09.11.2006 - 8 Kasım 2006 günü açıklanan Avrupa Birliği Türkiye İlerleme Raporu ve Strateji Belgesi hakkında yaptığı basın açıklaması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

 

Genel Başkanımız Sayın Dr. Devlet Bahçeli'nin
8 Kasım 2006 günü açıklanan Avrupa Birliği Türkiye İlerleme Raporu ve
Strateji Belgesi hakkında yaptığı basın açıklaması

9 Kasım 2006 


AKP iktidarı, bugüne kadar, hayali bir hedef olan Avrupa Birliği yalanının rüzgârıyla yol almaya çalışmıştır.

Avrupa Birliği “çıpası”, Türkiye’de siyasi ve ekonomik istikrarın yegâne teminatı olarak gösterilmiş ve gerçekleri Türk milletinden saklamak için büyük bir bilgi kirliliği ve psikolojik terör kampanyası yürütülmüştür.

Ancak, bugün AB süreci tıkanmış, herkesin gerçeklerle yüzleşeceği kader anı gelmiştir.

Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin hastalıklı yapısı kangrene dönüşmüş ve kaçınılmaz olan kopma noktası ufukta görülmüştür.

8 Kasım 2006 günü açıklanan İlerleme Raporu ve Strateji Belgesi, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı önyargılı ve dışlayıcı bakış açısının değişmediğini bir kere daha göstermiştir.

Avrupa Birliği hayal ticaretini siyasi sermaye yapan AKP hükümeti, bugüne kadar her dayatmayı kabul etmesine rağmen Brüksel’i yine de memnun edememiştir.

AKP’nin İlerleme Raporunda yer alan karnesi, yine geçerli not alamamıştır.

2006 yılı Türkiye İlerleme Raporu, Avrupa Birliği’nin klasik dayatma listesinde yer alan talepleri bir kere daha karşımıza getirmiştir.

Raporun incelenmesinden, AB’nin Türkiye’ye yönelttiği tenkit ve taleplerin altı ana başlık altında toplandığı görülmektedir.

-    Azınlık hakları, kültürel haklar ve azınlıkların korunması bölümünde, Türkiye’de Lozan Antlaşması ile tanınan Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıkların dışında, Avrupa standartlarına göre azınlık sayılması gereken diğer topluluklar olduğu vurgulanmıştır.

AB’nin Türkiye’de zorla Müslüman milli azınlık yaratma takıntısı, bu vesileyle bir kere daha kayda geçirilmiştir.

Aynı bölümde, bunun hemen ardından yer alan şu hususlar, AB’nin bu konudaki çarpık anlayışına ışık tutmaktadır.

-    AB, ilk olarak, Türkiye’nin Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Milli Azınlıklar Yüksek Komiseri ile azınlıkların eğitimi, azınlık dilleri, azınlıkların kamu hayatına katılımı ve azınlık dillerinde yayın yapılması konularında derinleştirilmiş dialoga girmesi istemiştir.

-    Bu kapsamda, Türkiye’nin kültürel haklar konusundaki Birleşmiş Milletler Sözleşmelerine koyduğu çekincelerin endişe konusu olduğu ifade edilerek, dolaylı yoldan bunların kaldırılması talep edilmiştir.

AB’yi rahatsız eden bu çekinceler, Türkiye’de resmi dilin Türkçe olduğu ve Türkçe den başka dillerin eğitim kurumlarında Türk vatandaşlarına okutulamayacağına ilişkindir.

Avrupa Birliği, Anayasa’nın 3 ve 42. maddelerinin bu amir hükümlerinden endişe ve rahatsızlık duymaktadır.

-    Yerel TV kanallarında yapılan Kürtçe yayınlara süre kısıtlaması getirilmesi ve Kürtçe eğitim programlarının yayınına izin verilmemesi AB’nin bir diğer şikayet konusu olmuştur. AB, bu konudaki devlet denetiminin kaldırılmasına çalışmaktadır.

-    İlerleme Raporunda, Kürtçe eğitim konusunda yer alan hususlar da çok dikkate değerdir.

AB, Türk eğitim sistemi içinde Kürtçe eğitimin olmamasını eleştirmekte ve devlet okullarında Kürtçe’nin anadil olarak okutulmasını istemektedir.

Bu konuda bir adım daha ileri giden AB, Türkçe konuşmayan vatandaşlarımızın kamu sektöründe istihdamının kolaylaştırılmasını, diğer bir ifadeyle Kürtçe’nin kamu sektöründe resmi dil olarak tanınmasını Türkiye’nin karşısına çıkarmıştır.

Güneydoğu’daki bazı belediyelerin son dönemde bu yönde attıkları adımlar bu vesileyle hatırlanmalıdır.

-    AB, bunun yanı sıra Türkiye’de siyasi partilerin faaliyetlerinde Türkçe dışında Kürtçe’yi de kullanmalarını talep etmiştir.

-    Azınlık hakları bölümünde yer verilen Güneydoğu sorunu konusunda ise AB şu tespit ve taleplerde bulunmuştur.

-    Bölgedeki güç şartlardan ve kapsamlı bir çözüm planı bulunmamasından yakınan AB, Sayın Başbakan’ın geçtiğimiz yıl Diyarbakır’da yaptığı konuşmada “Kürt sorunu” olarak tanımladığı sorunun demokratik çözümünden bahsettiğini memnuniyetle not etmiş ve bunun arkasının getirilmesi gerektiğini söylemiştir.

-    PKK terörünü açıkça destekleyen bir siyasi parti yöneticileri ve belediye başkanları hakkında yapılan cezai takibat şikayet konusu yapılmış ve yüzde on seçim barajının temsil sorunu yarattığı ifade edilmiştir.

-    AB, bunun yanı sıra, bölgedeki durumun normale dönmesi için yegane çarenin “yerel muhataplarla” dialog başlatılması olduğunu kayda geçirmiş ve “Kürt nüfusun” tam olarak hak ve özgürlüklerden yararlanmasının şartlarının hazırlanması gerektiğini belirtmiştir.

2006 yılı İlerleme Raporunda AB’nin siyasi çözüm reçetesi bu şekilde yer bulmuştur.

AB’nin bu reçetesi, PKK’nın maşası olan partiler ve örgütlerle müzakere edilerek bulunacak siyasi çözüm çerçevesinde, etnik farklılıklara siyasi kimlik ve statü tanınmasını, Kürtçenin eğitim ve siyasi faaliyet dili olarak resmen kabul edilmesini öngörmektedir.

-    İmralı canisinin yeniden yargılanması konusu, 2006 raporunda bir kere daha önümüze getirilmiştir.

Bu katile hala itibar eden ve insan hakları ve azınlıkların korunması bölümünde yer vermekten sıkılmayan Avrupa Birliği, terörist başının yeniden yargılanma talebinin reddedilmesinin gerekçelerinin Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından inceleneceğini söyleyerek adeta “aba altından sopa” göstermiştir.

-    İlerleme Raporunda Türkiye’nin iki konudaki mevzuatı ön plana çıkarılmış ve ağır eleştirilere konu yapılmıştır.

-    Bunlardan birincisi, Türklük değerlerine hakareti düzenleyen Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesidir.

Bu maddenin çok ciddi bir endişe kaynağı olduğunu söyleyen AB, şiddet unsuru içermediği sürece Türklüğe, Türk devletine ve Türk milletine hakaret etmenin serbest olmasını istemiştir.

-    İkinci nokta ise terörle mücadele kanunu ve bu alandaki uygulamalardır.

AB, terörizmin ve terör suçlarının tanımının geniş olmasından şikâyet etmiş ve bunu ifade ve basın özgürlüğüne yasal kısıtlamalar getirdiğini belirtmiştir.

Terörle mücadele kapsamında Türk Silahlı Kuvvetlerinin görevlerini de sorgulayan AB, belirli durumlarda sivil otoritenin talebi olmaksızın iç güvenlik konularında askeri operasyon yapma ve iç tehditlere karşı istihbarat toplama yetkisinin bulunmasını bile eleştirecek kadar ölçüyü kaçırmıştır.

Silahlı Kuvvetler komutanlarının PKK terörü konusunda görüş açıklamaları da İlerleme Raporunda yadırganacak bir husus olarak yer almıştır.

-    Dernek kurma özgürlüğü konusundaki bazı uygulamaların kısıtlayıcı olduğunu öne süren AB, buna örnek olarak, bir derneğe “Kürt arşivi ve müzesi” kurması izninin verilmemesini göstermiştir.

Kürtçe siyaset propaganda yapılmasının serbest bırakılması için Siyasi Partiler kanununun değiştirilmesi talebi de bu kapsamda dile getirilmiştir.

-    Raporun din ve ibadet özgürlüğü bölümünde, cemaat vakıflarının önündeki engellerin kaldırılması, Rum Patrikhanesi’nin papaz ihtiyacını karşılamak için Heybeliada Ruhban Okulunun açılması ve Patriğe Ekümenik Statüsünün tanınması talepleri, Türkiye’nin atması gereken adımlar olarak sayılmıştır.

İlerleme Raporunda, ayrıca, misyonerlik faaliyetlerinin serbest bırakılması da istenilmiştir.

-    AB, Türkiye’ye karşı yeni bir siyasi kriter haline getirdiği Ermenistan konusuna, raporun Dış politika, Güvenlik ve Savunma politikaları bölümünde yer vermiş ve kapalı olan sınırın açılmasının iyi komşuluk ilişkilerinin tesisi için önemli bir adım olacağını söylemiştir.

Bu şekilde, tarih sahtekârı olan işgalci Ermeniler’in avukatlığına bir kere daha soyunmuştur.

-    Kıbrıs ve Yunanistan’la ilişkiler konularında Türkiye’nin atması istenilen somut adımlar, İlerleme Raporunda şu şekilde sıralanmıştır.

-    Türkiye Kıbrıs Rumları ile ikili ilişkilerini normalleştirmek için somut girişimlerde bulunacaktır. Bundan kastedilen, siyasi tanıma ve diplomatik ilişki kurma sürecinin başlatılmasıdır.

-    Bunun yanı sıra, Türkiye limanlarının ve havaalanlarını Rum gemilerine ve uçaklarına açacaktır.

-    Kıbrıs Rumlarının uluslararası kuruluşlara üyeliğini önleyen Türk vetosu kaldırılacaktır.

-    Yunanistan’la mevcut Ege sorunları hakkında Türkiye Uluslararası Adalet Divanı’na gitmeyi kabul edecek ve Ege’de Yunan karasularının 12 mile çıkartılmasını “savaş sebebi” sayma politikasını değiştirecektir.

Avrupa Birliği konusu, İlerleme Raporunun açıklanmasından sonra yeniden siyasi gündemin merkezine oturmuştur.

Türkiye ile AB arasındaki sanal sürecin akıbeti hakkındaki karar, İlerleme Raporunda yer alan tespitler ışığında Aralık ayında yapılacak AB zirvesinde sonuçlandırılacaktır.

Bilindiği gibi Sonbahar ayları Avrupa Birliği konusunda yalan borsalarının kurulduğu, hayal ticareti ve ümit sömürüsünün zirveye çıktığı dönemlerdir.

Ancak, 8 Kasım İlerleme Raporu sonrasında, bu yıl da aynı senaryonun sahneye konulması imkânı önemli ölçüde azalmış, hükümetin manevra alanı daralmıştır.

2006 yılının geçmiş yıllardan farkı ve özelliği, Türkiye’nin seçim sürecine girmiş olmasıdır.

Bu bakımdan AKP hükümeti AB yalanı etrafında her şeyin ucuzladığı ve ayağa düşürüldüğü kampanya günlerini hayata geçirmekte, iç politika mülahazalarından kaynaklanan bazı güçlükler yaşamaktadır.

“Yaklaşan seçimlerde oy hesabı” ile “meşruiyetinin yegane kaynağı olan AB yalanını sürdürme gereği” arasında sıkışmıştır.

Sayın Başbakan ve hükümet yetkililerinin zaman zaman göstermelik olarak milliyetçi söylemlere sarılmalarının, ancak arkasından AB ile kapalı kapılar arkasında Brüksel’in dayatmalarını karşılamak için pazarlık süreci başlatmalarının temelinde bu “sıkışmışlık psikolojisi” yatmaktadır.

Türkiye’de başlatılan, terör örgütüyle siyasi bir süreç başlatılması anlamına gelecek tartışmalardan memnun olan AB, önümüzdeki dönem için baskı ve dayatmalarını üç konu üzerinde yoğunlaştırmıştır.

Bunlar, Türklüğe hakaretin serbest bırakılması için Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinin değiştirilmesi, dini azınlıklar ve vakıflar ile ilgili yeni düzenlemeler yapılması ve Türk limanlarının Rum gemilerine açılmasıdır.

Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi etrafındaki tartışmalar ve yaşanan gelişmeler ibret verici bir seyir izlemiştir.

Avrupa Birliği, başından itibaren, Türklük değerlerine hakaretin serbest bırakılmasını bir medeniyet ve demokratikleşme ölçüsü haline getirmiştir.

AB’nin 301. madde takıntısının odağında, Ermeni soykırımı yalanının Türkiye’de serbestçe taraftar bulmasını sağlamak yatmaktadır.

Bu konudaki tartışmalar bugüne kadar sözde soykırım ekseninde gelişmiştir.

Türkiye’den istenen, aydın geçinen bazı çevrelerin Erivan’ın ağzıyla konuşmasının ve Türk milletinin ve tarihinin karalanmasının önünü açmaktır.

301. madde dayatmasıyla korunmak istenen düşünce ve ifade özgürlüğü ilkesi değil, Türkiye’ye karşı kin ve nefret kusan bu bedbahtların hezeyanları ve yalanlarıdır.

Aydın etiketini sahte bir statü sembolü olarak taşıyan bu çevrelerin popüler kültürünün merkezinde, Türklük değerlerini aşağılamak ve Ermeni soykırımı yalanı yatmaktadır.

Türkiye’nin şerefli tarihini karalamak ve peşinen mahkum etmek, Türk milletini hor ve hakir görmek ve Türkiye’nin milli ve manevi değerlerine hakaret etmek, bu çevreler için hava ve su kadar hayati önem taşımaktadır.

Bunun mükâfatını gördükleri, meşum çabalarının karşılıksız kalmayarak ödüllendirildiği de bir vakıadır.

AB’nin demokrasi ve medeniyet adına korumaya çalıştığı işte bu marazi kafa yapısıdır.

301. maddenin koruduğu Türklük değerlerine aşina olmayan AKP hükümeti, şimdi uygun bir zemin ve zaman kollayarak bu dayatmaların gereğini yerine getirmeyi amaçlamaktadır.

Seçim korkusuyla bunu şimdilik yapamazsa, seçimler sonrası gerçekleştireceği vaadiyle ilerisi için AB’den avans istemektedir.

TBMM’de temsil edilen muhalefet partileri de bu konuda açık, net ve ilkeli bir duruş sergileyememiş, evrensel hukuk ilkeleri gibi söylemlerin arkasına saklanarak bulanık suda balık avlamaya çalışmıştır.

Türkiye, işte bu iktidar ve muhalefetin himmetiyle Batılı değerleri ve normları yakalayacak, bu suretle de demokratik ve medeni bir ülke olacaktır.

Türkiye’de din özgürlüğü ve dini azınlıkların durumu, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ev ödevi olarak verdiği dayatma paketinin değer bir önemli unsurudur.

Bu kapsamda Türkiye’den istenilen Heybeliada Ruhban Okulu’nun Fener Rum Patrikhanesine bağlı olarak açılması, Patrikhane’nin ekümenik statüsünün tanınması ve Azınlık Vakıfları hakkında Lozan antlaşmasının ötesine giden yeni düzenlemeler yapılmasıdır.

Patrikhane ve Ruhban Okulu, AB’nin kronik şikâyet konusu olarak yine önümüze getirilmiştir.

AKP hükümeti, iç siyasi şartları müsait gördüğünde AB’nin bu dayatmalarının gereğini yerine getireceğini esasen açıklamıştır. Milli Eğitim Bakanı’nın, “kendisine kalsa Ruhban okulunu yirmi dört saat içinde açacağı” yolundaki açıklaması hafızalarda tazeliğini korumaktadır.

Başörtüsü, meslek liseleri ve İmam Hatiplilerin katsayı sorununu siyasi istismar sakızı olarak sürekli ağzında çiğneyen, ancak yeterli Meclis çoğunluğu olmasına rağmen hiçbir adım atmayan AKP’nin, Patrikhane’nin papaz ihtiyacını karşılamak için ortaya atılması aslında yadırganacak bir husus değildir.

Avrupa Birliği’nden iyi not almak uğruna Türkiye’nin milli çıkarlarını feda eden AKP hükümeti için, bu dayatmayı da kabullenmek, vadelere bağlanmış bir diyet borcunun bir taksidi olarak görülmektedir.

Ruhban okulu konusundaki baskıların en önemli nedenlerinden birisi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmayan din görevlilerinin bu okulu bitirdikten sonra Patrikhane’de çalışması imkânının sağlanması ve yabancı uyruklu birinin ilerde Patrik seçilmesi yolunun açılmasıdır.

Ruhban okulunun açılmasını Rum azınlığın masum bir eğitim talebi olarak takdim edenler, bu gizli gündemlerini açığa vurmamak için özel gayret sarfetmektedir.

Bu suretle Patrikhanenin ekumenik statüsü kazanması yolunda çok önemli bir köprübaşı tutulması amaçlanmaktadır.

Bu çevreler için AKP hükümeti bulunmaz bir fırsat olarak görülmektedir.

Nitekim AKP bu beklentileri boşa çıkarmamış ve Cumhuriyet tarihinde ilk kez Türk vatandaşı olamayan Metopolitlerin Fener Rum Patrikhanesi’nin yönetim kurulu olan Sen Sinod’a üye olmasına AKP hükümeti döneminde izin verilmiştir.

Patrikhane ve dış destekçileri, şimdi açılan bu yolda ilerlemeye ve yeni mevziler kazanmaya çalışmaktadır.

Dini azınlıklar konusundaki AB senaryolarının sadık uygulayıcısı olan AKP hükümeti ise ne yazıktır ki bu gerçekleri görememekte ve gaflet yürüyüşünü sürdürmektedir.

Azınlık Vakıfları konusunda da durum pek farklı değildir.

AB’nin bu konudaki ısrarlı talepleri karşısında teslim olan AKP hükümeti Rum, Ermeni ve Yahudi Vakıflarını devletin denetimi dışına çıkaran, azınlık cemaatlerine çok geniş yetkiler ve sınırsız taşınmaz edinme hakkı tanıyan ve geçmişe dönük tazminat taleplerine hukuki zemin sağlayan düzenlemeleri kabul etmiştir.

Vakıflar hakkında AB siparişi üzerine yapılan bu yeni düzenlemenin doğuracağı sonuçlar, yasanın uygulanmasında ortaya çıkacak ve daha iyi anlaşılacaktır.

Avrupa Birliği ile çürük bir zeminde yürütülmeye çalışılan süreçte Kıbrıs konusunun ilk kırılma noktası olacağı, yaşanan son gelişmelerle bir kere daha teyid edilmiştir.

Tren kazası olarak adlandırılan kopma ve yol ayrımının Kıbrıs istasyonunda yaşanacağı ortaya çıkmıştır.

AKP hükümetinin zaafını kullanarak Kıbrıs sorununu Türkiye’nin karşısına bir “giyotin” olarak çıkaran Avrupa Birliği, bu konudaki dayatmalarını açıkça ortaya koymuş ve bunun vadelerini belirlemiştir.

Son AB raporunda Türkiye’ye bu konuda adeta ültimatom verilmiş ve Türk limanlarının Rum gemilerine açılmaması halinde Aralık AB zirvesinde müzakerelerin sekteye uğrayacağı tebliğ edilmiştir. AB komisyonu, bu konudaki hükmünü zirve öncesi vereceğini açık ifadelerle bildirmiştir.

Bu denklemi göstermelik müzakerelerin başlaması uğruna gönüllü olarak kabul eden AKP hükümeti, şimdi tahsilat dönemlerinin geliyor olması gerçeğiyle yüz yüze kalmıştır.

Hükümet, bu durum karşısında, bütün ümidini Finlandiya dönem Başkanlığının üzerinde çalıştığı plana bağlamıştır.

Fin önerisi esrarını hala korumaktadır. Hükümet yetkilileri bu konuda somut bilgi vermekten özenle kaçınmaktadır.

Finlandiya önerisinin basına yansıyan unsurlarına bakıldığında, AKP hükümetinin “ya kırk katır-ya kırk satır” tercihiyle karşı karşıya bırakıldığı görülmektedir

Türkiye’yi bu çıkmaza bilerek sürükleyen AKP hükümetinin şimdi bundan şikayet etmeye hakkı yoktur.

Fin önerisi, Magosa limanının Rum egemenliğinde bir liman olarak AB yönetiminde açılmasını, buradan Rumlar’ın izni ve onayıyla sınırlı bir ticaret yapılmasını, Maraş’ın Rum’lara devredilmek üzere Birleşmiş Milletlerin yönetimine bırakılmasını ve bütün bu tavizlerin üstüne Türkiye’nin limanlarını Rum gemilerine açmasını öngörmektedir.

Bu konuda hükümet içinden farklı sesler çıkmaktadır. Sayın Başbakan ve Dışişleri Bakanı bu konuda çelişkili beyanlarda bulunmaktadır.

Böyle bir paketi kabul etme gafletini gösterecek bir hükümetin görevde bir dakika dahi kalması düşünülemeyecektir.

AB görüntüsünü kurtarmak hedefine kilitlenen AKP hükümeti, niyet ve zihniyet yapısı olarak bunu kabul etmeye hazır olsa da, yaklaşan seçimler kendisini frenleyecektir.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı