Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 28 Ocak 2014
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
28 Ocak 2014

 

Muhterem Milletvekilleri,

Değerli Misafirler,

Sayın Basın Mensupları,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Hüzünlerin yüreklerimizi tesir ve murakabe altına aldığı bir dönemdeyiz.

Bire bir muhatap kaldığımız acıları ruhumuzun derinliklerinde yaşıyor, kalbimizin en ücra köşelerinde hissediyoruz.

Geçtiğimiz Pazar günü İstanbul Esenyurt İlçe Seçim Koordinasyon Merkezi’mizin açılışı sırasında yaşananlar hepimizi kedere sevk etmiş, gözyaşlarına boğmuştur.

Katiller Esenyurt’ta pusu kurmuşlar, vahşet tezgâhı açmışlardır.

Kan baronları Esenyurt’ta ölüm saçmışlardır.

Hiç beklenmedik bir anda, devam eden seçim çalışmalarının heyecanı esnasında silahlı bir grup partimize ve dava arkadaşlarımıza ateş açmıştır.

Hunhar olayda aziz ülküdaşımız, davamızın emektarı, güzel insan Cengiz Yücel Akyıldız Bey isabet eden kör kurşunlarla şehit olmuştur.

Bu alçak saldırıda beş dava arkadaşım da yaralanmıştır.

4 Ocak 1968 tarihinde şehadet şerbetinden içen ilk şehidimiz merhum Ruhi Kılıçkıran’dan 46 yıl sonra, yine bir Ocak günü bu defa da ‘Yusufiyeli Cengiz’imizi şehitlik payesiyle ebediyete uğurladık.

Biz ondan razıyız, Rabbim’den niyazım odur ki, inşallah o da bizden razı olsun.

Binlerce dava şehidimizin arasına bir arkadaşımız daha karıştı.

Bir hilal uğruna batan güneşlere bir yenisi daha eklendi.

Vatan, millet ve bayrak uğruna kara toprağa gül goncası gibi düşen soylu ve asil yiğitlere yeni bir Yusuf yüzlü daha ilave oldu.

Belki bir eksildik, ama inanıyorum ki, manevi makamlarıyla Rahmet Peygamberi Efendimize komşu olan mübarek yüzlerin sayısı bir fazlalaşmıştır.

Hiç kimse kaybettiğimizi düşünmesin.

Hiç kimse yıldığımızı sanmasın.

Hiç kimse yolumuzdan döneceğimizi, ülkülerimizden sapacağımızı, hedeflerimizden çark edeceğimizi aklının ucuna getirmesin.

Biz şehadetlerden doğduk.

Biz karanlık gecelerde Yunus gönlümüzle parladık.

Biz kurşunlardan, tuzaklardan, yağlı urganlardan yeşerdik.

1968’den beri ölüm yakamızda, çile peşimizde olsa da, doğru bildiklerimizden, Türk-İslam ülkümüzden, millet ve vatan aşkımızdan ödün vermedik.

Allah’ın izniyle vermeye de niyetimiz yoktur.

Yusufiyeli Cengizimizi bizden koparıp alan şerefsiz ve namussuz emeller boşuna heveslenmesin, boşuna bayram etmesin.

Katiller, adiler, insan canından geçinen iğrenç yaratıklar kendi aralarında sevinç turları atmasın, döktükleri kanların yerde kalacağını zannetmesin.

Biz ki, bir ölürsek bin diriliriz.

Biz ki, bir gidersek bin geliriz.

Şunu açık, net söylemek isterim ki, saflarımızın sağlamlığını, Milliyetçi-Ülkücü Hareket’in tarihi yürüyüşünü kimse bozamayacaktır.

Hayallerimizin önüne kimse geçemeyecektir.

Hedeflerimizin büyüklüğünü kimse sabote edemeyecektir.

Saldırılar istikametimizden çeviremeyecek, hain niyetler bize korku veremeyecektir.

Üç Hilal’in solması, mahzun ve mazlum durması olmayacak bir şeydir.

Biz milletimizin desteği, Cenab-ı Mevla’nın yardım ve himmetiyle daha da büyüyecek, daha da güçleneceğiz.

Sahte kefen edebiyatıyla mağduriyet rolü oynayanlar gerçek manada kimin kefenle yürüdüğünü, kimlerin kefene büründüğünü görmeli, çenelerini kapatmalıdır.

Musalla taşı, tabut ve kabir istismarıyla siyasal rant hevesinde olan Başbakan ve yandaşları kefen giymekten bahsedeceklerine, girdikleri ve bir daha da çıkmayacakları ayakkabı kutularının hesabını vermelidir.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Dün aziz şehidimiz Cengiz Yücel Akyıldız’ı dua ve Fatihalarla son yolculuğuna uğurladık.

Bir kez daha hepimizin başı sağ olsun.

Ayrıca taş, sopa, bıçak ve silah kullanılan menfur saldırıda; sol omzundan yaralanan Sayın Kemal Sağsöz’e, Sayın Ramazan Türkmen’e, Sayın Gencay Yılmaz’a, Sayın Özkan Can’a, Sayın Ercan Kamil Tanrıverdi’ye acil şifalar diliyorum.

Merhum Yusufiyeli Cengimizin ailesi artık bizlere emanettir.

Hatıralarını yaşatmak hepimizin vecibesidir.

Öksüz kalan yavruları bizlere emanettir.

Kayıplarımız bizleri daha bir hırslandıracaktır.

Acılarımız bizleri daha bir motive edecektir.

Mükâfatının çile ve meşakkat olduğu bu davanın, ülkü erlerinin nezdindeki yegâne kazancı;

√       Müsterih olmuş bir vicdandır.

       Yerine getirilmiş milli bir görevdir.

       Milletimize ödenmiş tarihi bir borçtur.

       Değişmeye kimsenin gelmediği, dahası gönüllü olarak tutulan vatan ve bayrak nöbetinin haklı gururudur.

       Bir inanç, bir iman, bir ülkü adına ebediyete intikal etmiş fazilet kalelerine okunan Fatihaların, Yasin-i Şeriflerin huzurudur.

       Ve elbette Allah katında ulaşılmış şehadetten başka hiçbir şey değildir.

Allah’a hamd olsun ki, 45 yıldır çizgimizde kırıklık olmadan bugünlere geldik.

Toprağın altında dümdüz yatabilmek için, toprak üzerinde dimdik durduk.

Ancak tutarlılığımız birilerini her zaman rahatsız etmiştir.

Türk ve İslam’ın muhteşem terkibinden ürkenler aleyhimize olacak şekilde sürekli yeni arayışlara girmiştir.

Türk milletinin varlık ve birliğini kabus gibi görenler bizi her daim tehdit olarak algılamışlardır.

Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü kendileri için sorun addedenler bizimle uğraşmaktan yorulmamışlardır.

Türk kimliğine kin duyan vicdansızlar, Türk milletinin kardeşliğinden ürken asiler Milliyetçi-Hareket’i “nasıl tuzağa çekerim, nasıl kavgaya iterim” diyerek fitnede akıllara durgunluk vermişlerdir.

Bizi durdurmak için olmadık iftiralara başvurulması sebepsiz değildir.

Bizi sindirmek için inanılmaz ayak oyunlarına müracaat edilmesi tesadüfi sayılmamalıdır.

AKP-PKK ortaklığıyla birlikte küresel vahşi hesaplar kirli, karanlık ve kaos planlarını uygulayabilmek için Milliyetçi- Ülkücü hareketi saf dışı bırakmaya dört elle sarılmışlardır.

Burada muhterem şairimiz Sezai Karakoç’un şu dizeleri aslında aynısıyla bizleri, aynısıyla Milliyetçi Hareket Partisi’ni tanımlamakta ve anlatmaktadır:

Onlar sanıyorlar ki, biz sussak mesele kalmayacak.

Halbuki, biz sussak tarih susmayacak.

Tarih sussa, hakikat susmayacak.

Onlar sanıyorlar ki, bizlerden kurtulsalar mesele kalmayacak.

Halbuki, bizden kurtulsalar vicdan azabından kurtulamayacaklar.

Vicdan azabından kurtulsalar tarihin azabından kurtulamayacaklar.

Tarihin azabından kurtulsalar Allah’ın gazabından kurtulamayacaklar.

Bu itibarla Milliyetçi Hareket Partisi’nin saldırılara uğraması, sürekli olarak hedef yapılması boşuna değildir.

Eli silahlı katillerin güpegündüz baskın düzenleyip kardeşlerimizin canına kast etmeleri bu kapsamda yorumlanmalıdır.

Anlaşılan teröristler meydanı oldukça boş bulmuştur.

Başbakan’ın politikalarıyla terör örgütlerini şımarttığı, İstanbul gibi bir metropolde şehir eşkıyalarına geniş imkânlar sunduğu aşikardır.

Esenyurt İlçe Seçim Koordinasyon Merkezi’mize yapılan suikast yalnızca partimizi, yalnızca dava arkadaşlarımızı değil, Türk milletini ve Türkiye’yi hedef seçmiştir.

Vurulan sadece biz değil demokrasimizdir.

Kıyılan sadece dava arkadaşlarım değil, toplumsal dirlik ve huzurumuzdur.

Türk siyaseti Esenyurt’ta kurşunlanmıştır.

Milli irade Esenyurt’ta saldırıya uğramıştır.

Milletimizin kanı Esenyurt’ta dökülmüştür.

Esenyurt’ta patlayan silahlar gerçekte 76 milyona çevrilmiştir.

Vatanseverler, milletseverler, bayrak ve ülke tutkunları topyekûn saldırganların ateşi altında kalmıştır.

Bölücü alçaklar dağdaki provokasyonlarını şehirlerde de sürdürerek niyetlerinde herhangi bir değişikliğin olmadığını ortaya koymuşlardır.

Türkiye’nin bugünkü karmaşa ve kargaşa ortamından faydalanmaya, kutuplaşmayı genişletmeye azmetmiş kalpsizler cürümleri kadar yer yakacaklarını unutarak kavga ve karışıklık havarisi kesilmişlerdir.

Milliyetçi-Ülkücü Hareketi ateşin içine nasıl çekeriz hesabıyla silah kozuna tutunmuşlardır.

Kandil’den İstanbul’a güvenle intikal eden, terörist kamplarda özenle yetiştirilen aşağılık yüzler öldürerek, yok ederek, ateş ederek Milliyetçi Hareket’i provoke etme çılgınlığına soyunmuşlardır.

Fakat evdeki hesap çarşıya uymayacaktır.

Muhakkak ki, katillerin izi sürülmeli, kimlikleri tam olarak teşhir edilmeli ve layık oldukları cezalara çarptırılmalıdır.

Şimdilik aralarında yaşı 17 olan birisinin de bulunduğu 4 şüphelinin gözaltına alındığını biliyor ve gelişmeleri çok yakından takip ediyoruz.

Bunların gerçekten de suçlu olup olmadığı yapılan tahkikat neticesinde vuzuha erecektir.

İçişleri Bakanı Sayın Efkan Ala’nın konunun üzerine ciddiyetle eğileceklerini söylemesi bizim açımızdan olumlu bir tavırdır.

Dün Hükümet Sözcüsü Başbakan Yardımcısının yaptığı açıklamalar esasen gözaltına alınanların saldırıyı gerçekleştiren caniler olduğuna atıf yapmıştır.

Ne var ki bu hükümet üyesinin Bakanlar Kurulu Toplantısı’ndan sonraki beyanları maksadını aşan değerlendirmelerle doludur.

Gözaltına alınan zanlıları tarif ederken; “bir tanesi 97 doğumlu. Bir ailenin fertleri. Belli bir yerlere mensubiyetleri var. Protesto amacıyla ortaya çıkmışlar. Ama silaha sarılmışlar” ifadesini kullanmıştır.

Anlaşılan hükümet emniyette sorgusu devam eden kişilerin suçlu olduğu sonucuna varmıştır.

Bu nasıl bir ailedir ki, koskoca bir teşkilata, Türk siyasetinin 45 yıllık çınarına pervasızca saldırabilmektedir?

Hükümet Sözcüsü, gözaltında bulunan şüphelilerden bahsederken belli bir yerlere mensubiyetleri var demekle neyi kast etmektedir?

Bu şahıslar nereye mensuptur?

Bunlar derin AKP’nin paramiliter unsurları mıdır, yoksa PKK’nın tetikçileri midir?

Sayın Arınç, mensubiyetleri var diyerek meseleyi nasıl küçümser, nasıl hafife almaya kalkışırsın?

Şu aralar medyada, PKK eylemlerine katılıp molotof fırlatan, cam çerçeve indiren, patlayıcı madde bulunduran bazı şaibeli isimlerin çıkarıldıkları mahkemede; “MİT’e ve emniyete çalışıyorum” itiraflarına tesadüf edilmektedir.

Esenyurt’ta da böyle bir tezgâh var mıdır?

Türkiye’de gündem değişikliği için Ülkücü kanını akıtmaya karar verenlerle, kardeş kavgası kıvılcımıyla ülkemizi hüsrana götürmeye heveslenenlerin mensubiyetleri AKP midir, PKK mıdır?

Bu muamma mutlaka Başbakan ve hükümeti tarafından izah edilmelidir.

MHP’yi protesto etmek için toplanıp, sonra da silahlarla saldıranlar dağdaki Mehmetçiği, şehirlerdeki polisleri şehit eden alçakların taşeronlarından, uzantılarından başkası değildir.

Başbakan analar ağlamasın dedikçe bu şerefsizler namluya mermi yerleştirmiştir.

Başbakan barış geldi, terör bitti dedikçe bu soysuzlar silahlarını masaya çıkarmış, şehirlere üşüşmüştür.

Başbakan bebek katilinin sırtını sıvazlayıp, canilikte marka olmuş insanlığın yüz karalarına sempati ve şefkat gösterdikçe, bu reziller masum canların avına çıkmıştır.

İmralı canisini Kürt kökenli kardeşlerimin lideri mevkiine çıkaran ve bir bakıma kendisinin de önderi yapan yıkımdan sorumlu Başbakan Yardımcısının bu olanlar karşısında konuşacak ve nedamet gösterecek vicdanı kalmış mıdır?

Cengizimizin kanına giren insan görünümlü iblislere hala çözüm, hala barış, hala süreç diyerek tahammül edilecek, boyun eğilecek midir?

Ey Sayın Erdoğan katillerin mihmandarı, koruyucu meleği, rehberi, ortağı ve güvencesi olmayı inatla sürdürürsen, PKK’yı Kandil’de aramaya gerek kalmayacaktır.

Bölücü militanları kundakta sallayıp, katilleri dokunulmaz yaparsan PKK’yı dağda bayırda aramaya mahal ve imkân olmayacaktır.

Sana ve etrafına bakan terörü de, teröriste de, örgütü de, kanlı komployu da tüm yönleriyle görecektir.

 

Değerli Milletvekilleri,

Şurası kesindir ki, Esenyurt’ta vuku bulan ve hepimizi sarsan cinayet ve yaralamalar son yıllardaki en kritik vakadır.

Türkiye’yi içe dönük bir hesaplaşmaya, sonu olmayan ve herkesi içine çekecek tehlikeli sürece sokmak için malum çevreler canla, başla çırpınmaktadır.

Bekliyorlar ki, Türk milleti birbirine düşsün.

Umuyorlar ki, etnik ve mezhep temelli mücadele her tarafa yayılsın, her tarafta hâkim olsun.

İstiyorlar ki, Milliyetçi Hareket sokağa insin, çatışmanın tarafı haline gelsin.

Esenyurt’ta kanlı girdabın provası yapılmıştır.

Esenyurt’ta Türkiye düşmanları, Türk ve millet muhalifleri bizim üzerimizden toplumsal hassasiyet ve tepkinin seviyesini ölçmüşlerdir.

Rüşvet ve yolsuzluk gündeminin farklı mecralara çekilerek buharlaştırılması güdülen amaçlar arasında yer almıştır.

Ama biz tahrik kampanyalarına, nokta atışı yapan bozguncu ve nifak meraklılarına şans tanımayacağız.

Bizim duygularımızı ajite etmeye, olayların merkezine konuşlandırmaya yeltenenlerin heveslerini kursaklarında bırakacağız.

Zor olsa da, dayanacağız.

Dişimizi sıkarak sabredeceğiz.

İçin için ağlayarak tacizlere kapalı duracağız.

Demokrasinin kural ve ilkelerinden milim ayrılmayacağız.

Hukukun sınırlarından taşmayacağız.

Bizi şiddet ve dehşet sarmalının bir unsuru yapmak için el ovuşturan şarlatanları muhatap almayacağız.

Hesap soracaksak iktidara gelerek bunu yapacağız.

Başbakan ve hükümetinden kanun önünde, mahşeri vicdan huzurunda, sandık yoluyla alacaklarımızı tahsil edeceğiz.

Biz son sözümüzü kuşkusuz milletimiz “evet gün bugündür” dediği anda söyleyeceğiz.

O güne değin sağduyulu, olgun ve aklıselim içinde hareket edeceğiz.

Bizleri sokak dövüşçüsü gösterme adiliğini kimsenin yanına bırakmayacağız.

Hükümet Sözcüsü Başbakan Yardımcısının, Esenyurt’taki ihaneti karşıt görüşlerin çatışması olarak sunma ahlaksızlığı, medyanın geniş bir bölümünde bu çerçevede yayınlar yapılması öncesi olan bir senaryonun varlığına adeta delil teşkil etmiştir.

Ne marazi bir haldir ki, Esenyurt’ta bölücü katiller saldırı düzenledikten sonra yazılı ve görsel medya uzun süre sessizliğini korumuştur.

Sanki hiçbir şey olmamış gibi yayınlar yapılmıştır.

Hükümetin aleyhine gelişen olayları anında sansürleyerek Penguen yayınına geçen yandaş ve korkak basın, Esenyurt özelinde de ekranları karartmış, doğru bilgilere ket vurmuştur.

Yusufyiyeli Cengimizin şahadet haberi, uzun bir süre ekranlardan alt yazı olarak bile geçmemiştir.

Çünkü merhum şehidimizin adı Hrant Dink veya İmralı’ya giden bölücü kafilenin herhangi bir ferdi değil, Ülkücü Cengiz Akyıldız’dir.

Çünkü merhum şehidimiz Habur’dan girmemiş, Kandil’den sızmamış, Oslo’dan düşmemiş, vatan evlatlarına silah doğrultmamış, 63’lükler arasında bulunmamıştır.

Görülen odur ki, alayı birden Ermeni olanlar hepten tükenmiştir.

Alayı birden PKK’lı olanlar çoktan iflas etmiştir.

İşgal dönemi İstanbul basını şimdi yıkım döneminin AKP borazanlığından çıkar sağlamanın derdine kapılmış, göze girmek için yandaş limana demirlemişlerdir.

Öyle ki, milletimizin vergileriyle ayakta duran TRT’nin yandaşlık terfisi bekleyen görevlileri Başbakan’ın eğrelti diline özenmişler ve bize karşı yavru muhalefet diyerek sahiplerine mesaj vermişlerdir.

Üzerine basa basa vurgulamak istiyorum ki, Esenyurt’taki saldırganlığı karşıt görüşlerin çatışması olarak sunmak, sıradan bir anlaşmazlık olarak lanse etmek ne edebe, ne objektifliğe, ne de basın ahlakına sığacaktır.

MHP’yi karşıt görüşlerden birisi olarak itham edenler, diğer karşıt grup olarak kimleri görmektedir?

Güdümlü medya organları, uydulaşmış haber sunucuları, tetikçi internet siteleri MHP’yi karşıt iki görüşten birisi olarak görmekten özel bir zevk mi almaktadır?

Sabah programlarında, gün içi haberlerde, özel yayınlarda, şahsımı ve partimizi karalayan küstahlar, Milliyetçi-Ülkücü Hareket’i iki uçtan birisi halinde tasvir etme densizliğini ne zaman bırakacaklardır?

İstanbul’da söyledim, şimdi de tekrar vurguluyorum; biz karşı cephelerden birisi isek, diğer karşı cephede hem medya hem de PKK’dan başkası olmayacaktır.

Bir defa merhum Akyıldız dava şehidimiz olduğu kadar da basın şehididir.

Medya vicdanını ve habercilik misyonunu karartmamalıdır.

Türk milletine sağlıklı ve tarafsız bilgi vermek, haberlerde yanlı davranmamak basın etiğinin en önemli uzvudur.

Doğruları saptırarak bir yere ulaşmak, MHP’yi küçülterek ve yok sayarak itibarsızlaştırmak art niyetli basın mensuplarının boyunu ve haddini aşacaktır.

Bu itibarla demokrasinin olmazsa olmaz dinamiklerinden olan medyanın milletimizin sesine kulak vermesini, olayların içyüzünü çarpıtmadan, keyfi müdahalelerle budamadan iletmesini bekliyor ve bunu talep ediyorum.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Bölgesel ve küresel sorunların biriktiği, birçok ülkenin istikrarsızlıklarla boğuştuğu tarihi bir süreçteyiz.

Şöyle bir etrafımıza baktığımızda ümitleneceğimiz, huzur duyacağımız herhangi bir gelişmenin olmadığını rahatlıkla fark edebiliriz.

Karadeniz’e kıyısı bulunan kuzey komşumuz Ukrayna bir süredir iç savaşı aratmayacak hadiselere gömülmüştür.

İktidarla muhalefet arasındaki görüş ayrılıkları Kiev’in iradesini kilitlemiş, sokaklar can pazarına dönmüş ve can kayıplarına neden olmuştur.

Ukrayna’nın AB ve Moskova arasına sıkışması toplumsal itirazlara ve yüksek dozlu protestolara kapı açmıştır.

Hatta Ukrayna’nın parçalanma ihtimali bile konuşulmaya başlanmıştır.

2004 yılının Kasım ayından 2005 yılının Ocak ayına kadar süren ve adına Turuncu Devrim denilen sosyal ve siyasal çalkalanmanın rövanşı adeta bugün alınmaktadır.

Türkiye’nin jeopolitik görüş açısında ve Karadeniz’de izlediği stratejik politikalarda Ukrayna önemli bir aktör, dikkatle izlenmesi gereken bir ülkedir.

Bu ülkenin doğu-batı kuşağında bölünmesi, daha yerinde bir tabirle, siyasal mutabakatı sağlayamaması Kafkaslardaki belirsizliği derinleştirecektir.

Çok yoğun devam nüfuz mücadeleleri, Brüksel, Moskova, Vashington üçgenindeki bilek güreşi Ukrayna’yı riske atacağı gibi, ülkemizi de yakın markaja alabilecektir.

Hükümet Ukrayna’da gelişmelere klasik yanlı tutumuyla değil, itidali tavsiye eden, yatıştırıcı, demokrasiyi öne alan ve sakinleştirici bir tonla yaklaşmalı; muhalefetinden iktidarına kadar uzlaşmayı önermelidir.

Bir başka açıdan konuya baktığımızda, gittikçe büyüyen toplumsal dip dalganın birkaç ay içinde iktidarı nasıl masaya çektiğini, nasıl tavizler verdirdiğini, Cumhurbaşkanı’nın Başbakan’ı nasıl gözden çıkarmak zorunda kaldığını hepimize göstermesi dikkate değerdir.

Toplumsal enerjinin volkan ağzına döndüğü andan itibaren hiçbir iktidar bunun karşısında duramayacak, taleplere dudak bükemeyecektir.

Ukrayna örneğinden, takdir edersiniz ki her yönüyle sonuç çıkarmak lazımdır.

Demokrasiden sapan, özgürlükleri kısan, halka rağmen halk yararına icraat yaptığı iddiasında bulunan,  devletin ana omurgasını felç eden hangi ülkenin iktidarı olursa olsun, bir zaman sonra meşruiyetini kaybetmektedir.

Siyaset toplumsal taleplerle çatışıp milli çıkarlarla çelişince koltukların sallanması, taçların uçması, kibir ve haset yuvası firavunların devrilmesi kaçınılmazdır.

Parti olarak Ukrayna’nın siyasal sakinliğe, kalıcı bir barış havasına, toplumsal ve siyasal tüm kesimlerin müşterek aklıyla uzlaşmanın temin edilmesine önem veriyor, bunu temenni ediyoruz.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Sorunların sadece Ukrayna da olmadığını gayet iyi biliyorsunuz.

Orta Afrika Cumhuriyeti’nde Müslümanlara yönelik zulüm ve eziyetler bizleri kahretmektedir.

Yakılan, kurşunlanan ve vahşice katledilen din kardeşlerimiz hepimizin yüreğini parçalamaktadır.

Orta Afrika Cumhuriyeti’ni fiilen kontrolü altında tutan Fransa, bu ülkenin kaynaklarını hem sömürmekte, hem de şiddete çanak tutmaktadır.

Uluslararası Af Örgütü 14-16 Ocak tarihleri arasında Hıristiyan milislerin Müslümanları hedef alan iki ayrı saldırısında en az 51 kişinin öldüğünü açıklamıştır.

Kimden ve nereden gelirse gelsin her türlü vahşet ve dehşet sahnelerini lanetliyorum.

Başkent Bangui’de ivme kazanan otorite boşluğundan yararlanan suç örgütlerinin Müslümanları kıyıma uğratması bizleri kaygılandırmaktadır.

Başbakan Erdoğan, dün Türkiye’ye resmi bir ziyaret vesilesiyle gelen Fransa Cumhurbaşkanı’na Orta Afrika’da Müslümanlara yönelik acımasızlıkları hatırlatacak ve yüzüne vuracak cesareti açıkça gösterebilmiş midir?

“Ne işiniz var orada, bu yetki ve icazeti kimden ve nasıl aldınız” diyecek yürekliliği gösterebilmiş midir?

Yoksa bire bir temaslarda alttan alan özelliğiyle yine sinmiş, yine silik bir görüntü çizmiş midir?

Onlarca yıl Afrika’yı inim inim inletenlerin, yer altı ve yer üstü ekonomik ve doğal kaynaklarını emenlerin şimdilerde demokrasi ve insan hakları jürisinde bulunmaları insanlık adına utanç vericidir.

Türkiye’yi bunların eline düşüren, iki dudağından çıkan sözlere mahkum eden Başbakan’a da hükümetine de yazıklar olsun.

Diğer taraftan Müslümanların çilesi Myanmar’ın Arakan Bölgesinde de sürmektedir.

Suiistimallere, hak ihlallerine göz yuman bu ülke yönetimi, Müslümanlara karşı uygulanan şiddet ve ayrımcılığı teşvik etmektedir.

Myanmar’de yüzbinlerce Müslüman mağdur olmuş, yerinden yurdundan edilmiştir.

İnançlar arasındaki gerilim, yani Budist-Müslüman kamplaşması korku verici seviyelerdedir.

AKP’li Dışişleri Bakanı’nın geçtiğimiz yılın son aylarında Myanmar’a yaptığı ziyaret herhangi bir sonuç doğurmamış, Budist-Müslüman diyaloğunu artırmaya dönük planladığı uluslararası toplantıdan henüz bir ses çıkmamıştır.

Karşılıklı güven arttırıcı çalışmalardan ortada eser yoktur.

Bir diğer üzüntümüz de Çin’in Uygur Özerk bölgesinden gelen kötü haberlerdir.

Çinli görevliler Uygur Türklerini her fırsatta katletmektedir.

Fakat Başbakan Erdoğan konu Türk veya Türkmen olunca sesi kesilmekte, izini kaybettirmektedir.

Hürmetle andığımız aziz atalarımız; “dervişin fikri neyse zikri de odur” sözünü boşuna söylememişlerdir.

Bu zihniyetin fikrinde Türk olmadığı için zikrinde de yer bulmamıştır.

Başbakan’ı zikrini ve şifrelerini ele verecek anahtar kelimeler çok fazla değildir.

İhvan, Mursi, Rabia, Esad, Barzani, BOP, Kırmızı Oda, haçlı, papaz cübbesi, Beyaz Saray, AB’nin sorgu salonları, Bush, açılım, Kürdistan, Öcalan, süreç, ihanet, hıyanet, pazarlık, paralel, Oslo, istismar, 7 Şubat, 17 Aralık, yalan, rüşvet, hırsızlık sözlerinden birisi üzerinde durmak Başbakan’ın kimliğini ifşa edecektir.

Hakikat de Başbakan öz olarak bu 27 ayrı kelimenin içinde saklıdır.

Bu 27 isim ve kavramı çözen, Başbakan’ın şecere ve sicilini çıkaracaktır.

Bu Başbakan ki, Filistin için İsrail’e On Minute deyip, çok geçmeden NATO’ya teminat vererek Füze Savunma Sisteminin, İsrail’i korumak için Türkiye’de kurulmasına ön ayak olan ucuz siyasi kişiliktir.

Bu Başbakan ki, ‘Libya’da ne işi var NATO’nun dedikten kısa bir süre sonra koştura koştura aldığı emirleri uygulayan patolojik vakadır.

Bu Başbakan ki, sağ salim evlerine dönmesi için Müslüman katillerine dua eden, arkasından dönüp İslam camiasında elinde tahta kılıç, altında kartondan atla sanal yiğitlik taslayan siyasetin çizgi roman kahramanıdır.

 

Değerli Milletvekilleri,

Mısır’da Hüsnü Mübarek iktidarının devrilmesinin 3’ncü yılında Sisi yönetimiyle Mursi yandaşları Kahire ve İskenderiye’de birbirine girmiştir.

Ülkenin değişik yerlerinde çıkan olaylarda 50 kişi hayatını kaybetmiştir.

Bu arada Mısır ordusu, darbeci Sisi’nin Cumhurbaşkanı olması konusunda pozisyon almış, ön açmıştır.

Mareşallik unvanı da alan Sisi Mısır hükümetinde sorun yaratmış, başbakan yardımcısının istifasına neden olmuştur.

Darbeyle demokrasiyi aşındıran Sisi ve yönetiminin Mısır’ın yarınlarından çok şeyi alıp götürdüğü, Batı’nın ise gelişmeleri bekle gör taktiğiyle izlediği anlaşılmaktadır.

Mısır’da insan hakları kesintiye uğramıştır.

Özgürlük, can ve mal güveliği rafa kaldırılmıştır.

Elbet Suriye’deki gelişmeler de ülkemiz, bölgemiz ve insanlık adına ibretlik bir kulvarda seyretmektedir.

Bu ülkedeki iç savaşta 160 bin kişi ölmüş ve insanlık dramının dayanılmaz ağırlığı yaşanmıştır.

Esad yönetimi ümitsiz bir vaka olarak Suriye’yi her geçen zora sokmaktadır.

Suriye yönetiminde adli tıp uzmanı olarak çalışırken firar eden bir görevlinin, 2’nci Cenevre Konferansı’na birkaç gün kala ülke ve dünya gündemine sızdırdığı 55 bin işkence fotoğrafı vicdanı olan herkesi allak bullak etmiştir.

Kimyasal ve konvansiyonel silahlardan sonra Suriyelilerin böylesi feci ve insanlığı red eden muamelelerle yüz yüze kalması barbarlığın nerelere kadar çıkabildiğini de gözler önüne sermiştir.

Gözaltındaki tutuklulara karşı sistematik işkence ve cinayetler Suriye’de insaf, adalet, vicdan ve merhametin çoktan terk edildiğini bir kez daha ispatlamıştır.

Şayet bu fotoğraflarda montaj, Cenevre’deki pazarlıkları kızıştırmak ve Şam’la muhalifler arasında bir denge kurma amacına matuf bir tertip yoksa, Esad yönetimi insanlığa karşı büyük ve bağışlanamayacak bir suç işlemiş demektir.

Ne olursa olsun bu işkence görüntüleri uluslararası bir suçtur.

Bilindiği üzere, uluslararası Ceza Hukuku yalnızca kişisel sorumluluğu baz almaktadır.

Bu kapsamdaki suçlarla ilgili devlet sorumluluğunu belirleyebilmek için Uluslararası Adalet Divanı’nın ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararlarına ihtiyaç vardır.

Suriye’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taraf olmadığından, bu ülke vatandaşlarının işledikleri suçlarla ilgili yargılanmaları bu çerçevede mümkün değildir.

Suriye rejiminin işlediği suçların kovuşturulması ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararıyla olabilecektir.

Ancak Rusya ve Çin’in vetoları henüz kalkmış değildir.

Şu durumda Cenevre sürecinin önemi daha da artmaktadır.

Suriye’nin barış ve istikrarı yakalaması, bu ülkedeki kördüğümün açılması henüz umut verici düzeye gelmemiştir.

Şam yönetimi ile muhalifler arasındaki keskin kutuplaşma dış baskı ve dayatmalara rağmen yumuşama emaresi göstermemektedir.

Önümüzdeki günler Cenevre’deki gelişmelerin ve alınan sonuçların daha da sağlıklı değerlendirilmesini sağlayacaktır.

Bizi ilgilendiren asıl husus, AKP hükümetinin Cenevre’de Suriye’deki olayların ve akan kanın sorumlusu gibi sunulmasıdır.

Başbakan ve zihniyeti Türkiye’yi küresel platformda sorgulatmış ve zorda bırakmıştır.

Sınırlarımızda terör lobilerine karşı verilen yardım ve destekler bilhassa Dışişleri Bakanı’nın yüzüne çarpılmıştır.

Bu milli gururumuz açısından incitici bir durumdur.

Avrupa’daki bazı siyasetçiler, Suriye’de yakalanan El Nusra terör örgütüne ait kişilerin pasaportlarındaki mührün Türkiye giriş-çıkışlı olduğunu iddia etmektedir.

Hükümetin Suriye’deki ölüm kalım mücadelesine tarafsız ve soğukkanlı yaklaşması gerekirken muhalif gruplara TIR’larla silah sevkiyatı yapma izansızlığı başımıza büyük badireler açma riski taşımaktadır.

Başbakan ve hükümeti Suriye’nin derdine düşüp muhaliflerin temsilcisi gibi hareket ederken sınırlarımızda PKK-PYD özerk yönetimler ilan etmektedir.

Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin partisi KYP, terör örgütünün özerklik kararına destek vermiştir.

Şimdiye kadar ne Başbakan’dan ne de herhangi bir hükümet yetkilisinden sözde özerklik kararına karşı etkili bir çıkış duyulmamıştır.

Acaba Başbakan PKK-PYD özerlik kararına göz mü yummuştur?

Hırsızlığa batan hükümet, İmralı canisinin 17 Aralık’tan beri gündemden olan “Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması”nda kendi tarafında olmasına karşı jest mi yapmış, milli güvenliğimizi zedelemek adına özerkliğe onay mı vermiştir?

Bu konu önemlidir.

Başbakan PKK’ya, PYD’ye ve İmralı canisine sözde komplo diye tarif ettiği yargısal süreçte yanında durdukları için diyet mi ödemektedir?

İmralı canisine rüşvet mi vermektedir?

Bu sorularımıza cevap verilmeli, hemen bu şüphelerimiz giderilmelidir.

Biliniz ki, bölücülere sınırlarımızın hemen dibinde özerklik için yol veriliyorsa bu namertliği tanımlamak için ihanet sözü bile yetmeyecektir.

 

Değerli Milletvekilleri,

Türkiye ekonomisi çatırdamaktadır.

Merkez Bankası değişik enstrümanlarını devreye soksa da dövizin yükselişini durduramamaktadır.

Ekonomi Bakanı’nın, dövizi kast ederek; “ekonomi nerede dengeyi kurdu ve nerede tutturdu, orası sağlıklı ve denge yeridir” sözleri bize göre skandal ve cahil cesaretidir.

Oysa ki Türk lirasındaki erime memurumuzu, işçimizi, esnafımızı, çiftçimizi, dar ve orta gelirli kardeşlerimizi yüzde 15 ile yüzde 20 oranları arasında fakirleştirmektedir.

Ekonomik kayıplar ciddi boyutlardadır.

Makroekonomik yelpaze tehlike sinyallerini artırmıştır.

Başbakan Erdoğan bu günlerin gelip geçici olduğunu ifade etse de, ekonomik deprem her vatandaşımızı çok olumsuz etkilemektedir.

Başbakan için her şey elbette tozpembe olup, gelişmeler ekonomik temelde kendisinin başına talih kuşu gibi konmuştur.

Bankalardaki milyon dolarları 17 Aralık’tan beri neredeyse ikiye katlanmıştır.

Döviz borcu olan kardeşlerim ise çaresizdir.

Merkez Bankası’nın bağımsızlığını zedeleyen Başbakan ve hükümeti eninde sonunda dövizdeki ateşi söndürebilmek için faiz kartını kullanmak zorunda kalacaktır.

Zaten “Ek Parasal Sıkılaştırma” yöntemiyle belirli günlerde bankaların Merkez Bankası’ndan yüzde 9 düzeyinde borçlanmaları karara bağlanmıştır.

Bu kurnazca faiz artırımıdır.

Hükümetin faiz lobisinin kucağına bile bile, göre göre düştüğünü kimse inkar edemeyecektir.

Başbakan Erdoğan ananas üzerinden TUSKON’a saldırmakta, TÜSİAD’a da vatan hainliğini layık görmektedir.

Yatırım yapan, iş ve istihdam üreten ekonomik kuruluş ve kesimlerle meydan savaşına tutuşmak hükümete yaramayacaktır.

Başbakan böylesi sıkıntılı bir dönemde iş alemini de karşısına almıştır.

Rüşvete ve hırsızlığa razı gelmeyen, Türkiye’nin gelişmesi ve büyümesi için mücadele eden işadamlarına nefretle saldırması bir sonuç vermeyecektir.

Vatana hizmet edenleri hainlikle suçlaması ise tamamıyla çirkin, tamamıyla suizandır.

Çatısı altında 7 federasyon, 212 dernek, bu derneklere üye 54 binden fazla işadamı ve bunların temsil ettiği 140 binden fazla şirketin bulunduğu TUSKON’a Başbakan Erdoğan’ın gözdağları vermesi tam bir kendini bilmezliktir.

Aynı Başbakan TUSKON’un 31 Mart 2012 tarihli 4. Olağan Genel Kurulu’nda şunları söylemiştir:

“TUSKON’a, TUSKON’un tüm mensuplarına, özellikle Türkiye’nin adını dünyaya duyurdukları, ay yıldızlı bayrağın, bu aziz milletin büyüklüğünü en uzak ülkelere, en ücra kentlere şerefle taşıdıkları için şahsım, ülkem ve milletim adına şükranlarımı sunuyorum”

Şimdi ne olmuştur da TUSKON kötülenmekte, ananascı olarak hakir görülmektedir?

Başbakan Erdoğan rüşvet ve yolsuzluk çarkının kendisini yutma ihtimalinden dolayı dengesiz, kontrolsüz ve şuursuzca atıp tutmaktadır.

Bu manzara en başta Türkiye ekonomisini kösteklemekte, zarar vermektedir.

Hükümetin ekonomi cephesi bozgun yerken, diğer cepheleri bundan farksızdır.

Emniyette ki curcuna devam etmektedir.

Hırsızlar polisleri ve savcıları kovalamakta, yakaladıkları yerde görevden almaktadır.

Başbakan’ın oğlu için yapılan yol temizliği sonucunda beyefendi lütfetmiş ve sonunda onca yaşanmışlıkların ardından ifade vermeye hazır olduğunu avukatı kanalıyla söylemiştir.

Başbakan Erdoğan Brüksel ziyaretinde aldığı talimatlar gereğince HSYK konusunda frene basmış, kanun teklifinin Adalet Akademisiyle ilgili ilk 22 madde dışındaki kısımları askıya almıştır.

Anlaşılan Sayın Gül’de bu konuda engelleyici olmuş, hükümeti hizaya sokmuştur.

Diğer yandan HSYK konusunda TBMM Başkanı’nın Anayasa değişikliği için komisyon önerisi getirmesi hem yersiz hem de çok anlamsızdır.

Sayın Çiçek daha birkaç ay önce Anayasa Uzlaşma Komisyonu’ndan bir şey çıkmaz diyerek görevini bırakan kişi değil midir?

HSYK’yı RTÜK’e çevirme arayışında olanlar her şeyden bu kurumu arpalığa ve bütünüyle hakimiyet altına almaya çalışan siyaset hokkabazlarıdır.

Göreve geldiğinden itibaren kısa süre içinde hakkında fezlekeler düzenlenen, İzmir Cumhuriyet Başsavcısına bacanakların da içinde bulunduğu bir soruşturmayla ilgili talimat vermeye cüret eden bu Adalet Bakanıyla mı yargı tarafsız ve bağımsız olacaktır?

Kendisiyle ve evladıyla ilgili iddiaları savuşturmak niyetiyle hukuk cinayeti işlemeye kadar işi götüren Recep Tayyip Erdoğan’la mı HSYK örgüt diye tarif edilen ellerden kurtulacaktır?

Meclis Genel Kurulu’nda tekmelerle, yumruklarla muhalefeti sindirmeye çalışan bir iktidar mı adalete ve yargıya güveni artıracaktır?

Başbakan ve hükümeti yargıdan kaçmak için her şeyi denemektedir.

Altın kaçakçılarını korumak için yasa çıkaracak kadar pervasızlaşanlar bu ülkenin bir numaralı sorunu, yegâne musibetidir.

Konuşmama son vermeden önce geçtiğimiz hafta içinde Meclis Genel Kurulu’nda bizi de çok üzen bir olay yaşanmıştır.

AKP’nin Yalova Milletvekili bir konuşmasında muhatabına sataşırken; “Yalova’ya bir başka yerden, derenin öbür tarafından gelmişsin. Ben bu ülkenin Karadeniz’in en güzel yerlerinden gelmişim ve 40 yıllık Yalovalıyım” demiştir.

Bu maksadını fersah fersah aşan söz bize yönelik sarfedilmediyse de hepimizi, Evlad-ı Fatihan’ın tüm fertlerini kırmış ve incitmiştir.

Vatansever ve saygın AKP’li milletvekili arkadaşlarımı hariç tutarak bu sözleri kullanan şahsiyeti buradan kınıyorum.

Unutulmasın ki, derenin ötesi neyse bu yakası da odur ve hiçbir yorum ve bakış farkı kabul etmeyecektir.

Bu bölücü zihniyetin derenin iki yakasında da yer bulamaması bir yana, asıl vatanlarına gelmiş kardeşlerimi tanımayacak kadar körelmiş birisi olması oldukça düşündürücüdür.

Bizi değil dereler, ölüm bile ayıramamış ve ayıramayacaktır.

Selanik’ten, Gümülcine’den, Kavala’dan, Bosna’dan, Üsküp’ten, Prizren’den, Priştine’den ve daha nice hafızalarımızda vatan gördüğümüz yerlerden gelen soydaşlarımızı canımız bildik, bağrımıza bastık.

Biz millet olarak dereleri, nehirleri, ummanları, engelleri aşarak bir olduk, kardeşlikte buluştuk.

Bu düşüncelerle dün Sivas’ın Yıldızeli ilçesinde yoldaki buzlanma sonucunda bir yolcu otobüsünün şarampole devrilmesi sonucunda hayatını kaybeden 9 kardeşimize Cenab-ı Allah’tan rahmet, yaralanan 30 kardeşimize de şifa diliyor, sizleri saygılarımla selamlıyorum.

Sağ olun var olun.