26.05.2009 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

 

Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısı Konuşması.
26 Mayıs 2009

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Kıymetli Basın Mensupları,

Bu haftaki Grup konuşmama başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Son dönemde kılavuzluğunu hükümetin yaptığı ve adına açılım, çözüm ve fırsat denilen süreçte, bölücü mesaj trafiğindeki artışlar ile tahriklerin hız kazanması, karşı karşıya bulunduğumuz tehdit ve tuzakların boyutlarını göstermesi bakımından önemli olmuştur.

Bu amaçla başlatılan kamuoyunu hazırlama ve yönlendirme seferberliğinde Türkiye'nin bölünmesi ve etnik temelde ayrıştırılması sonucunu verecek reçeteler hazırlayan taşeronlar ve pazarlamacılar piyasaya çıkmıştır.

Gelinen bu noktada, Milliyetçi Hareket Partisi'nin yıllardan beri uyardığı ve dikkatleri çektiği hususların ve öngörülerin, Türkiye'nin önüne birer birer getirme gayretlerinin işaretleri alınmaya başlanmıştır.

Geçtiğimiz altı buçuk yılın tahribatı ile dış baskılara boyun eğen, etnik bölücülüğe şirin görünerek ucuz siyasi hesaplar peşinde koşan AKP hükümeti Türkiye'yi uçurumun kenarına kadar getirmiştir.

Halen bölücülükle mücadelenin neresinde olduğumuzu ve hükümetin yapmaya çalıştıklarını anlamanın yolu, yaşadığımız sürecin ayrıntılı ve hafızalarımızı tazeleyen muhasebesinden geçmektedir.

Türkiye'nin 1984 yılında fiilen başlayan bölücü terörle mücadelesinin 25 yıldır sürdüğü hepinizin malumudur ve maalesef bugüne kadar irade eksikliğinden dolayı üstesinden gelemediği beka düzeyinde en önemli sorunudur.

Ancak, bu mücadelede başarının önündeki engellerden en önemlisi, terörizm ile bölücülük arasındaki ilişkiyi algılamakta sorun yaşayan, bölücülüğü masum talepler olarak görmek isteyen siyasal iktidarların varlığıdır.

Hatırlarsanız, İmralı canisinin sığındığı ülkeden ayrılması ve nihayetinde mahkûmiyet alması terörü ortadan kaldırmamış ancak yok denecek kadar azalmasına imkân veren önemli bir stratejik tedbir olmuştur.

2002 yılında AKP hükümetinin işbaşına geldiği dönemde, terör eylemleri ülkemiz ölçeğinde "sıfır" denebilecek bir seviyeye indirilmiş, terör destekli bölücülük zayıflamıştır.

Ancak 2002'den itibaren işbaşına gelen AKP yönetimleri terörü ve bölücülüğü önemsemeyerek kimlik ve kültür tahribatını hızlandıracak söylemler geliştirmişler ve bu yolla terörü azaltacakları gibi derin bir yanılgının ve çıkmaz yolun içine girmişlerdir.

Hükümet, terörü besleyen en önemli faktörün demokrasi eksikliği ve sözde kimlik baskısı olduğunu düşünmüş, bu itibarla sürekli bu konuyu kaşıyarak, kapanmaya yüz tutmuş yaraları yeniden kanatmıştır.

Bu dönem içinde, teslim oldukları Avrupa Birliği sürecinin hız ve ivme kazandırdığı bölücülük giderek yaygınlaşmış ve aleni hale gelmiştir. Federasyon ve ayrılma talepleri olarak dillendirilen ihanet beyanları bile demokrasi ve sözde barış adına hoş karşılanır olmuştur.

Eli silahlı teröristlere karşı yürütülmesi şart olan kapsamlı askeri harekâttan ısrarla kaçınılmış, yüzlerce vatan evladımızın şehadetinin vebali ve mesuliyeti taşınarak terörle sözde silahsız bir mücadele yolu denenmek istenmiştir.

Hükümet baştan beri PKK ve bölücü uzantılarını küçümsemiş, hatta onların savunduğu bölücü değerleri ve kimlik taleplerini dillendirerek bunu oya dönüştürebileceğini ummuştur.

İşin özeti şudur: 2002 yılında iktidara geldiğinde terörü ve bölücülüğü ortadan kaldırmak için önünde gerçek fırsatlar bulan hükümet bu imkânları heba ve israf etmiştir.

Yaptığı yanlışlarla terörü ve bölücülüğü dirilten iktidar bugün Kandil'den gelen kuryelerin mesajlarını uygulamaktan başka çaresinin kalmadığı bir darboğaza, kendi ayakları ve rızası ile girmiştir.

Bu itibarla, bugünkü Grup Toplantımızda bölücülüğün hükümet eliyle aldığı mesafeyi ve bugüne kadar gösterilen zaaf ve yanlışların neler olduğu konusundaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmak, karşımızdakilerin fırsat ve çözüm mü, yoksa felaket ve ayrışma mı olduğunu yorumlarınıza sunmak istiyorum.

Muhterem Milletvekilleri,

Türkiye'nin üniter ve milli devlet yapısını, milli kimliğini ve kardeşliğini sarsması iktidar eliyle mukadder hale getirilmiş olan silahlı veya silahsız bölücülüğe cüret ve zemin kazandıran temel faktörleri şu başlıklar altında incelemenin doğru olacağı düşüncesindeyim.

Bunlardan birincisi, milli kimliğin tartışmaya açılması ve bu kimliği oluşturan maddi ve manevi alt yapının adım adım tahrip edilmesidir.

Bin yıldır bu topraklarda Türk milleti kimliğinde buluşarak muazzam eserler oluşturan beşeri beraberlik Türkiye'nin varlık ve bekasının temel dayanağı ve vazgeçilmez kudreti olmuştur.

Bu bakımdan, yedinci iktidar yılına doğru ilerleyen AKP zihniyetinin sürekli olarak gündemde tuttuğu etnik temelli ayrışma ve ayrıştırma çabaları, tehlikeli bir sürece girildiğini göstermektedir.

AKP zihniyeti, "Türk milleti" kavramından duyduğu anlaşılmaz rahatsızlığın eseri olarak sosyo-kültürel bir zenginlik olan millet mefhumunu baştan beri ırk ve kavim körlüğü içinde değerlendirme yanlışına düşmüştür.

Özellikle Başbakan Erdoğan'ın defalarca tekrarladığı "36 etnik grup iddiaları, "Türkiyelilik" sloganları, alt-üst kimlik hezeyanları bölücülüğün ülkemizde seksen yılda aldığı mesafeden daha fazla tahribatın yolunu açmıştır.

Daha, 1991 yılında bir siyasi partinin İstanbul İl Başkanlığı döneminde iken hazırlattığı raporda yer alan ve yıllarca saklı tuttuğu niyetlerini hükümette iken uygulama arayışına girmiş ve maalesef mesafe almıştır.

Bin yıldır bu ülkede yaşayan Türk Milletini bölünmeye, Türk milletinin içinden yeni milletler çıkarmaya götüren çok tehlikeli ve vahim bir süreç bu ilkel zihniyet ile başlatılmıştır.

  • PKK terörünü masum görme ve teröre mazeret bulma etrafında şekillenen "Kürt sorunu" tanımı ile teröre etnik pencereden bakma,
  • Türk milletini sürekli olarak bir etnik kavram olarak algılama ve alt kimlik olarak tanımlayarak sıradanlaştırma,
  • Bu kapsamda, ülkemizdeki yerel ve alt kültürleri tekerleme halinde her fırsatta tekrarlayıp etnik duyguları kaşıma ve kamçılama,
  • Milli kimlik ile milli dil arasındaki ilişkiyi tersine çevirecek şekilde, yerel dillerin resmileştirilmesine çabalama ve TRT ekranlarını kullanma bu konudaki başlıca tespitlerimizdir.

Bu iptidai bakış tarzını ve adımlarını anlamadan, bugün okullarımızdaki andın kaldırılmasına yönelik tartışmaları, "Ne mutlu Türküm diyene" sözünün silinmesi çabalarını, milli tarihimizi kambur gören teslimiyeti anlamak mümkün değildir.

Alçaklık boyutlarına ulaştığına şahit olunan bu zihniyetlerin hız kesmeden ilerledikleri çürümenin sonu bu gidişle, "Türkiye"nin adının ve "İstiklal Marşı'nın" tartışılmasına kadar varacaktır.

AKP zihniyetinin tahribatında ikinci önemli husus, milli kimliğe şekil ve anlam veren tarihi, sosyal ve kültürel kaynaklarımızı silikleştirme, değersiz hale getirme niyetleri ve icraatlarıdır.

Bu konudaki ilk aklımıza gelen, geçtiğimiz yıllarda şanlı bayrağımıza el uzatmak küstahlığını gösterenlere karşı tepki veren millet evlatlarını Başbakanın "şoven" olmakla suçladığı gelişmedir.

Bunu, önce vatan görevi için "askerlik yan gelip yatma yeri değildir" sözleri takip etmiş, sonra 30 bin kişinin katili olan cani "sayın" diyerek kutsanmış ve nihayet şehit Mehmetçiklerimiz "kelle" tanımıyla hakaret zirveye taşınmıştır.

Milli meselelerimiz sırtımızda bir kambur olarak görülmüş, yüzleşme ve ezber bozma adı altında stratejik konularda toplum tavizlere karşı duyarsızlaştırılmaya çalışılmıştır.

Bu konuda en önemli yıkım belgesi Türklüğe hakareti düzenleyen Türk Ceza Kanununun 301. maddesinin iktidar partisi tarafından değiştirilmesi olmuştur.

Sürekli olarak ülkemizin bir yöresini hatırlatan ve zihinlere sınırlar ve hatlar çizdirmeyi hedefleyen yıkıcı bir söylem Bizzat Başbakan'ın ağzından tekrarlanıp durmuş, bu coğrafya kafalarda tartışılır hale getirilmek istenmiştir.

Bölücülüğün bugünlere tırmanmasında üçüncü husus ise hükümetin terörle demokrasi arasında kurmaya çalıştığı yanlış ilişkiler ağı ile bu konularda özellikle Avrupa Birliği sürecinin dayatmalarıdır.

AKP'nin tam bir teslimiyet sergilediği Avrupa Birliği, vatandaşlarımızdan bazılarını milli ve etnik azınlık olarak görmüş, kültürel hakların da ötesinde olduğunu iddia ettiği etnik farklılıklara siyasi statü kazandırılmasını ve bunun Anayasamızda açıkça tanınmasını teklif etmiştir.

Nitekim sözde insan hakları, özgürlükler ve demokrasinin geliştirilmesi adına,

  • Terör propagandasının ve teröre yardım ve yataklık etmenin suç olmaktan çıkarılması,
  • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesini, Türk milli hukuk sisteminin üzerinde Yüksek Temyiz Mahkemesi haline getirilmesi,
  • Terör destekçisi mihraklarca "Demokratik Cumhuriyet" denilen bölücü emellere Anayasal statü kazandırma çalışmalarına hız verilmesi,
  • Terörist başının, avukatlarıyla ayrıcalıklı bir statüde görüştürülerek, İmralı'daki caninin teröristleri ve uzantılarını yönetmeye devam etmesi,
  • Başbakanın Diyarbakır'da yaptığı sözde demokratik açılımla, bölücü teröre meşruiyet kazandıracak sürecin başlaması, adım adım gelinen çözülmenin kilometre taşları olmuştur.

Başbakan özellikle bu yaklaşımı ile bölücü terör sorununu etnik bir kimlik sorunu olarak tanımlamış, terörün siyasi hedeflerini haklı gösteren kapıyı ardına kadar açmıştır.

Terörle mücadelede binlerce şehitle geçen yılların üzerine, Başbakan tarafından çizgi çekilmiş, "geçmişte yapılan hataları yok saymak yanlış" denilerek, bugün karşımıza sözde fırsat olarak çıkanları yapmak üzere terörün ve bölücülüğün beklentileri tırmandırılmıştır.

Oluşturulan psikolojik ortamla kamuoyunun tepkisizliği üzerine, devlet atalete sürüklenmiş, federasyon ve ayrılma, ayrı dil talepleri karşısında bile adli ve idari mekanizmalar sessizliğe mahkûm edilmiştir.

Bu konuda hükümetin en büyük dayanağı ve cesaret kaynağı ise "sadece askeri çözümün olmayacağını" söyleyen Irak'taki küresel güç, hükümetin "siyasi açılım yapması gerektiğini" tekrarlayan Avrupalı dostları ve "siyasi çözüm yolu öneren" Irak'lı muhatapları olmuştur.

Bu nedenle, yeni Anayasa hazırlıklarının başlatılmak istendiği şu günlerde maksadın ve geri plandaki niyetlerin bilinmesinde yarar olacaktır.

Tırmanan bölücülüğün izlediği rotada Başbakanın seyir defterindeki dördüncü önemli husus, teröre bakışı ve terörle mücadeledeki zaaf ve çaresizliğidir.

Başbakan bu konuda da baştan beri bir değerlendirme yanlışına girmiş, Kandil'de yuvalanmış teröristlerin bir gün insafa gelerek silahı bırakacaklarını bekleyerek zaman kaybetmiştir.

Sınır ötesi operasyonunu yapmamak için dile getirdiği "bizi bataklığa çekmeye çalışıyorlar," "ikinci Sarıkamış faciası olur", "daha önce defalarca yaptık sonuç alamadık" şeklinde bahaneleri henüz hafızlardadır.

Şehit cenazelerinin arttığı dönemlerde "Bakanlar Kurulu'nun çok şeye gebe olduğu" söylenerek sınır ötesi harekât işaretleri veren hükümet, olaylar unutulmaya yüz tutunca geri adım atmış ve el altından terörle pazarlıkları sürdürmüştür.

Ne zaman ki, vatan evlatlarının kayıpları millet vicdanında öfkeye dönüştüğünde Başbakan da hızla tavır ve üslup değiştirmiş, "sabrın taştığı" "sözün bittiği" "seçeneklerin tükendiği" gibi kuru tehditlerle kamuoyu sonuçsuz hamaset istismarına maruz kalmıştır.

AKP'nin bu tutumundan cüret kazanan Irak'lı aşiret reisleri şantaj ve tehdidin boyutlarını artırmış; Türkiye'yi hedef alarak, "muhalif gurupları destekleriz" ve "karışıklık çıkartırız"  hakaretleriyle siyasallaşma çalışmalarına hız vermişlerdir.

AKP'nin bu ürkekliği yandaşlarından da destek bulmuş,  "ateşle sorun çözülmez" "silahlar bırakılsın" "barış gelsin" denilerek oluşturulan lobiler "terörle pazarlığın" reklâm kampanyasını üstlenmişlerdir.

Bir taraftan "terör örgütü demeyeni muhatap almayız" diyerek sözde kararlılık gösteren Başbakan, diğer yandan PKK'ya terörist diyemeyen Barzani, Talabani ile görüşmelerini sürdürmüştür.

Teröristi imha konusunda mümkün olduğunca oyalanan AKP zihniyeti, yanlış teşhislerinin kurbanı olarak sonunda inisiyatifi PKK'ya ve Iraklı aşiret reislerine teslim etmiştir.

Muhterem milletvekilleri,

Bölücü terörün siyasallaşarak meşrulaşma arayışında hükümetin konuya ilişkin beşinci önemli zaafı ise, sorunu milli imkânları ve gücü kullanarak çözmek yerine Irak'ı işgal etmiş Küresel Gücün inisiyatifine havale etmiş olmasıdır.

Kandil Dağı ve çevresini bir ihanet merkezi olarak kullanmaya başlamış olan teröristlere karşı hükümet Washington tarafından bugüne kadar üçlü mekanizma ve koordinatör mazeretleri ile oyalanmış ve ABD engelini bir türlü aşamamıştır.

ABD makamları ile yapılan her görüşmede "kararlılık" mesajları ve "ortak düşman" tanımları ile avunulmuş, muhatabın PKK'yı terör örgütü olarak görmesi bir lütufmuş gibi algılanarak minnetle karşılanmıştır.

Terörle mücadele gibi çok acil ve haklı güvenlik ihtiyacımızı umursamayan ABD yönetimi, AKP'nin bu zayıflığını bölgedeki emelleri için kullandığı da bütün açıklığı ile ortaya çıkmıştır.

İktidar bu konuda zaman kazanmaya yönelik bir senaryonun figüranı olmayı ısrarla sürdürmüş, kendi tabirleri ile "deliğe süpürülmeden" ömrünü uzatabilme arayışıyla bugüne ulaşmıştır.

Küresel gücün dayatmaları sonucu Talabani ve Barzani ile görüşmeye gün be gün itilen Türkiye, her müzakereden sonra PKK'nın Kandil'den çıkarılacağına dair tutulmayan taahhütlerle avunmuştur.

Defalarca ABD ve Irak makamlarına verdiğimiz 150 kişilik terörist listesinden hiç kimse teslim edilememiş, finans kaynakları ortaya çıkarılamamış, bölücü yayınlar bir türlü durdurulamamıştır.

Bölücülüğün aldığı mesafeye katkı sağlayan altıncı husus ise toplumu ayrışmaya ve tavizlere hazırlayan işbirlikçi lobi faaliyetlerinin çalışmaları olmuştur.

AKP'den gördükleri imtiyaz ile hükümetin teslimiyetini ayakta alkışlayan oluşumlar, belediyeler ve malum sivil toplum örgütleri bu amaçla geniş bir şer cephesi oluşturmuştur.

Siyasallaşma adına mesafe alan bölücülük üniversite ortamlarında,  Diyarbakır ve Erbil salonlarında tartışılmaya başlanmıştır.

Sözde çözüm için "yol haritalarının" önerildiği, uzlaşma adı altında "genel affın" dile getirildiği bölünmenin tartışıldığı toplantılar seyredilmekle yetinilmiş, bugün karşımıza sözde çözüm olarak çıkan teslimiyetin yığınağı geçmişte hazırlanmıştır.

Yine bu kapsamda terör eylemlerinin artması üzerine oluşan kamuoyu baskısı "mücadelenin doğasında var" "kim önledi ki biz önleyelim" "nerede son bulmuş ki" denilerek geçiştirilmek istenmiş, bunun  "uzun soluklu bir iş" olduğu söylenerek, zafiyete sözde akademik gerekçeler ve dayanaklar aranmıştır.

Bu tavrın doğal sonucu olan çok vahim bir gelişme de yine bu dönemde yaşanmıştır. AKP zihniyetinden aldığı cesaretle terörist, dağdaki ininden hükümete müzakere çağrısı da yapabilmiştir.

Ne zaman bir terör eylemi olsa bunun hükümetin başarılarını gölgelemek, artan zenginliği ve refahı önlemek için yapıldığı söylenerek toplum oyalanmak istenmiştir.

Değerli Milletvekilleri,

Bugün fırsat ve çare diye sunulmaya çalışılan gelişmelerin taviz, teslimiyet, çaresizlik ve tahriklerle dolu özeti bundan ibarettir.

Karşımıza kurtuluş olarak sunulmak istenenler Adalet ve Kalkınma Partisi için seneler içerisinde bölücülerle girdiği yakınlaşmanın kaçınılmaz neticesinden başka bir şey değildir.

Adalet ve Kalkınma Partisi ve Başbakan yıllardır ektikleri rüzgârı, şimdi çözüm adıyla fırtına olarak biçmek üzere harekete geçmişlerdir.

Gelişmelerin izlediği seyir bölücülüğün stratejik anlamda yeni bir safhaya geçiş göstermeye başladığını ortaya koymaktadır. Bu konularda harekete geçmesi için hükümetin düğmesine basıldığı anlaşılmaktadır.

Gelişmeler, Başbakan Erdoğan'ın siyasi açılım için kapsamlı bir paket hazırlığı içinde olduğunu, bunun yol haritasını belirlediğini ve atılacak somut adımlar için uygun zaman ve zemin aradığını ortaya koymaktadır.

AKP himayesi ve şemsiyesi altındaki siyasi çözüm lobisinin üzerinde çalıştığı kapsamlı açılım paketinin, PKK taleplerinin aşamalı olarak ve zamana yayılarak karşılanmasını amaçlayan bir süreç olacağı anlaşılmıştır.

Sözde "ateşkes ve barış müzakeresi" olarak tasarlanan bu sürecin ilk aşamasında;

  • Terörle mücadele eden güvenlik güçlerinin operasyonları durdurması,
  • Kürtçe özel televizyonlara sınırsız ve denetimsiz yayın hakkı,
  • İmralı canisinin tecrit koşullarını hafifletmek için yanına mahkûm gönderilmesi,
  • Yerleşim birimlerinin Kürtçe isimlerinin geri verilmesi,
  • Türk alfabesinin eklenecek yeni harflerle değiştirilmesi,
  • Üniversitelerde Kürtçe Enstitüler kurulması,
  • Kürtçenin seçmeli ders olmasının alt yapısının hazırlanması,
  • Atatürk'ün "Ne mutlu Türküm diyene" vecizesinin kaldırılması,
  • İlköğretim okullarında içinde "Türk" kelimesi geçen öğrenci andının değiştirilmesi gibi idari ve yasal düzenlemeler yapılacaktır.

Bunu takiben eli kanlı teröristleri de kapsayacak siyasi af, Kürtçenin belediye hizmetleri ve siyasi faaliyetlerde yasal dil olarak kabulü ve bu dilin tüm eğitim kurumlarında ikinci dil veya seçmeli dil olarak kullanılmasının önü açılmak istenecektir.

Anayasal düzenlemeler kapsamında ise, milli kimlik tanımının değiştirilerek "Türkiyelilik" kavramının esas alınması, vatandaşlık bağının üst kimlik olarak benimsenmesi, Türkiye'nin idari yapısının değiştirilerek yerel yönetimlerin mahalli Parlamento olarak çalışacağı özerk bölgeler sisteminin hayata geçirilmesi öngörülmektedir.

Bölücülüğün bu yeni safhasının en kritik aşaması ise ayrışmanın topluma benimsetileceği kafa karıştıran bir sürecin başlatılması olacaktır. Gelişmeler maalesef gidişatı doğrulamaktadır.

Bu itibarla, "kırk katırla kırk satır" arasına sıkıştırılan Türkiye'nin "ehven-i şer"i seçmesi asla bir fırsat olmayacak, illa ki bir isim konacak ise yıkım ve dağılma olarak bedeli ödenecektir.

"Nereden nereye" geldiğini her yerde tekrarlayan Başbakan'a önerimiz 2002 yılında sıfır denecek seviyeye inmiş terör eylemler ile ortadan kalkmış bölücülük tehlikesine bakarak gerçekten de ülkemizi "nereden nereye" getirdiğini artık itiraf etmesidir.

Bize bu konuda sağduyu çağrısında bulunanlara, "herkes elini taşın altına koymalıdır, çözüm öneriniz nedir?" diyerek bizi de bu sürece ortak etmeye çağıranlara şunu söylemek istiyorum:

Ortak tarihin ve kültürün oluşturduğu bu muazzam beşeri varlığın yapay müdahalelerle çürütülmeye çalışılması karşımıza çıkabilecek en büyük felaket olacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi, hangi amaç ve düşünceyle olursa olsun, bilerek veya bilmeyerek Türkiye'nin bölünmesinin yolunun açılması karşısında sessiz ve tepkisiz kalmayacak, bunu demokrasinin bir icabı ve kader olarak kabullenmeyecektir.

Büyük ve köklü bir aile olan Türk milleti, kültür, sevgi, saygı, evlilik, duygu, bağlılık, sevinç, hüzün ve kahramanlıkla karılmış bir harcın adıdır.

Bu milleti, kabile dürtüleriyle tahrik ederek yıkmaya çalışmak, "madem ki terörü yirmi beş yıldır önleyemedik o halde isteklerini kabul edelim" yaklaşımını "fırsat" olarak dayatmak, hiç kimsenin haddi, hakkı ve harcı değildir ve olmamalıdır.

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Geçtiğimiz haftanın en çok tartışılan konusunu bildiğiniz gibi "Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Suriye Arap Cumhuriyeti Devleti Arasındaki Kara Sınırı Boyunca Yapılacak Mayın Temizleme Faaliyetleri ile İhale İşlemleri Hakkında" Kanun Tasarısının TBMM'nde görüşülmesi olmuştur.

Bu konuda parti gurubumuz sayısal desteğimizin de üzerinde bir gayret ile hem tasarıya sıcak bakan AKP Grubunu, hem de aziz milletimizi bilgilendirme ve uyarma görevlerini başarıyla sürdürmektedir.

Nasıl bir sonuç alınırsa alınsın yüksek bir sorumlulukla ve milli duyarlılıkla harekete geçerek bu konuda çalışmaları süren ve emeği geçen arkadaşlarımı kutluyorum.

Bu konuda,  338 milletvekiline sahip Başbakan'ın muhalefetin direnişi karşısında öfkeye kapılarak "altı madde için iki hafta, dört günümüzü aldılar" diye yakınması aczini gösteren kara mizah örneği olarak siyasi tarihimize geçmiştir.

Sınır boyunca yıllar içinde döşenmiş mayınların temizlenmesi bizim de parti olarak desteklediğimiz ve önemsediğimiz bir husustur.

Taahhüt ettiğimiz uluslararası sözleşmelerle bu alanın mayınlardan arındırılmasının gerektiğinin de farkında ve şuurundayız.

176  kilometre kare olduğu ifade edilen bu atıl arazinin bu haliyle Türk ekonomisi açısından bir kayıp olduğunu da kabul ediyoruz.

Yine, temizlenmiş arazilerin tarıma açılarak ülke ekonomisine katkıda bulunulmasına yönelik bir itirazımızın da olması söz konusu değildir.

Bizim anlayamadığımız nokta, temizlenecek bu arazilerin tarımsal kullanım haklarının hülle yöntemiyle yabancı firmalara verilmesi arayışındaki ısrardır.

AKP hükümetinin mayın temizleme işini milli kurumlara veya bu alandaki uzmanlığı bilinen NATO'ya bağlı bakım ve ikmal ajansına bırakmayıp, özel bir şirkete vererek yap-işlet-devret modeliyle organik tarıma açma ısrarı, bu işin önceden bir İsrail firmasına bağlandığına ilişkin kuşkulara güç kazandırmıştır.

Mayını temizleme işlemi ile temizlenmiş araziyi 44 yıllığına tarımsal kullanma hakkını aynı paket içinde geçirme kurnazlığına soyunan hükümetin bu tavrını milli menfaatler kapsamında yorumlamak asla mümkün değildir.

Bu konuda acilen cevap bekleyen sorularımız şunlardır?

1.         Mayın temizleme ile araziyi tarım amaçlı kullanma gibi iki alakasız konu neden bir arada değerlendirilmek istenmektedir?

2. Arazinin kullanımı için tanınan kırk dört yıllık süreyi belirleyen maliyet hesabını kimler, hangi yöntemleri kullanarak yapmışlardır?

3. Hükümetin ihale için öne sürdüğü şartlardan biri olan Ottowa Sözleşmesi'nin gereği bu ise, bütün sınırlarda 2014 yılına kadar yapılması gereken mayınların temizlenmesi işi neden sadece Suriye sınırını kapsamaktadır?

4. Yalnızca tarımsal üretimi için tahsis edilen arazide bulunabilecek yeraltı zenginliklerinden yararlanmada; söz konusu ihaleyi alan firmanın bu imkanları karartmasının, örtmesinin veya yasadışı kullanmasının kontrolü nasıl yapılacaktır?

5. Milli güvenliği yakından ilgilendiren bu konunun, yalnızca Maliye Bakanlığı'nın faaliyeti olarak görülmesi ve kalkındık, zenginleştik denildiği bir ortamda para yokluğu bahane edilerek yap-işlet-devret yöntemi kullanılması gerçekçi ve inandırıcı bir gerekçe midir?

6.         Türkiye ile Suriye arasındaki sınır gibi çok hassas ve stratejik açıdan en önemli topraklarımızı, yarım yüzyıllığına yabancı firmaların kontrolüne vermenin nasıl bir mazereti olabilir?

7.         Maliye Bakanı'nın ifade ettiği gibi, hem mayın temizleme ve hem de tarım faaliyetlerine vakıf bir yerli şirketin olmaması durumunda, Türkiye kendi topraklarındaki mayınları, yabancı şirketlerin menfaatleri için mi temizletmek istemektedir?

Başbakan'a ve AKP milletvekillerine çağrıda bulunmak istiyorum.

Gelin, bu kanunu geri çekin.

Türk milletinin yüksek menfaatlerini savunmak adına ettiğimiz yemini yabancı şirketlerin çıkarlarına feda etmeyin.

Gelecek kuşaklar nezdinde zan ve töhmet altında kalmayın.

Bu konuyu vicdanlarınızda bir kez daha sorgulayın. Yanlıştan dönün.

Türk milletinin, Türk devletinin menfaatlerine olacak şekilde yeniden düzenleyin.

Eğer bu kanun bu şekilde geçerse Adalet ve Kalkınma Partisi'nin yeni bir kara lekesi olarak alınlarına çalınacak ve Meclis tarihine geçecektir.

Bu bölümdeki konuşmamı, konu hakkında söz alan İzmir Milletvekilimiz Sayın Erdal Sipahi'nin Meclis Kürsüsünden söylediği şu sözleri tekrarlayarak bitirmek istiyorum.

"Hudut kutsaldır."  "Hudut bir milletin namusudur."

Bütün hudut kesimlerinde aynı levhaları görürsünüz: "Hudut millî namus ve şerefin korunduğu yerdir."

Bu nasıl bir namus ve şereftir ki, iktidar zihniyeti tarafından kırk dört yıllığına yabancılara emanet ve havale edilmek istenmektedir.

Bunu hiçbir Milliyetçi Hareket Partilinin kabul etmesi ve sineye çekmesi mümkün değildir.

Muhterem Milletvekilleri,

Mayın temizleme ve arazinin tarıma açılmasına ilişin yabancı şirketlere zemin hazırlandığına yönelik tartışmaların arttığı ve kuşkuların büyüdüğü esnada Başbakan'ın sözleri gündeme oturmuştur.

Başbakan Erdoğan'ın partisinin İl Kongresinde sarf ettiği "paranın dini, milleti, ırkı olmaz." itirafı, tam anlamıyla suçüstü yakalanmış bir zihniyetin bahane ve paravan arama gayreti olmuştur.

Üstelik bu açıklamasına dayanak olmak üzere söylediği "Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi" sözleri kontrolünü kaybetmiş bir ruh halinin işaretini vermiştir.

Bu sözler ecdadını aşağılamayı özgüven zanneden zihniyet çürümüşlüğünün ülkemizde hangi boyutlara ulaştığını, hangi mevkilerde dolaştığını herkese göstermiştir.

Bu konuda Türkiye'ye ile hesaplaşmak isteyen Rumlar ve Ermenilerle aynı safta yer alması, Türkiye için büyük bir talihsizlik, kendisi için ise altından kalkılamayacak bir kara sayfadır.

Asırlardan beri her din ve kökenden milyonlarca insanın zulümden kaçarak sığındığı en güvenilir, en emin millet olan Türklüğün bu tarihi gerçeği ortadayken Başbakan bu sözleri ile "Hepimiz Ermeniyiz" diyenlerle aynı noktada buluşmuştur.

Yunan basının Türk Başbakanı'nın tarihi özeleştirisi ve itirafı olarak alkışladığı bu densizliğin Ermenistan'da da takdir toplayacağı muhakkaktır.

Türk milletini ve şerefli tarihini ağır bir iftirayla ve faşizm suçlamasıyla mahkûm etmeye yeltenen Başbakan, bunun yanlışlıkla, istemeden söylenen ve amacını aşan bir beyan olduğunu belirterek Türk milletinden özür dilemelidir. Bunu yapmamakta ısrarlı ise;

  • Tarihimizin hangi dönemini ve hangi etnik kimlikleri kastettiğini,
  • Kastının, 1923 Lozan Andlaşmasıyla mübadele kapsamında Türkiye'den ayrılan Rumlar olup olmadığını,
  • Yoksa, daha da ileri giderek 1915 olaylarına ilişkin Ermeni yalanlarına da mı sahip çıktığını acilen açıklığa kavuşturmalıdır.

Bunları yapmadığı, suskun kaldığı ve tevil yoluna saptığı takdirde Türk milleti kendisini Ermeni ve Rum yalanları ve iddialarının tümüne sahip çıkan bir Başbakan olarak milli vicdanda ebediyen mahkûm edecektir.

23 Nisan tarihinde Genel Kurul'da yaptığım konuşmada "tarihin acı ve tatlı hatıralarla kapanmış sayfalarının, son bulmayan öç ve intikam duygularıyla, asla hak etmediğimiz insanlık dışı iftiraların yüzleşme adı altında canlı tutulmaya çalışılmasına" dikkat çekmiştim.

Bunun devamı halinde ise, Selçuklu Sultanı Alparslan adına Romen Diyojen'den, Osmanlı Padişahı Fatih adına Konstantin'den ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk adına ise yedi düvelden özür dilemeye kadar götürecek olan suçlamaların, artarak süreceğini vurgulamıştım.

Ne üzücüdür ki bu konu yabancılardan değil, ülkemin başbakanlık mevkiini işgal eden zihniyet tarafından dile getirilmiş ve silinmeyecek bir utanç belgesi olarak alnına kazınmıştır.

Buradan Başbakana insanlık suçlarını, zulüm ve mezalimleri yanlış adreste aradığını hatırlatmak isterim.

Bizim Başbakan'a tavsiyemiz; şayet kovulma, sürgün, göç ve katliam arayacaksa tam bir teslimiyetle peşine düştüğü Avrupa'nın sömürgeci tarihine bakmasıdır.

Balkanlarda, yüzlerce yılda kök salmış evlad-ı fatihanın,  yıllar süren ıstırap ve çileyle dolu, zulüm ve meşakkatle yüklü trajik yakın tarihini incelemesidir.

İllaki eski defterler aralanacak ise bunu önce komşu ülkelerden ve kanlı tarihin temsilcileri olan emperyalist devletlerden sorgulamaya başlamasıdır.

Bu kafa yapısı artık belli olmuştur. Bu, Lozan'ı sorgulayan, Sevr'i imzalayan ve hatta Kurtuluş Savaşı verdiğimiz için pişmanlık duyan, tarihimizi lanetleyen işbirlikçi zihniyetin günümüze kadar uzanmış tipik örneğidir.

Bu marazi yorumların başka bir izah yolu kalmamıştır. Başbakan dilinin altındaki baklayı artık çıkartmalıdır.

Başkalarının geçmişini örnek göstererek hakaret ettiği Türk milletinden duyduğu utancın ve hatta hıncın tarihi, kültürel, etnik gerekçelerini ortaya koymalıdır.

Bir Başbakan tarafından, mensubu olduğu milletin geçmişini her fırsatta aşağılama alışkanlığının, milletinden utanarak her ortamda özür dilemeye meyyal zayıflığın psikolojik nedenleri mutlaka kendi geçmişinde aranmalıdır.

Hangi siyasi görüşü taşırsa taşısın, bu kadar küçülmenin ve alçalmanın başka hiçbir mantıklı ve kabul edilebilir izahı yoktur.

Değerli Milletvekilleri,

Bildiğiniz gibi, 2007 yılının ikinci yarısından itibaren ayak seslerini duyuran kriz, finansman imkânlarını, iç ve dış talebi olumsuz etkileyerek, ülkemiz iktisadi faaliyetlerinde ciddi bir tramvaya neden olmuştur.

İçinde bulunduğumuz zamana kadar krizin iyi yönetilememesi ekonominin her alanında güven kaybını hızlandırmış, geleceğe dönük risk beklentilerini yükseltmiş, hemen her sektörde ağır tahribat yaşanmıştır.

Endişemiz kısa ve orta vadede; krizden çıkışın kolay olmayacağı, ekonomik zorlukların katlanarak artacağı şeklindedir.

Nitekim uzunca süredir gündemimizi meşgul eden ekonomideki sorunların ortadan kalkacağına yönelik umut verici gelişmeler görülmemektedir.

Hükümetten bekledikleri atılımı ve tedbirleri görmekten umudunu kesen sivil toplum teşkilatları krizi en az hasarla atlatabilmek, toplum üzerindeki etkisini en aza indirmek için örnek bir çalışma başlatarak güç birliğine yönelmişlerdir.

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği önderliğinde Türkiye'nin en büyük işveren ve işçi örgütleri olan HAK-İŞ, TÜRK-İŞ, TESK, TİSK, KAMU-SEN, TİM, TÜSİAD ve MÜSİAD'ın bir araya gelerek, "Kriz varsa çare de var" adı ile başlattıkları ekonomik seferberlik, kuşkusuz ki krizin etkilerinin azaltılmasında katkıları olacak sosyal ve ekonomik boyutlu önemli bir girişimdir.

Türkiye'nin yıllardır arzu ettiği işbirliği anlayışıyla işçi, işveren, esnaf ve memurların el ele vererek, iç pazarı canlandırmayı, talep artışını sağlamayı ve istihdama katkıda bulunmayı amaçlayan bu kampanyayı takdirle karşıladığımızı ve desteklediğimizi açıklamak istiyorum.

Bağlı oldukları sivil toplum kuruluşlarının menfaatlerinin de üzerinde bir ülke sevgisi ile hareket ederek, zorlukları aşmak için bir araya gelen ve güçlerini birleştiren sivil toplum kuruluşlarını kutluyorum.

Dayanışma ve çalışmalarının milletimizin ve ülkemizin geleceği açısından başarı ile sonuçlanmasını diliyor, başta milletvekillerimiz olmak üzere aziz vatandaşlarımızı destek olmaya çağırıyorum.

Hükümeti, inisiyatif kullanarak milli bir dayanışma gösteren bu kuruluşlara destek veremeye, talep ve beklentilerine yardımcı olmaya davet ediyorum.

Bugünkü konuşmama burada son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

 

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı