyorum.

Her kesim ve sektördeki feryatların, üçüncü çeyrekte büyümede ortaya çıkan keskin düşüşün, artan işsizlik ve işten çıkarmaların, iflasların, üretimdeki daralmanın, reel sektördeki çığlıkların, cari açığın finansman sorununun Türkiye ekonomisinin iç çelişkilerinden ve hükümetin sorunları ötelemesinden kaynaklandığı iyi bilinmelidir.

Değerli Milletvekilleri,

Türkiye ekonomisinin sorunlu yapısı bir yılı aşkın bir süredir sürekli kriz işaretleri vermektedir.

Bu hastalıklı ekonomik yapı, dış kaynaklı etkilere maruz kalmadan önce, ekonomik kriz ortamının şartlarını kendi bünyesi içinde üretmiştir.

Makroekonomik göstergedeki bozulma eğilimlerinin küresel kriz öncesi dönemde başlaması, büyümenin 2008 yılı üçüncü çeyreğinde sıfıra yakın çıkması bunun açık bir delilidir.

Hükümet bu gerçeklerin üstünü örtmek çabası içine girmiş, büyük bir sorumsuzlukla hiçbir yapısal tedbir almamış ve güçlü ekonomi, güven ve istikrar ortamı sloganıyla bu çöküş sürecini izlemekle yetinmiştir.

Bugün geldiğimiz noktada, Türk ekonomisinin yapısal sorunlarının su yüzüne çıkardığı olumsuzluklarla, küresel kriz dalgalarının yıkıcı etkileri bir arada yaşanmaktadır.

İktidar partisi tarafından, 2009 yılı program büyüklükleri belirlenirken; krizin hiç düşünülmediği, gündeme alınmadığı veya umursanmadığı anlaşılmaktadır.

Gelecek yıla ait büyüme hedefi başta olmak üzere, program hedeflerinin birçoğu, hükümetin 2009 yılını nasıl bir anlayışla planladığını açıkça göstermiştir.

2009 yılı için belirlenen yüzde 4’lük büyüme hedefinin bu haliyle krizin teğet geçeceğine yönelik derin yanılgıdan yola çıkarak tespit edilmiş olduğu görülmektedir.

Özellikle ihracattaki gerilemenin, sanayi üretiminde kaygı verici azalmanın büyümeye olumsuz bir şekilde yansıyacağı tartışmasız bir gerçekken, bu büyüme hedefine nasıl ve hangi yoldan ulaşılacağı belirsizdir.

Buna ilave olarak iç ve dış talepteki daralmalar bütçe hazırlığında görmezden gelinmiştir. Üzülerek belirtmeliyim ki; bu özürlü bakış açısı gelecek yılın da kaybedilmesine neden olacaktır.

Bütün veriler, ekonomide ciddi bir güven kaybına ve beklentilerde belirsizliğe işaret ederken, hükümetin bu faktörleri dikkate almaması, her konuda olduğu gibi bütçenin hazırlanmasında da içine düştüğü değerlendirme yanlışını ortaya çıkarmıştır.

Önümüzdeki yıl beklentilerin daha da kötüleşeceği düşünüldüğünde, program hedeflerinin şimdiden revize edileceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Böyle bir ortamda 2009 yılı yurt içi talebinin büyümeye katkısının yüzde 4,2 olarak belirlenmesi gerçekçi ve inandırıcı değildir.

Orta Vadeli Programda 2009 yılı için öngörülen dolar kuru 1,43 YTL olmasına rağmen, 2009 program hedefinde dolar kuru 1,40 YTL olarak belirlenmiştir. Döviz fiyatındaki yukarı yönlü eğilimin görüldüğü bu zaman diliminde, kurlardaki oynaklık 2009 program hedeflerini işlevsiz bir hale getirecektir.

Ayrıca, petrol ve emtia fiyatlarındaki düşme bir vaka iken, 2009 yılı için hedeflenen 50,4 milyar dolarlık cari açık rakamının gerçekçi olmayacağı da ortadadır.

Muhterem Milletvekilleri,

Bütçenin hiçbir kaleminde, küresel krizin giderek ağırlaşan etkileri ve ekonomik destek tedbirlerinin maliyeti yansıtılmamıştır. Hükümetin İMF ile anlaşma yapması halinde bütçe büyüklüklerinin önemli bir bölümünün değişme ihtimali söz konusudur.

2009 yılı Bütçe Kanun Tasarısında; bir önceki yıla göre yüzde 15,5’lik gelir artışı hedeflenmiştir. 2009 yılının her bakımdan zor geçeceği şimdiden belli olmuşken ve önümüzde çok zor bir yıl dururken; bu gelir artışının tutarlı olmadığı açıktır.

2009 yılında ithalatta bir gerileme beklenmesine rağmen, vergi gelirleri arasında en yüksek artışın yüzde 22,47 ile ithalden alınan KDV’den beklenmesi tam anlamıyla çarpıklığın bir göstergesi olmuştur. Bütçede gelir artışı beklenen diğer kalemler, yüzde 13,77 ile Özel Tüketim Vergisi ve yüzde 12,95 ile KDV’dir.

Ekonomik kriz nedeniyle, otomotiv sektöründe satışlar durma noktasına gelmiş olmasına karşılık, motorlu taşıtlardan yüzde 10,59 oranında ÖTV tahsilâtı artışının öngörülmesi, vergi gelirlerinde sapma olacağının bir görüntüsüdür.

Hükümetin bu hedeflere ulaşılabilmesi için, vergi dilimlerindeki düzenlemelerle ve gizli vergileme yoluyla, mükelleflere ve ücretlilere; dolaylı vergilerle de mecali tükenmiş olan geniş kitlelerin sırtına yüklemeyi amaçladığı görülmektedir.

Bunun sonucu açlık ve yoksulluk sınırında yaşama mücadelesi veren halk kitlelerinin vergi yükü daha da ağırlaşacak, kayıt dışı ekonomi daha da büyüyecektir.

Vergi gelirlerindeki gerçekçi olmayan bu artışların yanında, özelleştirme gelirlerinde yüzde 42’lik bir artış hedefinin, küresel ekonominin daraldığı bir süreçte gerçekleşmeyeceği aşikârdır.

Burada tehlikeli olan ise, bu hedefi belirleyenlerin, böylesi bir dönemde sattıklarından arta kalan milli varlıkları haraç mezat elden çıkarma amacı taşıdıklarının anlaşılmasıdır. Nitekim özelleştirme gelirleriyle, bütçe açıklarını kapatmayı ve günü kurtarmayı amaçlayan bütçe anlayışının önümüzdeki yılda da devam edeceği bugünden belirginleşmiştir.

Gelecek yıl kendisini daha fazla hissettirecek olan ekonomik kriz nedeniyle; durgunluk, üretimde azalma, işsizlikte patlama, ihracat ve ithalattaki gerileme, bu kapsamda vergi gelirlerindeki düşmeden dolayı bütçenin gelir hedefini tutturması mümkün görülmemektedir.

Bütçeye harcama kalemleri açısından bakıldığında değişen herhangi bir şeyin olmadığı, iç talepteki çöküşü ve üretimdeki gerilemeyi engelleyecek bir gider hedefinin kurgulanmadığı görülecektir.

2009 yılı Bütçe Kanun Tasarısı’nda, kamu harcamalarında yüzde 14’lük bir artış hedeflenmektedir. Uzun bir aradan sonra ilk kez üretim kapasitesini korumak için kamu harcamalarının azaltılmaması, hatta artırılması gereken bir dönemin içinde bulunulmaktadır.

Bize göre, kredi kanallarının tıkanmaması için kamu kaynakları kefalet mekanizmaları vasıtasıyla harekete geçirilmelidir. Ayrıca iç tüketimin yavaşlama hızını durdurmak için kamu imkânları da devreye sokulmalıdır.

Mevcut harcama artışlarının program hedefleriyle uyumunun nasıl olacağı düşünülmediğinden, bahsettiğim bu hususları uygulamak son derece şüphelidir.

İç talep ve üretim kapasitesinde görülen kontrolsüz daralmanın önüne geçmek amacıyla kamu harcama artışları, içinde bulunduğumuz geçiş döneminde bir politika değişkeni olarak kullanılmalıdır. Ancak, bunun için önce hangi harcama programlarının hangi hedefe yönelik olarak seçildiği netlik kazanmalıdır.

Şimdi zaman, ülkemizin üretim kapasitesini bu olağanüstü dönemden en az hasarla çıkaracak tedbirleri alma zamanıdır. Öncelikli alınacak önlemlerin, Merkez Bankası tarafından uygulanan para politikasıyla değil, doğrudan maliye politikası ve bütçede belirlenen hedefler doğrultusunda hayata geçirilmesi gerekmektedir.

Diğer taraftan, hükümetin iç talebi canlandıracak, üretimi özendirecek bir yatırım harcamasına bütçede yer vermediği görülmektedir.

AKP hükümeti döneminde, hayatın zorluklarını alabildiğine yaşayan kamu çalışanları ve emekliler için ise, önümüzdeki yılda da bir iyileştirmenin yapılmayacağı görülmektedir.

2009 program ve bütçesinde, ekonominin üretim kapasitesini arttıracak bir gelir ve gider dengesinin kurulamadığı açıklık kazanmıştır. Bunun yanı sıra krizin reel ekonomi üzerindeki olumsuz etkilerinin bütçenin hiçbir parametresinde görülmediği, üreten kesimin sorunlarının çözümüne yönelik bir hedefin gözetilmediği anlaşılmaktadır.

Bu zamana kadar reel sektör üretimini dış borçla finanse ederken, bankalar tüketiciyi finanse etmiştir. 2004 yılı ve sonrasında bankalar tarafından mali olmayan şirketlere ve vatandaşlarımıza açılan kredilerde patlama yaşanmıştır. 2002–2008 döneminde finansal olmayan şirketlere açılan krediler 7,8 kat, bireysel işletmelere açılan krediler 4,2 kat, hane halkına açılan krediler ise 17,5 kat artmıştır.

Kısaca 2009 yılı program büyüklükleri ve bütçesi üzerinde yaptığım bu değerlendirmeler ışığında; hükümetin derin bir siyasi basiret sorunu yaşadığını söylemek için haklı birçok nedenimiz bulunmaktadır.

Krizin bütün boyutlarıyla görüldüğü bir zamanda hazırlanan ve bir yılı kapsayan bütçenin, sanki hiçbir şey olmamış gibi planlanması hükümetin çaresizliğinin, iş bilmezliğinin ve rotasını kaybettiğinin bir belirtisi olarak görülmelidir.

Bizim öncelikli kaygımız, vatandaşlarımızın mahkûm olduğu ekonomik problemlere yenilerinin eklenmemesi, gafletten başını kaldıramayan hükümetin faturayı aziz millet fertlerine ödetmemesidir. Uyarı ve itirazlarımızın ana gayesi elbette budur.

2009 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Tasarısı hakkındaki değerlendirmelerin, sırası ve yeri geldiğinde Grubumuzun değerli üyelerince ayrıntılı olarak yapılacağını bu vesile ile ifade etmek istiyorum.

Sayın Başkan,

Değerli Milletvekilleri,

Hepinizin bildiği gibi Türkiye, yaklaşık yarım yüzyıldır ekonomik ve mali sistemini bir esasa oturtmaya, küresel fırsatlar, toplumsal riskler ve siyasal sistem arasında bir denge kurmaya çalışarak bugünlere kadar gelmiştir.

 Yaşadığımız tecrübeler ülkemizin ekonomik sorunlarına paralel olarak ardı ardına gelen siyasal, sosyal, ahlaki ve asayiş alanlarında katmerli sorunların da baş gösterdiğini ortaya koymaktadır.

Yıllardır tekrarlanan, önce ekonomik kriz, sonra siyasal istikrarsızlık ve nihayetinde toplumsal bunalım döngüsü; ülkemizde demokrasinin kök salmasının, sağlam ve milli bir ekonomik iklimin ortaya çıkmasının, dengeli bir mali yapı oluşmasının ve hakkaniyetli gelir paylaşımı ile ahlaki bir sistemin yerleşmesinin önündeki en önemli engellerdir.

Ülkemizin, milletimizin ve vatandaşımızın sorunlarına eğilirken ekonomik gidişata dikkat etmeyen, tehlikeleri ciddi bulmayan, tedbirleri vaktinde almayan siyasal iktidarların verecekleri en büyük zarar, kendilerinden önce milli varlığımıza ve toplumsal geleceğimize yönelik olacaktır.

Bu nedenle, yaşanacak bir ekonomik krizin ve yoksullaşmanın hiç kimseye siyasi bir fayda sağlaması, bunun bir sinsi fırsatmış gibi beklenmesi, basit hesaplarla krize davetiye çıkartılması, yüreğinde millet ve insan sevgisi olan hiç kimse için düşünülemeyecek bir seviye kaybıdır.

Ancak, bu kez karşımıza çıkan ekonomik kriz ortamı, ülkemizin bundan önce yaşadığı kronik kriz sonuçlarından daha önemli ve vahim bir gelişme ile birlikte, milli birlik ve beraberliğimizin yara aldığı ve kardeşliğimizin ulu orta tartışıldığı daha tehlikeli bir dönemde kendini göstermiştir.

Yeni bir yüzyılın henüz sekizinci yılı geride kalırken, ülkemizde ve komşularımızda; kanlı çatışmalar, başkaldırı provaları, terör eylemleri ve sabotajlar, adaletsizliklerin neden olduğu ahlaktaki çöküntü ve yoksulluktan kaynaklanan çaresizlik, önümüzdeki yılların çok zor geçeceğini işaret etmektedir.

Üzülerek ifade etmeliyim ki; işsizlik, durgunluk, hayat standardının düşmesi ve benzeri açmazlar sosyal patlamalara çok müsait bir ortam hazırlamaktadır.

Bu anlayışla, siyasi, ekonomik ve sosyal problemlerin neden olduğu derin umutsuzluğun ve sisteme dönük güvensizliğin, devlete ve hükümete karşı öfkeye dönüşebilme riski üzerine herkesin gerçekçi bir analiz yapmasının zamanı gelmiştir.

Değerli Milletvekilleri,

Milliyetçi Hareket Partisi’nin siyaset anlayışının öznesi insan, nesnesi devlet, yüklemi demokrasi, cümlesi ise millettir.

Partimiz, bunlardan birini diğerine, milleti, devleti ya da demokrasiyi ötekine tercih ederek yapılacak sözde yaklaşımların eksik, kusurlu ve sakat olacağına veya bunlardan birinde neden olunacak tahribatın çok önemli beka meselelerine yol açacağını öngörmektedir.

Bu nedenle, konuşmamın bu bölümünde, adına bütçe yaptığımız Türkiye Cumhuriyeti’nin ve büyük Türk milletinin varlığını, birliğini ve devamlılığını tehdit eden başlıca riskler ile bunların çözümü konusundaki değerlendirmelerimi Yüce Meclisle paylaşmak düşüncesindeyim.

Maddi yokluklar ve stratejik sarsıntıların arasından, muhteşem bir mücadele ile doğmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin 85 yıllık yolculuğunda aldığı önemli mesafeyi küçümsemek, hor görmek, adaletli bir değerlendirme olmayacaktır. Bu süre içinde ülkemiz ve milletimiz elbette ki birçok başarılara imzasını atmıştır.

Daha müreffeh bir toplum, daha kalkınmış bir ülke, daha kudretli bir devlet, daha sağlam bir millet yapısı bu süre içinde her hükümetin arzusu olmuş, bu uzunca dönemde her siyasal görüş bu alanlarda az ya da çok katkı sağlamıştır.

Devlette devamlılık, hizmette süreklilik vardır. Bugüne kadar yapılmış bütün güzel işlerin ve gelişmelerin hakkını teslim etmeyi ve emeği geçenlere şükranlarımızı sunmayı bir kadirşinaslık olarak gördüğümü belirtmek istiyorum.

Ancak, Türkiye’mizin bu yolculuğunda, kalkınma, demokratikleşme ve milletleşme yolundaki yetersizliklerin ve noksanların, özellikle siyasi vizyon eksikliği ile birleşince bugün karşımıza çok ciddi toplumsal ayrışma ve çözülme tehlikesini çıkardığını üzülerek ifade etmek durumundayım.

Bugün ülkemiz ve milletimiz, yıllardır birikmiş sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel sorunlarını aşamamış olmanın zafiyetiyle ve özellikle altı yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin “yüzleşme, ezber bozma, tabuları yıkma” adı altında tekrarladığı yanlışlarıyla beka düzeyinde tehlikelerle karşı karşıya bulunmaktadır.

Bunları yok farz etmek, iyimser ifadelerle üstünü örtmek, geliştik, kalkındık, büyüdük, itibarımız arttı gibi sanal söylemlerle pembe tablolar çizmek, ya da alt kimlikleri nakarat halinde tekrarlayıp durmak önümüze çıkan gerçekleri asla değiştirmeyecektir.

Karşılaşılan tehdit, milletimizin bin yıllık kardeşliğini ve milli kimliğini ayrıştırmaya yönelik sosyolojik kırılma; üniter devletimize yönelik egemenlik paylaşımı ve topraklarımızın bir bölümünü yönetememe tehlikesinin baş göstereceği siyasal çözülme sorunudur.

Mutabık kalınacak ciddi, kalıcı ve köklü çözümlerin uygulanmasında gecikilmesi halinde, kapanması mümkün olmayan derin yaraların açılacağı, milli birlik ve bütünlüğümüzün onarılamayacak kadar zedeleneceği çok tehlikeli bir süreç, maalesef Türkiye’nin karşısındadır.

Gerek ihmal, gerek tahrik, gerekse dayatmalarla gelinen nokta, Cumhuriyetin kuruluşu ile elde edilen kazanımların, devlet ve millet hayatımızın temelini oluşturan kurucu ilkelerin ve bizi bir arada tutan kardeşliğimizin keskin bir yol ayrımına yaklaştığını ortaya koymaktadır.

Hepimizin arzusu olan çağdaş ve müreffeh bir topluma ulaşmada, tek seçenek paketi olarak dayatılan “demokratikleşme, çok kültürlülük, alt kimliklerin siyasallaşması, ana dilde eğitim, bölücülüğe ve teröre af ile yerel yönetimlere alabildiğine özerklik” gibi yıkım projelerine hepinizin dikkatini çekmek isterim.

Bu taleplerin siyaset eliyle ilerleme kaydetmesi ve zemin bulması halinde, bu badireden ne devletimizin, ne de milletimizin bütünlük ve birlik içinde çıkması mümkün görülmemektedir.

Bilinmelidir ki, en az bin yıllık muhteşem bir kaynaşma ile yükselerek vücut bulmuş büyük “Türk Milleti”nin, alt kimliklere doğru dönüş ve kıvrılış göstereceği böylesi bir gelişmenin yaşanması halinde, Cumhuriyetimizin üzerinde yükseldiği milli devleti ve üniter yapıyı korumak ve yönetmek, tamamen imkânsız hale gelecektir.

Adına ne denirse denilsin, ister çağdaşlaşma, ister Avrupalı olma, ister demokratikleşme; göz yumulan kimlik tahriklerine, verilen tavizlere devam edilmesi ve bu taleplere önümüzdeki dönemde anayasal kılıf ve zemin hazırlanması, Yüce Meclisin varlık nedenini inkâr anlamı taşıyacaktır.

Bunun gerçekleşmesi halinde, toplumun Türk Milleti’ne olan mensubiyet bağlarını kopartmadan korumak ve aynı geleceği, aynı coğrafyada, aynı devlet çatısı altında paylaşma arzusunu canlı ve diri tutmak zor olacaktır.

Biliniz ki, bu uyarılar asla bir vehmin ve aşırı hassasiyetin ürünü değil, bütün dikkati aziz millet varlığının bekasına odaklanmış bir siyaset hareketinin çok ciddiye alınması gereken uyarıları ve öngörüleridir.

Bugün gelinen aşamada, artık açıkça dillendirilen, “federasyon, ayrı bayrak, ayrı eğitim dili, ortak kurucu halk, çokluklar devleti, özyönetim ve hatta ayrılma tehditleri” gibi talepler karşımızdaki tehlikenin boyutlarını gözler önüne sermektedir.

Ancak, burada asıl önemli olan, Türkiye’nin karşısına çıkartılan bu süreci yönetebilecek, tehditleri bertaraf edebilecek ve asal mevcudiyeti koruyabilecek inanca, değerlere, stratejiye ve vizyona sahip kadrolar tarafından yönetilmiyor olmasıdır.

Ülkemizin içinde bulunduğu yakın coğrafyada yaşanan gelişmeler de Türkiye’nin sürüklendiği olumsuz süreci hızlandırıcı rol oynamakta, ne üzücüdür ki çözüm adı altındaki yabancı dayatmaların bölgesel senaryolarla beslenmesini kaçınılmaz hale getirmektedir.

Hükümetin teröre desteğini sürdüren Irak’taki yerel yönetimle; iddialarından vazgeçmeyen Ermenistan’la; uzlaşmaya asla yanaşmayan Kıbrıs Rum Yönetimiyle; talep listeleri bir türlü bitmeyen Avrupa Birliğiyle ve komşularımızı tanzim etmeye çalışan Amerika ile olan ilişkilerimizi bu çerçevede ele almak gerekecektir.

Son zamanlarda ortaya çıkıp tarihle yüzleşme adı altında, utandıkları geçmişimizi yargılayarak tam bir işbirlikçi refleks gösteren sözde aydınlar da bu kapsamda değerlendirilmelidir.

Bu itibarla, sıraladığımız gerçek gündemle, ülkemizin yüzleşmeye başlaması için yaptığımız siyasi hamleler, partimizin öncelikli siyaset tercihi ve vazgeçilmez milli sorumluluğudur.

Çünkü Milliyetçi Hareket, bu sorunların toplum ve siyasetçi tarafından doğru değerlendirilmemesi ve önemine göre sınıflandırılmaması halinde, üretilecek sözde çözümlerin Türkiye’yi yeni ve daha büyük sıkıntılara sürükleyeceğinin farkındadır.

Değerli Milletvekilleri,

Bugün karşı karşıya bulunduğumuz temel sorun, milli ve manevi değerlerimizin toplumsal çatışma alanına dönüştürülmesi ve Türkiye’nin köken, inanç ve mezhep temelinde çok tehlikeli bir ayrışma ve cepheleşme sürecine çekilmek istenmesidir.

Elbette ki, çağdaş ve modern bir millet ve devlet yapısı için almamız gereken çok mesafe, müreffeh ve hakkaniyetli bir toplum oluşturabilmek için yapmamız gereken çok işler vardır.

Ve İnsanın karşılaştığı her sorun elbette ki siyasetin ilgi alanındadır ve siyasetçinin sorunudur. Bu sorunların ise öncelikli konuşma ve çözüm yeri Yüce Meclis çatısıdır.

Ancak siyasetçinin bir sorumluluğu da, sorunları milletinin temel değerleri ekseninde çözmeye çalışmak ve çözüm alternatiflerini binlerce yılda oluşmuş milli değerler sisteminin içinden arayıp çıkartabilmektir.

Bu açıdan birileri millet kimliği dışında yeni arayışlar ve tanımlar talep ediyor diye milleti bu talepler üzerinden yeniden adlandırmak; devleti bu taleplere göre yeniden tanzim etmek, emsali görülmemiş bir yıkım olacak ve bitmeyecek başka ayrışma taleplerinin önünü açacaktır.

Nitekim, Milliyetçi Hareket Partisi olarak yüce Meclis çatısı altında temsil edildiğimiz 2002 yılında, aralarında idamı kaldıran, ana dilde yayına ve özel kurslara izin veren yasaların da bulunduğu uyum paketlerine “hayır” oyu verirken temel kaygımız işte buydu.

Maalesef gelişmeler bizi haklı çıkarmış, bu tarihten sonra ne taleplerin sonu gelmiş, ne de verilen tavizlerin ardı arkası kesilmiştir.

Kimlik arayışları ile ortaya çıkan mihrakların, Avrupa’nın dayatmalarına rıza gösteren Yüce Meclis eliyle, sözde uyum ve demokratikleşme adına elde ettikleri yasal imtiyazlar bugüne kadar bitmek tükenmek bilmemiştir.

Ulaşılan her aşamadan sonra çıkılan yeni basamak, bir sonraki adımın zemini yapılmış, yeniden başlatılan kampanyalarla bölünmeye ve ayrışmaya giden merdiven birer birer çıkılmaya başlanmıştır.

Nerede durulacağı, daha ne kadar taviz verileceği, bölünme taleplerinin hangi aşamada biteceği de belli değildir.

Anayasanın ve yasaların değişimi yoluyla bölücülüğün önündeki engeller birer birer ortadan kaldırarak daha nereye kadar bu sürece refakat edilecektir? Buna artık bir son verilmek mecburiyetindedir.

Biz baştan beri, milleti oluşturan ana gövdeden kopacak küçük parçaların meşrulaşarak giderek husumeti körüklemesinden ve bütünün ufalanarak sonu gelmeyen ayrışma sürecinin başlamasından endişe etmiştik. Şimdi de ediyoruz.

Bunun oluşmuş bir milleti, sosyolojik anlamda geriye götürecek, boy ve kabilelere dönüştürecek iptidai ve ırkçı proje olarak görüyorduk. Şu anda da aynı tehlikeyi artan bir vurgu ile söylüyoruz.

Karşımıza çıkacak sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik sorunların çözümünde takip edilecek ilkeler; millet varlığının devamını ve gelişmesini sağlayacak, milli devletin bekasını sürdürecek bir çerçeve içinde ele alınmak zorundadır.

Kavramları kutsayarak ve putlaştırarak, vatansız bir demokrasi arayışını kabul etmemiz; milletsiz bir demokratikleşmeyi dikkate almamız inandığımız siyaset değerleri açısından mümkün değildir.

Yaklaşık ikiyüz yıldır siyasi şekil ve anlam bulmuş olan millet kavramı etrafında açık veya gizli mücadelelerinin bütün hızıyla sürdüğü dünyada, milletleşmenin durdurulmaya çalışılması bizim açımızdan kabul edilemeyecek bir boş hayaldir.

Bedeli kanla ödenerek kazanılmış bağımsızlığımız, bin yıl boyunca sevgi ile yoğurduğumuz kardeşliğimiz, asırlarca alın terimizle oluşturduğumuz mili varlıklarımız, birlikte yaşanan binlerce yılın ürünü olan milli kültürümüz bu ham hayalin önündeki en büyük güvencemizdir.

Elbette ki, çağdışı bir tek tip vatandaş arayışında değiliz. Herkesin birbirinin aynı olmasını beklemiyor ve hedeflemiyoruz.

Ancak, sonu gelmeyen isteklerin ve verilmesi düşünülen tavizlerin siyasal alt kimlik bilinci oluşturmasına ve bunun yeni talepler listesi halinde dayatılmasına da izin veremeyiz.

Türkiye’nin milli birliği ve bölünmez bütünlüğü gibi hayati öneme sahip milli beka meselelerinde, siyasetçilerin görüşleri ve duruşlarının zamana ve şartlara göre değişmesini düşünemeyiz.

Başta Sayın Başbakan olmak üzere, bu konuda sorumluluğu olan herkes samimi bir vicdan muhasebesi yapmalı ve Türkiye’mizi ateşe atacak yeni adımlardan ve yanlışlardan dönme basiretini gösterebilmelidir.

Bu vatanın kurucusu ve sahibi olanlar, aziz millet varlığına hep birlikte vücut veren büyük Türk Milleti ailesidir. Bulunacak bütün çözüm yolları bu ailenin bağlarını güçlendirmeli; küçülme, zayıflama, yalnızlaşmanın kimseye yarar getirmeyeceği artık anlaşılmış olmalıdır.

Bu eksende olmak üzere, hükümeti kapsayıcı millet tanımından uzaklaşarak alt kimlik taleplerini tırmandıracak söylemlerden kaçınmaya; yıllardır bitmeyen bölücü taleplere verilecek yeni tavizlerden uzak durmaya davet ediyorum.

1910’lu yıllar temel alındığında, dönemin küresel gelişmelerine karşı aziz milletimizin yegâne dayanma gücü, birleşme arzusu; vatanseverlerin heyecanı ve direnci ile eşdeğerdi ve ne mutlu ki bunu başardılar.

Bugün de karşımızdaki ayrılma ve bölünme tehlikelerine karşı en önemli direnç ve dayanma noktası; yüreklerinin vatan ve millet sevgisi ile dolu olduğuna inanmak istediğim muhterem milletvekillerinin iradesidir.

Milletvekillerinin yeri ve zamanı geldiği vakit, mensubu oldukları “Gazi Meclis”in anlamına uygun hareket edeceklerine olan inancım tamdır.

Sayın Başkan,

Muhterem Milletvekilleri,

Konuşmama burada son verirken, 2009 yılı bütçesinin Türkiye’miz için hayırlı sonuçlar getirmesi temennisiyle yüce heyetinizi en içten duygularla selamlıyor, saygılarımı sunuyorum.

 Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı