Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 14 Ekim 2014
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
14 Ekim 2014
 

Değerli Milletvekilleri,

Saygıdeğer Misafirler,

Sayın Basın Mensupları,

Türkiye Büyük Millet Meclisi ‘24.Dönem 5.Yasama Yılı’nda, partimizin ilk grup toplantısını gerçekleştirmek üzere bir araya gelmiş bulunuyoruz.

Bu vesileyle muhterem heyetinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

24.Dönem’in son “Yasama Yılı”nda parti grubumuz başta olmak üzere, diğer siyasi parti gruplarına yapacakları çalışmalarda başarılar diliyorum.

Rabbim millet ve demokrasi mücadelemizi hayırlara tebdil etsin diyorum.

Aradığımız, susadığımız, özlemle beklediğimiz huzur ve istikrar dolu günlere milletçe ulaşmamızı, kardeşlikle erişmemizi yürekten diliyorum.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Bugünkü konuşmamda yer vermeyi düşündüğüm ana gündem konularına geçmeden evvel, arka arkaya yüreğimize ateş düşüren şehadetlere de değinmek istiyorum.

Önceki gün, Kocaeli’de bulunan Deniz Kuvvetleri Deniz Hava Komutanlığı’na ait bir helikopter, dört kişilik mürettebatıyla havalandıktan bir müddet sonra kaza kırıma uğramıştır.

Hepimizi acıya boğan bu elim olayda Pilot Binbaşı Deniz Akdeniz, Pilot Üsteğmen Çağrı Ceyhan, Astsubay Kıdemli Üstçavuş Mehmet Karakaşoğlu ve Astsubay Üstçavuş Ömer Burak Öğüt şehit olmuştur.

Ciğerimizi dağlayan bir diğer acı haber de Sivas’tan gelmiştir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Gümüşhane programında görev yapan çevik kuvvet mensubu polislerimizi Malatya’ya götüren üç otobüsten biri Sivas’ın İmranlı ilçesi yakınlarında devrilmiştir.

Bu kahredici kazada polis memurları Beşir Kurt, Emrah Horoz ve Fatih Çevik şehit olmuş, 35 polisimiz de yaralanmıştır.

Aziz şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet, yaralı polislerimize şifa niyaz ediyorum.

Şehitlerimizin ailelerine, sevdiklerine, sevenlerine, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ve Türk polisine sabır ve başsağlığı diliyorum.

Evlatlarını kaybeden annelerin, babaların; eşlerini ebediyetin kollarına bırakan hanım kardeşlerimizin acılarını paylaşıyor, geride kalan gözü yaşlı ve öksüz yavrularımızı sevgiyle, şefkatle kucaklıyorum.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Türkiye’nin iç huzurunu çekemeyen, iç barış ortamını hazmedemeyen odaklar Ayn el-Arap, yani Kobani bahanesiyle sokaklara dökülmüştür.

Özellikle 6 Ekim’den 11 Ekim’e kadar süren şiddet, yağma ve talan vakaları milletimizi tedirginliğe ve endişeye sevk etmiştir.

Kontrollü ve planlı sokak eylemleri vatanımızın tertemiz havasını kirletmiş, emniyet ve esenliği bozmuştur.

Mübarek Kurban Bayramı’nı idrak ettiğimiz 6 Ekim akşamı, PKK şubesi HDP, sözde Kobani katliamını gerekçe göstererek yandaşlarını sokağa, alan tutmaya ve harekete geçmeye çağırarak olayların fitilini ateşlemiştir.

Terörizmin siyasetteki piyonları, “her yer Kobani” tahripkar açıklamasıyla kan tutkunu destekçilerini yakmaya-yıkmaya davet etmiş, Türkiye’yi karıştırmak, kardeşi kardeşe kırdırmak için alçakça provokasyon yapmışlardır.

HDP, anayasa ve yasalara alenen karşı gelmiş, şiddet ve vahşete çok net, çok açık bulaşmıştır.

Bir siyasi partinin anayasa ve yasaları kasten, taammüden çiğnemesinin hukuk devletinde bir karşılığı, demokrasi nezdinde de bir diyeti vardır ve bellidir.

Türkiye’nin dört günlük kan ve karanlık bir çıkmaza sürüklenmesinde baş aktörlük görevini üstlenen mazbatalı bölücülere başta Gazi Meclis, ardından adalet ve yargı camiası inanıyorum ki suskun kalmayacaktır.

PKK’yla arasına mesafe koymayan, milli ve üniter devletimizi yıkmak, vatanımızda isyan ve kaos çıkarmak için fitne yayan vicdansızlara hukuku öğretmek, Türkiye ve Türk milletinin büyüklüğünü göstermek kaçınılmazdır.

Söyler misiniz bana, “Kobani düşerse Ankara düşer” diyenlerin Yunan işgal kuvvetlerinden ne farkı vardır?

Bu milletin ekmeğini yiyen, suyunu içen, nimetlerinden istifade eden güruhun Kobani kılıfıyla can almasının, kan dökmesinin, vurup kırmasının özgürlükle, insanlıkla, insan haklarıyla nasıl bir bağı olacaktır?

Askeri taşlayan, polise tokat atan, devlete söven, millete hakaretler yağdıran omurgasızların milli mücadelenin kutlu bir eseri olan Gazi Meclis’te bulunmaları en başta demokrasiye ihanettir.

Kandil’deki terör şeflerinden emir alanlarla aynı çatıyı paylaşmak, aynı koridorlardan geçmek bizim için başlıbaşına zuldür.

Yaşanan buhran ve felaket dolu günlerin vebali öncelikle HDP isimli PKK hesabına çalışan siyasi ucubenin üstündedir.

Her şey berraktır: Kıvırmaya, mazeret bulmaya, çarpıtmaya kimse kalkışmamalıdır.

PKK-HDP’yle birlikte, ülke içine yuvalanmış kapalı devre çalışan örgüt ve güçler AKP’nin açtığı yoldan yürüyerek, sağladığı imkânlara bel bağlayarak şehirlerimizi ateşe vermişlerdir.

Bu süreçte ne dediği, ne söylediği, nerede durduğu, nereye gizlendiği belli olmayan başarısız ve yetersiz İçişleri Bakanı 10 Ekim günü vahim bilançoyu açıklamıştır.

Misliyle cevap vermekten bahseden bu bakan, misliyle süreç zincirine vurulmuş, geri plana çekilmiştir.

PKK’lılar Kobani bahanesiyle 37 ilimizde bin 419 olay çıkartmıştır.

212 okul binası, 67 emniyet binası, 25 kaymakamlık binası, 29 parti binası kundaklanmıştır.

Şu caniliğe, şu barbarlığa bakınız ki, çocuk yuvaları, Kızılay kan merkezleri bile saldırıya uğramıştır.

Bankalar, müzeler, PTT şubeleri talan edilmiş, hırsız ve hainler haramla kursaklarını doldurmuştur.

Belediye otobüsleri, değişik neviden kamu ve özel taşıtlar, ambulanslar tahrip edilmiştir.

Bu çerçevede ilk belirlemelere göre bin 177 araç kullanılamaz hale getirilmiştir.

Sokak saldırıları sonucunda ölü sayısı 40’ı bulmuş, 308’i emniyet görevlilerimiz olmak üzere 723 kişi yaralanmıştır.

Türkiye, süreç ihanetiyle besiye çekilen, pazarlıklarla moral depolayan, tavizlerle silahlanan hainlerin nefretiyle sarsılmıştır.

Bitiyor denilen terör şehirlere üşüşmüş, barış ve huzuru getirdi diyerek övülen sözde çözüm süreci haydutları yüreklendirmiştir.

Maalesef her şey bunlarla sınırlı kalmamıştır.

Günlerce Türk Bayrağı, Atatürk büst ve heykelleri peşpeşe ateşe verilmiştir.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak Türkiye’nin hak ve hukukuna, milletin kutsal miras ve kazanımlarına sistematik saldırıları şiddetle kınıyor ve lanetliyoruz.

HDP Eşbaşkanı’nın “bunlar batıdan doğuya destek gelmesin diye yapılan provokasyondur” sözlerini ise bir bölücünün kurnazca dile getirdiği sızlanma olarak gördüğümüzü ifade ediyorum.

Hiçbir meşum eylem ve girişimin karşılıksız bırakılmamasını, aksi halde doğabilecek sonuçların telafi edilemeyecek boyutlara ulaşabileceğini muhataplarına önemle duyuruyorum.

Türkiye’nin sahipsiz olduğunu kimse düşünmesin.

Akıl tutulması yaşayanları, vicdan erozyonu ve milli kimlik sefaletine kapılanları uyarıyorum ki, Türk milletinin badireleri yenme konusundaki tecrübesi ihanetin cüretine soluk aldırmayacaktır.

Aziz milletimizin sindiğini, korktuğunu, yıldığını ve çekindiğini sananlara tavsiyem, sadece geçmişimizdeki en karanlık dönemlerde milli ruhun nasıl ayağa kalktığına bakmaları ve ders çıkarmalarıdır.

Gizlenemeyecek kadar ortadadır ki, AKP’nin çözüm ortakları, AKP’nin çözüm kadrosu Kobani afyonuyla kudurmuş, Kobani aşısıyla çılgına dönmüştür.

Kobani için timsah gözyaşı dökenler milli servete hıyanet etmiştir.

Ne Erdoğan, ne Davutoğlu süreç ihanetini müdafaa ettikleri ölçüde milli değerlerimizin arkasında duramamışlardır.

63 sözde akilden tek bir ses, tek bir nefes işitilmemiştir.

IŞİD terörü Kobani’de vurdukça, etek giyen, maske takan, taşlı, silahlı, sopalı, molotoflu militanlar sağa sola saldırmış, kanlı ellerini Türk Bayrağına uzatmışlardır.

Erdoğan geçtiğimiz Pazar günü Gümüşhane’de; “12 yıllık sürede bayrağımız, paramız, pasaportumuz daha fazla itibar kazandı” sözleriyle siyasi propaganda yaparken,  Türk bayrağı düşmüş, yanmış, yerlerde sürünmüştür.

Bu Erdoğan, sözde çözüm sürecinde bayrak düşmanlarıyla elele verip onları pışpışlarken, bağımsızlığımıza göz diken, varlığımıza diş bileyen şerefsizler meydanı boş bulmuşlardır.

Bayrak yakılıyorsa, bayrak saldırı ve hakaret görüyorsa sağduyulu ve vatansever kardeşlerimin ellerini vicdanlarına koyup düşünme zamanı gelmiş demektir.

Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde bağımsızlığımızın sembolü Ay Yıldızlı Al Bayrağımız bu kadar düşmanlık görmemiş, bu kadar hücuma uğramamıştır.

Türk milleti bunu hak etmemektedir.

Bayrak namustur, bayrak şereftir, bayrak onurdur; namustan, şereften ve onurdan haberi olmayanların bayrağı sevmesi, bayrağı savunması, bayrak için dertlenmesi akla ziyandır.

PKK’yla yürütülen pazarlıklarda ipliği pazara çıkanların, 17-25 Aralık’ta kirli çamaşırları villalardan taşanların Türk milletinin safında ve yanında durması hayal mahsulü bir beklentidir.

Bugüne kadar Türkiye kaybetmiş, Erdoğan ve bölücü lobi kazanmıştır.

Bugüne kadar, millet, vatan ve bayrak kaybetmiş; hain niyet ve hedefler kazançlı çıkmıştır.

AKP-CHP-PKK-HDP-PYD ve küresel örgütler Türkiye’nin aleyhine, Türklüğün zararına, milletin felaketine olacak şekilde halka halka dizilip birbirilerini doyururken, yalnızca Milliyetçi Hareket Partisi hakkın, adaletin, doğrunun, milli olmanın ve dün başkent oluşunun yıldönümünü kutladığımız Ankara’nın hizasında durmuştur.

Bu kısır döngüye son verme, bu zulmü sonlandırma, bu işbirlikçi ve iffetsiz kervana haddini bildirme vakti ufukta görünmüştür.

Artık Türkiye kazanmalıdır, Türk Bayrağı inmeyecek şekilde dalgalanmalıdır, Türk milleti hak ettiği, layık olduğu refah ve medeniyet zirvelerine çıkmalıdır.

Bunun yolu da MHP iktidarıdır, tek çare MHP’dir, yegane ümit ışığı Üç Hilal’in bağrından yayılarak millet ve memleket ruhunu aydınlatan milliyetçi, demokratik ve kardeşlik vizyonudur.

 

Değerli Milletvekilleri,

Kalplerinde insan sevgisi olmayan barbarlar, Kobani’deki IŞİD terörüne, IŞİD zulmüne sözüm ona tepki amacıyla sokaklara yığılmıştır.

IŞİD protesto edilirken terör yöntemleri kullanılmıştır.

Lafın gelişi IŞİD terörizmi reddedilirken aynı terör yöntemleri vatanımızda kullanılmıştır.

Zulümden şikayet edenler, zulüm yapmıştır.

Şiddetten yakınanlar şiddette sınır tanımamıştır.

Kobani için ağlayanlar, Türkiye’ye kast etmiş, Türkiye’ye ölüm saçmıştır.

Çünkü bunların asıl meseleleri Kobani değildir.

Çünkü bunların asıl gayesi Kobani’nin düşmesi de değildir.

Bu ahlaksızların maksadı Türkiye’nin düşürülmesi, Türk milletinin şiddet aracılığıyla rehin alınması, bölünmeye ve Kürdistan’a razı edilmesidir.

Bunun için de silahlı militanlar devreye girmiştir.

9 Ekim 2014 tarihinde Bingöl Emniyet Müdürü Atalay Ürker’e, Yardımcısı Atıf Şahin’e ve Koruma görevlisi Komiser Hüseyin Hatipoğlu’na suikast düzenleyen katillerin ne insanlıkla, ne de Kobani’yle ilgileri vardır.

Bu menfur hadisede Bingöl Emniyet Müdürümüz ağır yaralanırken, Yardımcısı Atıf Şahin ile Komiser Hüseyin Hatipoğlu şehit olmuşlardır.

Şehitlerimiz memleketleri Ankara ve Amasya’da toprağa verilmiştir.

Bu iki emniyet görevlimize bir kez daha Allah’tan rahmet diliyor, acılı ailelerine sabır ve başsağlığı dileklerimi iletiyorum.

Halen tedavisi süren Emniyet Müdürümüze de şifa temenni ediyorum.

Bilinmelidir ki, şehit Atıf Şahin’in öksüz kalan üç evladıyla şehit Hüseyin Hatipoğlu’nun iki yaşındaki Yaren isimli körpe yavrusu hepimize emanettir.

PKK’lı teröristler işbirlikçilerinin yardım ve yataklığıyla bu insanlık dışı eylemi namertçe gerçekleştirmişlerdir.

Soruyorum, Atıf Şahin’in şehit olması Kobani’yi kurtarmış mıdır?

Hüseyin Hatipoğlu’nun şehit düşmesi IŞİD terörünü durdurmuş mudur?

Geçtiğimiz hafta Gaziantep’te, dört kişinin hayatına mal olan hadiseler esnasında, evinde yemek yerken bedenine kurşun isabet eden 18 yaşındaki Sevgi Alıcı’nın vefatı kansızları, haysiyetsizleri mutlu etmiş, Kobani’deki karanlığı bitirmiş midir?

Türkiye’nin baştan ayağa yakılıp yıkılması Kobani’ye katkı sağlamış mıdır?

Bölücüler, Kobani için koridor açılsın, yardım yapılsın, silah verilsin, destek sağlansın diye olmadık oyunlar tertip etmektedir.

Neymiş, Mehmetçik PKK-PYD hesabına Kobani’ye girmeli, IŞİD terörüyle mücadele etmeliymiş.

Dahası, 2 Ekim’de kabul edilen Tezkere’ye HDP’yle birlikte hayır diyen CHP birden bire Kobani için yeni bir Tezkere’den bahsetmeye başlamıştır.

Türkiye’nin, IŞİD’e karşı PKK-PYD’nin hesabına savaşmasını dillendirenlerin ya şuurları kapalı, ya zihinleri bulanık ya da milli hafızaları tamamen siliktir.

Bize göre, Mehmetçiğe kurşun sıkanların, Kobani için merhamet dilenciliğine, vicdan seferine çıkması yüzsüzlüğün doruğudur.

Kan sadece Kobani’de akmadı.

Ölümler sadece Kobani’de yaşanmadı.

İşgal ve vahşet bir tek Kobani’de görülmedi.

Kerkük’te, Musul’da, Tuzhurmatu’da, Telafer’de, Suriye’nin muhtelif kentlerinde nehir gibi akan Türkmen kanına sırt dönenlerin, Arap katliamına yüz çevirenlerin sırf Kobani için ayağa kalkması tarifi olmayan rezilliktir.

Türkiye’de terör estirenlere ve bunları destekleyen odaklara sesleniyorum; kendinize güveniyorsanız, sıkıysa, yüreğiniz yetiyorsa IŞİD’in karşısına çıkında görelim.

İstanbul’da bağırmak kolaydır, Diyarbakır’da masumlara korku salmak maliyetsizdir, sözde çözüm sürecinin puslu ortamında ‘her yer Kobani, her yer direniş’ demek basittir.

Bingöl’de polise pusu kurduran, kurulmasına seyirci kalan, emzikli bebekleri kurşuna dizen, dağlarda fitne kazanı kaynatan, sokakları savaş alanına çeviren hainler, insanlık düşmanları size söylüyorum; Kobani’de IŞİD terörü sizi bekliyor, ne duruyorsunuz, ne korkuyorsunuz?

IŞİD Kobani’de vuruyor, siz Türkiye’den selamlıyorsunuz.

IŞİD Kobani’de eziyor, biçiyor, doğruyor, siz Türkiye’den ortak oluyorsunuz.

Bu itibarla Kobani için koridor açılması, silah yardımı yapılması, buna sıcak bakılması vatana ihanet olacaktır.

Bazı medya organlarında, Irak’ın kuzeyindeki peşmerge yönetiminin Kobani’deki PYD-YPG militanlarına silah ve cephane yardımı yaptığı belirtilmiştir.

Bu silah ve mühimmat Kobani’ye nasıl ve hangi kanaldan ulaşmıştır?

Coğrafi şartlardan dolayı bölgeye peşmergelerini gönderemediğini açıklayan Barzani yönetimi, silahları nereden temin etmiş, kim ya da kimler vasıtasıyla Kobani’ye ulaştırmıştır?

Başbakan Davutoğlu bu muammayı açıklığa kavuşturmalıdır.

Ayrıca Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü 19 Eylül’de itibaren 634 araç dolusu insani yardım malzemesinin Kobani’ye gönderildiğini ilan etmiştir.

Bunun yanında, Şenyurt sınır noktasından 125 ve Nusaybin sınır noktasından çıkan 54 araç da Kobani ve çevresine yardım ulaştırmıştır.

Yapılan sevkiyatın yarısından fazlasının gıda maddesi; kalanının ilaç, çadır, giyim eşyası, tıbbi ve hijyen malzeme olduğu açıklanmıştır.

Ne tuhaftır ki, “Yıkımdan Sorumlu” olmakla tarihin kara sayfalarına adını yazdıran AKP’nin yeni sözcüsü, 10 Ekim günü Kobani’de sadece PYD militanlarının kaldığını itiraf etmiştir.

Madem Kobani’de yalnızca PYD terörü vardır, madem sivil halk Türkiye’ye sığınmıştır; o zaman bu giden yardım konvoyları kimlerin kullanımına sunulmuştur?

Ülkemiz, Kobani’den kaçan yaklaşık 200 bin kişiye gerekli insani yardım ve katkıyı zaten vermektedir.

Hal böyleyken, Kobani’ye giden araçların adresi kimlerdir?

AKP Hükümeti, adı konulmamış bir koridor açarak, teröristler ülke huzurumuzu hedef alırken pazarlıklar yoluyla PYD-PKK’ya yardıma ikna mı edilmiştir?

Hükümet’in müzakere üzerine temellendirdiği gayri milli siyaseti kesinlikle güven vermemektedir.

Çözüm sürecini kurban vermeyiz diyen Hükümet çevreleri Türkiye’yi kurban etmektedir.

Tekraren söylemek istiyorum ki, PYD’nin elebaşısı Salih Müslim, 4 Ekim’de Türkiye’ye apar topar gelmiştir.

Bu kapsamda, Başbakan Davutoğlu, Malatya dönüşü uçakta yaptığı açıklamalarda kafasının ne kadar karışık, zihniyetinin ne kadar hasarlı olduğunu ispatlamıştır.

Davutoğlu diyor ki, “Salih Müslim’i Türkiye’ye getiriyoruz. Arka arkaya jestler yapıyoruz. Bir anlamda, ‘meşru görüyorum seni’ diyoruz.”

Davutoğlu ve Hükümeti’nin PKK’ya yaptığı jestleri biliyorduk da PYD’ye tavizler verdiğini, ikramlar yaptığını ilk elden böylece öğrenmiş bulunuyoruz.

Türkiye’ye silah çekmiş, Türk milletine düşmanlık yapmış ve TSK’nın da terörist dediği bir örgütü meşru görmek AKP’nin bölücü fıtratına göre normaldir.

Normal olmayan Başbakan Davutoğlu’nun bu kadar pervasızlığıdır.

Fotokopi Başbakan’ın ağzından çıkanı kulağı duymuş mudur?

Davutoğlu PYD terör örgütünü ne hakla, hangi yetkiyle meşru görmektedir?

PYD’yi meşru görmek, PKK’yı meşrulaştırmak demektir.

PYD’yi meşru görmek şehide, şühedaya küfür etmektir.

Ne acıdır ki, Hükümet’te milli gururun kırıntısı bile kalmamıştır.

 

Değerli Milletvekilleri,

Başbakan’ın meşru gördüğü terörist Müslim, Hükümetle yaptığı görüşmelerde kendisine sözler verildiğini farklı aralıklarla ileri sürmüş, pazarlık gücünü artırmayı denemiştir.

Özellikle Kamışlı’dan bir koridor açılmasını önermiş, Kobani’nin düşmemesi için gerekli yardımın yapılmasını talep etmiş, AKP’nin de bunlara olumlu yaklaştığını gündeme taşımıştır.

Bir Başbakan Yardımcısı, Suriyeli Kürtleri Türkiye’nin doğal müttefiki olarak tanımlamıştır.

Başbakan Davutoğlu “Kobani’nin düşmemesi için ne gerekiyorsa yaparız” sözleriyle PYD-PKK terörüne güvence vermiştir.

Fakat Cumhurbaşkanı Erdoğan, 7 Ekim 2014 tarihinde Gaziantep’te “Kobani düştü düşüyor” diyerek pazarlıkları kızıştırmıştır.

Anlaşılan, AKP Hükümeti, PYD-PKK terör bloğunu Esad rejimine karşı yönlendirmek istemiştir.

Ne var ki, Hükümet’in Esad ile ilgili beklentileri şimdilik karşılanmayınca Kobani’ye müdahale planı suya düşmüştür.

Malum Başbakan Yardımcısının Kobani’ye “koridor hukuken mümkün değil, siyaseten de izahı yok sözleri” PYD-PKK’ya karşı Hükümet’in bir mesajı olarak yorumlanmalıdır.

Salih Müslim’in bir gazetede dün yayımlanan röportajında, “Ankara’nın Şam’la savaşında asker olmayız” sözleri esasen Esad üzerinden yapılan sinsi pazarlıklara somut bir delildir.

Başbakan ve Hükümeti, IŞİD’e karşı PYD’yi açıktan desteklemek için Esad kartını koz olarak kullanmıştır.

Bu esnada, PKK terör çetesi, ‘Kobani düşerse çözüm süreci biter’ açıklamasıyla Hükümet’i tehdit etmiştir.

Buna rağmen gerek Cumhurbaşkanı gerekse de Başbakan ihanet sürecini kararlılıkla sürdüreceklerini fütursuza dile getirmişlerdir.

Oysaki Türkiye’nin başına ne geldiyse, süreç çerçevesinde teröre verilen tavizlerden kaynaklanmıştır.

Çözüm ve barış isimli ihanet serüveni çoktan bitmiş, PKK, AKP’den alacağını faiziyle tahsil etmiştir.

Şu an gözler İmralı canisinin yarın yapacağı açıklamalara kilitlenmiştir.

Olan bitenler ahlaksız bir pazarlık sürecinin ara duraklarıdır.

Bu çerçevede terör örgütüyle Kobani ve Esad ekseninde devam eden pazarlıklar sonuç vermeyince Türkiye şiddete ve kana havale edilmiştir.

Diyebiliriz ki, günlerce sahnelenen terörist ve bölücü isyan provalarının görünürdeki sorumlusu HDP ise, arka plandaki gerçek suçlusu ihanete çanak tutan AKP Hükümeti’nden başkası değildir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu’nun Esad takıntısı, terör örgütleriyle ısrarla düşüp kalkması Türkiye’yi çok sıkıntılı ve sorunlu bir sürece mahkûm etmiştir.

AKP’nin kafasında IŞİD veya PKK-PYD terörü yoktur.

Hükümet tüm mesaisini, tüm enerjisini, tüm dikkatini Esad’a çevirmiş durumdadır.

Başbakan, IŞİD’i doğuran ana sebebin Şam yönetimi olduğunu iddia ederek bölge dinamiklerini tersten okuyan tarihi nitelikli yanlış bir yoruma imza atmıştır.

Şimdi gündemi, ne idüğü belirsiz Suriyeli ılımlı muhalefetin eğitilmesi konusu almıştır.

Ülkemiz terör örgütleri tarafından kuşatılmışken, Erdoğan ve Davutoğlu’nun Şam yönetimini devirme hesabı yapması, bu kapsamda ABD’yi zorlama çabaları milli hedef ve ilkelerimizle asla bağdaşmamaktadır.

Erdoğan’ın 7 Ekim’de Gaziantep’te, Suriye muhalefetini eğit-donat planına yeşil ışık yakması yeni bir durumu karşımıza çıkarmıştır.

Peki Hükümet, Suriye yönetimi tarafından terörist diye suçlanan grupları Türkiye’de nasıl eğitecektir?

Elinde silah tutanların neresi ılımlı, neresi soğuk nasıl bilinecektir?

Sayın Başbakan neyi eğitiyor, neyi donatıyorsunuz?

ABD’nin tuzağına düştüğünüzü görmüyor musunuz?

IŞİD-PKK-PYD’nin ikinci plana indiğini fark etmiyor musunuz?

Ortadoğu’da IŞİD silahını kullanan, Irak ve Suriye’yi bu terör örgütü kanalıyla terbiye edip bölünmeleri şiddetlendiren ABD, Erdoğan’ı ve Davutoğlu’nu avucunun içine almıştır.

İncirlik Hava üssünü de projelerine alet etmektedir.

ABD Dışişleri Bakanı “Türk askeri bölgede istenmiyor” diyerek Türkiye’ye rol biçmektedir.

Türkiye’yi yöneten zevatın ABD’nin maşası olmaya talip olması, Kürdistan’ın kurulması için sorumluluk üstlenmesi nesillerinden bile çıkmayacak kara bir leke olacaktır.

Bu kürsünden söylüyorum ki, Suriye’de Esad’la savaşan muhalif unsurlara ülkemizde askeri eğitim vermek, tamı tamına Suriye’yle adı konulmamış bir savaşa girmek anlamına gelecektir.

Hükümet’in görevi her şeyden önce Türkiye’nin milli hak ve hukukunu korumak ve teminat altına almaktır.

Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüğünü tartışmaya açacak her siyasi önerme ve tekliften sakınmak lazımdır.

Unutmayalım, Suriye bölünürse Türkiye bundan uzak kalamayacaktır.

Düne kadar Ayn el-Arap olarak bilinen Suriye kasabasının, iki yıl içinde PYD’nin işgaliyle Kobanileşerek Şam’dan koparılmak istenmesi bile Türkiye’ye ağır yük bindirmiştir.

1988’de Halepçe katliamının, 1991 Körfez Savaşı’nın, 2003 Irak işgalinin nelere mal olduğu bilinmektedir.

IŞİD, küresel çıkarlara hizmet eden, dolaylı ve kanlı bir müdahale vasıtası olarak Ortadoğu’daki taşları kaldırmış, siyasi ve ekonomik hedeflere memur edilmiştir.

Bir terör örgütü aynı anda hem Irak’ta hem de Suriye’de cephe açabiliyor, stratejik önemdeki yerlere mobil silahlarla hakim olabiliyor ve Dünya’da bunu seyrediyorsa gerçekten oyun büyük demektir.

Geçmişte Şerif Hüseyin ve oğullarına Osmanlı toprakları nasıl yağmalatılmışsa, şimdi de bir benzeri yaşanmaktadır.

Bunun ismi yeni sömürgeciliğin yeni Ortadoğu ve dünya tasarımıdır.

Aktörler hep aynı, senaryolar ise birbirine yakındır.

Paylaşım ve bölüşüm kavgası IŞİD vekaletiyle kanlı mecrasında ilerlemektedir.

Eğer AKP Hükümeti, vahşi emperyalizminin önünde yuvarlanmaya devam eder, teröristlerle müzakerede inat ederse vatanı ve milleti bugünkü haliyle bir arada tutmak imkânsızlaşacaktır.

Tehlikeleri sezmek, buna uygun stratejik ve politik planlamalar yapmak, hepsinden de önemlisi milli birlik ve kardeşliğimizi emniyete almak devleti yönetenlerin asıl ve asli görevidir.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığına 10 Ağustos’ta seçilmiş, 14 Ağustos’tan itibaren görevi resmiyet kazanmış, 28 Ağustos’ta da Anayasa’nın 103. Maddesine göre TBMM’de yemin etmiştir.

Erdoğan bu yemininde özellikle, aldığı görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücüyle çalışacağına büyük Türk milleti ve tarih huzurunda namus ve şeref üzerine andiçmiştir.

Yakından izliyoruz ki, Erdoğan görevinin ağırlığına layık birisi olmadığını kısa süre içinde göstermiştir.

Recep Tayyip Erdoğan’dan Cumhurbaşkanı olmaz derken ne kadar haklı olduğumuz bir kez daha teyit edilmiştir.

Evet, Erdoğan hukuken Cumhurbaşkanlığını uhdesinde taşıyabilir, bu makama seçilmiş de olabilir, fakat ahlaken ve vicdanen Cumhurbaşkanı olamayacak kadar yanlış birisi olduğunu tarih elbette yazacaktır.

Cumhurbaşkanı, Başbakan’dan rol kapmak için yarışmaktadır.

Sanki Türkiye’de Meclis askıya alınmış, sanki millet egemenliği tümden Erdoğan’ın şahsına tevdi edilmiştir.

Bu ne kepazeliktir, bu ne yaman bir çelişkidir?

Erdoğan açılıştan açılışa koşmakta, tıpkı siyasi sorumluluk taşıyan bir parti genel başkanı gibi açık hava toplantıları düzenlemektedir.

Hafta sonunda Trabzon, Rize, Bayburt ve Gümüşhane’de eski haline bile rahmet okutacak kadar ağzını bozmuş, bağırmış, çağırmıştır.

Muhalefete çatmış, hakaret etmiş ve azarlamıştır.

Haklı ve yerinde sözleri de arada kaynamış gitmiştir.

Erdoğan, TBMM gündemini belirlemekte, ele alınacak kanun tasarı veya tekliflerini önceden kamuoyuna bildirmektedir.

İç güvenlik alanında yapılması düşünülen, ne getirip ne götüreceği Meclis’e gelince belli olacak gündemdeki yasal hazırlığı Hükümet’ten önce Erdoğan duyurmuştur.

Erdoğan kendisini ne zannetmektedir?

Ve Erdoğan Cumhurbaşkanı mıdır, Başbakan mıdır, parti genel başkanı mıdır?

Devlet geleneğimizde böylesi bir sorumsuzluk, böylesi bir yetki gaspı, böylesi bir hukuk ve teamül tanımazlık vaki değildir.

Türk milleti, 10 Ağustos’ta tiran mı, yoksa Cumhurbaşkanı mı seçmiştir?

Recep Tayyip Erdoğan sınırını bilmeli, makamının saygınlığını ve polemikler üstü konumunu vakarla taşımalıdır.

Anayasal çerçevede kaldığı müddetçe kendisi Cumhurbaşkanı olarak saygı görecektir.

Yok kalmazsa ve siyaset yapmaya devam ederse Türk milleti devlet yönetiminde yalnızca Başbakan Davutoğlu’nu ve Hükümeti’ni muhatap alacaktır.

Cumhurbaşkanı Türk milletinin birliğini ve beraberliğini temsil eden tarihi önemde bir makamdır.

Anlaşılmaktadır ki,  Erdoğan hala siyaset yapmakta, tarafgirliği sürdürmede kararlıdır.

Ancak, şeref ve namus üzerine edilen yemine ne olacaktır?

Cumhurbaşkanı, yemini çiğnerse, hadi şereften geçtik de, namustan nasıl bahsedecektir?

Cumhurbaşkanı siyasi partilerle kavga edemez.

Cumhurbaşkanı “bu makamda böyle konuşmak istemezdim”  uydurmasıyla önüne gelene atıp tutamaz.

Erdoğan Cumhurbaşkanı ise, devlet geleneklerine ve Anayasa’ya uymakla yükümlüdür.

Yoksa beş yıl kendisi için çok zor geçecek, belki de yarı yolda tökezleyip düşecektir.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Tartışmaların gölgesinde yapılan ve 61 adayın katıldığı HSYK seçimleri geçen pazar günü gerçekleşmiştir.

HSYK’nın 10 asil, 6 yedek üyeliği için yapılan seçimde Türkiye genelinde 13 bin 770 adli, idari yargıç ve savcı oy kullanmıştır.

Yüksek Seçim Kurulu geçici sonuçları açıklamıştır.

Öncelikle seçilen yeni HSYK üyelerine başarılar diliyorum.

Anayasal bir kurum olan HSYK’nın günlerce söz düellolarının merkezinde yer alması, planlanan ele geçirme ve çoğunluğu sağlama hesapları hepimizin gözü önünde cereyan etmiştir.

Adaletin örselendiği, hukukun rafa kaldırıldığı, belgeli rüşvet ve yolsuzluk olaylarının örtüldüğü bir dönemde HSYK seçimleri elbette daha bir önem kazanmıştır.

Meselenin talihsiz tarafı, HSYK seçimlerinin Hükümetle Cemaat arasında geçtiği izleniminin çok yoğun ve yaygın şekilde verilmesidir.

Şunu iyi bilmek lazımdır ki, yargı hiçbir vesayetin tesir ve telkininde olmaması gereken özel ve kritik bir alandır.

Hakim ve savcılarımız vicdanlarını cüzdanlara hapsetmemenin yanında, grup veya siyasi görüşün hakimiyeti altında da bulunamayacaktır.

Siyasallaşan, bağımsızlığını ve tarafsızlığını kaybeden adalet kurumlarının, itibarı ve inandırıcılığı doğal olarak olmayacaktır.

Türkiye’nin şu anda çok ciddi bir hukuk ve adalet sorunu vardır.

Yargı bir ring alanı, dövüş zemini, güç yarışı ve siyasi rekabet ortamı değildir.

Adaletin soluk alması, önce kural ve normların bulunmasına, sonra da bunu tavizsizce uygulayacak tertemiz vicdanlı hukuk insanlarının varlığına bağlıdır.

Türkiye’nin üstesinden gelmesi gereken öncelikli mesele de bu bağlamdaki zaaf ve zayıflıklardır.

Bu düşüncelerle konuşmama son verirken siz değerli milletvekili arkadaşlarımı ve muhterem misafirlerimizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, Yüce Allah’a emanet ediyorum.

Sağ olun, var olun.