24.10.2017 - Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
24 Ekim 2017

 




Değerli Milletvekilleri,

Saygıdeğer Misafirler,

Sayın Basın Mensupları,

Bu haftaki Meclis grup toplantımıza başlarken sizleri, yurdumun dört bir köşesinde hayat mücadelesi veren aziz vatandaşlarımızı, Türk-İslam coğrafyasını en içten, en yürekten duygularımla selamlıyorum.

Türk ve Türkiye sevdalısı kardeşlerime, grup toplantı salonumuza teşrif eden muhterem heyetinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Biliyor ve inanıyoruz ki, feragat ve fedakârlıklar envaı çeşit fenalıkları engelleyecek, feci akıbetleri kaynağında kesecektir.

Kaldı ki tarih boyunca hep böyle olmuştur.

Türk milleti bugüne kadar her adımını ayrı bir hedef, ayrı bir hayalle atmıştır.

Karanlık odaklar, ruhunu bedelsiz devretmiş işbirlikçi çevreler milli şuur karşısında hiçbir zaman duramamış, kalkışmaya teşebbüs etseler de, sonuç alamamışlardır.

Milletimiz, çok şükür, bağımsızlığına leke düşürmemiştir.

Kardeşlik bağlarına el sürdürmemiştir.

Kutlu varlığına haram değdirmemiştir.

Türk milleti asırlar içinde perde perde yükselen mücadele azmi sayesinde kuşatmaları yarmış, düşmanca saldırıları def etmiştir.

Bu gerçekler milli hafızada canlılığını halen korumaktadır.

Tarihin her döneminde, aziz milletimiz kahramanca duruş göstermiş, milli namusunu korkusuzca müdafaa etmiştir.

Bundan, vicdan ve insafını kaybetmemiş herkesin iftihar etmesi başlıca arzum ve beklentimdir.

Karşısına çıkan ilk zorluğa boyun eğen, bununla da kalmayıp tarihi haklarından vazgeçen toplumların ne millet olduklarına ne de var olduklarına tesadüf edilmemiştir.

Tutsak alınmış bir toplumun, kökünden kopmuş bir milletin elbette geleceği olmayacaktır.

İşgalleri alttan almak, hakaretleri sineye çekmek, hezimetleri kabullenmek ancak ve ancak yığından topluma, toplumdan millete yükselememiş kalabalıkların özelliğidir.

Çok şükür Türk milleti yavan bir kalabalık, avam bir yığın değildir, olmamıştır, olmayacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş şartlarını dürüst bir şekilde inceleyen herkes bu açık ve yalın hakikati tüm çıplaklığıyla görebilecektir.

Milli Mücadele ruhu, melanete ve hıyanete dünyayı dar etmiştir.

Bu yüksek ruh ki, yedi düvelin kanadını kolunu kırıp Anadolu’yu bunlara zindana çevirerek Cumhuriyetin meşalesini yakmıştır.

Her şeyden önce, Türkiye Cumhuriyeti inancın, irfanın, iradenin hayranlık verici bir zaferidir.

Türkiye Cumhuriyeti milliyetçi şuurun, milli ahlak ve adanmışlığın muhteşem bir eseridir.

Biz bu eserle övünüyoruz.

Yaşaması ve yaşatılması hususunda ne gerekiyorsa yapacağımızın şeref sözünü veriyoruz.

Eğer yılgınlık olsaydı, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilemezdi.

Eğer teslimiyet hâkim, manda ve himaye hakem olsaydı istiklalin adından bile bahsetmek imkânsızlaşacaktı.

Cumhuriyet, milli mukavemetin mükâfatıdır.

Cumhuriyet, şehidin şühedanın, bağrı yanık anaların, tüyü bitmemiş yetimlerin, kınalı kuzuların, ya yurdum ya yokum diyen muazzam asaletin marifet ve methiyesidir.

Milli vicdanın hatırında geçmişteki olaylar dün gibi canlıdır;

30 Ekim 1918 tarihli Mondros rezaletiyle sökün eden karanlık, yayılan karamsarlık, Sevr ile daha da katılaşmış, işgalle daha da katlanmıştı.

Anadolu coğrafyası sanki ateşe verilmişti.

Varlığımıza adeta hançer vurulmuştu.

Muzaffer asırlardan, murdar ve mağlup bir döneme sapılmıştı.

Bir milletin feryadı cihanı kaplamıştı.

Bir tarihin çığlığı insanlığı titretiyordu.

Nice badireleri atlatmış, nice belaları savuşturmuştuk, ama karşımızdaki sorun bir başkaydı.

Ecdadımızın sözü yere düşmek üzereydi.

Türklüğün ışığı sönmeye yüz tutmuştu.

İşte böyle hazin bir ortamda; istilanın karşısına iman zırhıyla, millet sevdasıyla, vatan aşkıyla çıkan milliyetçi kahramanlar çöldeki serabı gerçeğe dönüştürdüler.

Süngü tutan kirli ellere, sahaya sürülmüş zalim emellere; sabırla, akılla, dayanışmayla ve stratejik ustalıkla cevap verdiler.

Ya istiklal ya ölüm dediler, Samsun’a çıktılar.

“Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri” komutuyla İzmir’e kadar düşman kovaladılar.

Yakaladıklarını sildiler, kaçanları denize süpürdüler.

Vatan temizlendikten, düşman yenildikten sonra Cumhuriyet fikrini olgunlaştırıp elbette 94 yıl önce hedefe ok gibi saplandılar.

İşgalin ağırlığı kaldırıldı, milli iradenin egemenliği tescil edildi.

Bugün devlet ve milletçe karşılaştığımız sorunların gerçekçi ve tarihi bir analizle çözülmesi mümkündür.

Bunun için düne bakmamız, dünden ders ve sonuç çıkarmamız lazımdır.

Bu itibarla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki anlayış ve yöntemin bugün de meselelerimizin üstesinden gelinmesinde bir rehber olabileceği kanaatindeyim.

Türkiye Cumhuriyeti, egemen devletlerin merhamet ve müsamahası ile kurulmadı.

Bağımsızlığını bir lütuf sonucu elde etmedi.

Türk milleti, dönemin küresel güçlerinin kendisine biçtiği esaret rolünü tüm haşmetiyle reddetti.

Parlak geleceğini kendi iradesi ile belirleyeceğini savaş meydanlarında, mihnete göğüs gererek cesaretle ispat etti.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemi bu açıdan örnektir, özeldir, öncüdür, mazlum milletlere de emsaldir.

Gururla söylemek gerekirse, Türkiye Cumhuriyeti, asil, haysiyetli ve haklı bir mücadelenin, meşru bir savaşın göz kamaştıran neticesidir.

Vatanın bağımsızlığı ve milletin hürriyeti uğruna ölümü göze almış kahramanların, Türk milletini ayağa kaldırma stratejisinin onur tacıdır.

Bugün Cumhuriyetimizin maruz kaldığı tehditleri daha iyi değerlendirebilmenin yolu da, devletimizin temellerinin atıldığı dönemleri ayrıntılarıyla bilmekten geçmektedir.

Basiretsiz ve teslimiyetçi yöneticilerin elinde yok olma tehlikesine maruz kalan milletimiz, yaşanmış bir destan sonucunda yeniden dirilmiş, yeniden ayağa kalkmayı başarmıştır.

Türk milletinin becerisi olan bu olağanüstü sonuç, daha sonraki dönemlerde bağımsızlık heyecanı duyan her millete ilham ve esin kaynağı olmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti devleti temelini, egemenlik hak ve sınırlarını, yüzyılları aşan bir tarih birikimiyle, kendi milli değerleri üzerinde bina etmiştir.

Cumhuriyet yalnızca bir yönetim değişimi değil, köklü bir sosyo-kültürel gelişimin ve milletleşme sürecinin de dönüm noktasıdır.

Tanzimatla birlikte reayadan ahaliye doğru başlayan dönüşüm süreci, meşrutiyetle ahaliden halka yönelmiş; eşit ve hür bireyleri temsil eden vatandaşlık anlayışına da Cumhuriyetle kavuşmuştur.  

Cumhuriyet, vatandaşlarımız arasında, eşitliği ve katılımı sağlarken, demokrasiye işlev, sosyolojik olarak beşeri bir taban kazandırmıştır.

Bu hal ve durumun milliyetçi siyasetin de hareket ve çıkış noktalarından birisi olması dikkat çekicidir.

Bilindiği üzere demokrasi toplum içinde farklı düşünce ve fikirlerin serbestçe temsil edilmesi ve kişilerin bunlardan dilediklerine taraf olması esasına dayanmaktadır.

Diyebiliriz ki, demokrasinin en iyi uygulanabileceği sistemin de Cumhuriyet olduğu ve olacağı açıktır.

Cumhuriyet; demokrasiyi geliştiren, şu ana kadar bulunmuş en iyi yönetim biçimi, kişi hak ve özgürlüklerini güvence altına alan en iyi sistemdir.

Bu nedenle, bugün de başka yönleri ile büyük bir tehdit olarak ortaya çıkan yeni sömürgeciliğe karşı çare arayan milletimizin muhtaç olduğu mesajın Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarının anlamında saklı olduğunu düşünüyorum.

İçinden geçtiğimiz şu günlerde, bu köklü tecrübe ve devlet yapılanmasının bölücü, yıkıcı, taklitçi, teslimiyetçi ve neo-liberal tehditlerin tahribatına maruz kaldığı bilinen bir gerçektir.

Cumhuriyetten intikam almak için kuyrukta bekleyen çürümüşler hepinizin malumlarıdır.

Milli Mücadele’yi kötülemek için fırsat kollayanların, hatta keşke “Yunan galip gelseydi” diyebilecek kadar günaha, kire ve hıyanete batmışların varlığı utanç verici şekilde ortadadır.

Bunlara ne diyelim, bir delinin hezeyanı, bir küstahın uydurması mı diyelim?

Diyemeyiz, zira dilimiz kurur, diyemeyiz aksi halde kanımız çekilir.

Bunlar ki, Cumhuriyet’in nimetleriyle, demokrasinin imkânlarıyla, milletin müsamahasıyla zehir kusan işgal artıklarıdır.

Atatürk’e sövmek bunların mesleğidir.

Cumhuriyeti karalamak bunların geçim kapısıdır.

Türk milletinin değerlerine kafa tutmak bunların iğrenç tertibidir.

Allah var ya, son yıllarda bu zevatın sayısındaki artış da kaygı verici düzeydedir.

Çanakkale’deki direnişten hala rahatsız olan, bağımsızlıktan yıllardır ürken, Cumhuriyet’in mana ve ruhundan namertçe ödü patlayan köksüzler ya kalem tutan sefiller, ya da kurşun atan alçaklar olarak karşımızdadır.

PKK ve FETÖ’ye bakınız, bu terör örgütlerinin etrafını yoklayınız, ilişki ve irtibat noktalarını yorumlayınız aradığınız hainlerin alayını görür, hepsinin niyetini anlarsınız.

Kimi zaman demokrasi ve özgürlük sözcüsü olarak konuşurlar.

Kimi zaman insan hakları savunucusu kesilirler.

Kimi zaman batılı ülkelerin gönüllü elçiliğine heves ederler.

Kimi zaman da dinden diyanetten girip inançlarımızı sömürürler, maneviyatımızı istismara yeltenirler.

Yıllarca FETÖ bu şekilde tutunmuş ve kök salmıştır.

Yıllarca PKK, DHKP-C, Türkiye düşmanı diğer örgütler bu sayede sığınacak liman, üreyecek alan bulmuşlardır.

Bunlar her kılığa girmiş, her kovuğa saklanmış, her kabın şeklini almışlardır.

Çünkü omurgaları yoktur.

Onurları yoktur.

İnsanlık değerlerinden olur almışlıkları yoktur.

Bunlar her şey olsalar da adam olamazlar, insan olamazlar, Türk ise asla olmamışlardır.

Cumhuriyet düşmanlarının maskesi düşmüştür.

Hepsinin maksadı deşifre edilmiştir.

Cumhuriyete kin besleyen casusların, ajanların, din kisvesine bürünen hainlerin en son oyunu 15 Temmuz’da bozulmuş, işgal bir kez daha püskürtülmüştür.

Türkiye Cumhuriyeti payidar kalacaktır.

Yıkım ve dağılmasına hizmet edenler mahvı perişan olacaklar, hayatları boyunca çaresizce debelenip duracaklardır.

Bu, cumhurun sözü ve senedidir.

Nitekim Cumhuriyet, cumhurun son sözü, iradesinin ebedi özüdür.

Türkiye Cumhuriyeti, tarihteki Türk devletlerinin son halkasıdır.

29 Ekim 1923 emanetinden geri adım yoktur, tersi bir durum ise yok hükmündedir.

Hiç unutulmasın ki;

Türkiye Cumhuriyeti; Ne Mutlu Türküm Diyene sözünü var etme iradesinin, Türk milleti kimliği ve tarihi zenginliğiyle gelecek asırlara taşıma amacına tümüyle kilitlenmiş,

Ayrılık, bölünme, parçalanma, dağılma, uflanma kabul etmeyen bir anlayışı kavramış,

29 Ekim 1923’te mazinin ihtişamından feyzini alıp kademe kademe yükselen, geleceği kucaklama haslet ve hissiyatıyla ülkülerini kamçılamış büyük bir Türk devletidir.

Bu devlet ona buna peşkeş çekilmeyecek, onun bunun ağzına bakmayacak, üç beş soysuzun eline ve emeline düşmeyecektir.

Karşılaştığımız zorluklara rağmen, bugün karşımıza çıkan sorunların, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti niteliği taşıyan Cumhuriyetimizin temel değerleri olan; tek millet, tek vatan, tek devlet, tek bayrak ve tek dil ülküsüne bağlılıkla aşılabileceğini bir kez daha vurguluyorum.

Cumhuriyetimizi, kuruluş felsefesiyle yaşatmak bugün hepimize düşen büyük görev ve sorumluluktur.

Milliyetçi Hareket Partisi sorumluluğunun fevkinde, görevinin bilincindedir.

Bu hafta sonu karşılayacağımız Türkiye Cumhuriyeti’nin 94.yıldönümünü kutluyor, aziz milletimin Cumhuriyet Bayramını şimdiden tebrik ediyorum.

Devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e, Milli Mücadele’ye emek veren, ter ve kan döken kahraman şehitlerimize, sivil ve asker şahsiyetlere Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum.

Allah hepsinden razı olsun diyor, muhterem hatıralarını minnet ve şükran hislerimle anıyorum.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Öncelikle şu sorunun cevabını uluslararası toplumun açık ve kesin olarak cevaplaması acil bir ihtiyaçtır:

Adalet, barış, hukuk, güvenlik ve demokratik bir gelecek mi desteklenecek; yoksa devamlı derinleşen, devamlı genişleyen şiddet ve kan gölünün suç ortağı mı olunacak?

Bize öyle geliyor ki, bu sorunun somut, doyurucu ve ikna edici bir cevabı henüz verilmemiş, verilememiştir.

Verilememiştir çünkü, karşımızdaki dünya gerçeği hedeflenenin tam tersi istikametine doğru gitmektedir.

Hüsran verici fillerle, parlak ambalaja sarılmış süslü fikirler birbirini desteklemekten ve doğrulamaktan oldukça uzaktır.

Huzurla huzursuzluk arasındaki makas gittikçe açılmaktadır.

Velhasıl tutarsızlık devasa, tartışmalar diz boyudur.

Medeni ve gelişmiş olmakla övünen ülkeler çelişki yumağına kısılmış, yanlış ve yozlaşmaya kapılanmıştır.

İnsanlık, nev-i şahsına münhasır bir karanlık çağa, cehaletin at koşturduğu, husumetin alan tuttuğu bir devire dümen kırmıştır.

Uzlaşmazlık, güvenilmezlik, güvensizlik, anlaşmazlık, düşmanlık yeni ve aşılması güç rekorlara koşmaktadır.

Ortadoğu coğrafyası kaos darbelerinden ağır yara almıştır.

İspanya ve İtalya’daki referandum deneme ve deneyimleriyle, Avrupa coğrafyası risk ve belirsizliklerden kıvranmaktadır.

Asya ve Afrika coğrafyalarının diğerlerinden aşağı kalır yanı ise zaten yoktur.

Kıtaların kesişme, yolların buluşma noktasında bulunan Türkiye’mizin, muhatap olduğu ve aleyhine projelendirilen oyunların dozajında artış ve yükseliş görülmektedir.

Türk milleti tehdit edilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti tek dişi kalmış canavar tarafından köşeye sıkıştırılmak istenmektedir.

Zalimler kanlı planlarını tahkim ve tatbikle meşgullerdir.

Kahramanlık korkaklığa karşı yine direnç göstermektedir.

Her kahraman haysiyet numunesi, her korkak hıyanet hamulesidir.

Başımızı çevirdiğimiz her yerde sorun vardır.

Gözümüzü gezdirdiğimiz her coğrafyada zulmün borusu ötmektedir.

Irak’ın içine sürüklendiği buhran, peşmerge ve PKK’nın tutunduğu Türkmen yurtlarından kovalanmasıyla kısmen zayıflamıştır.

25 Eylül korsan referandumu, görünüşe bakılırsa 21 günde gümlemiş, Barzani rezil rüsva olmaktan kurtulamamıştır.

Irak ordusu, federal polis güçleri ve Haşdi Şabi, 16 Ekim’de Kerkük ve diğer tartışmalı bölgelerin denetimini peşmergeden geri almak için operasyon başlatmıştı.

Sonunda mezkûr bölgelerin büyük bir kısmında kontrol sağlanmıştır.

Türkiye, İran, Irak arasında kurulan sağlıklı ve istikrarlı diyaloglar etki gücünü göstermiş, Barzani’nin ve arkasındaki şer güçlerin manevra alanını daraltmıştır.

Hakkı teslim edelim ki, bu olumlu bir gelişmedir.

Barzani’nin bağımsızlık sevdası, arkasında başka bir hesap ve hazırlık yoksa, şimdilik ve zorunlu olarak beklemeye alınmış, rafa kaldırılmıştır.

Kerkük’e yuvalanmaya, Türkmeneli’ne konuşlanmaya çalışan hainler arkalarına bakmadan kaçmışlardır.

Görünüşe bakarsak, yalnızlaşan Barzani ve peşmerge çetesi tarihi bir hayal kırıklığı yaşamıştır.

15 Ekim’de kanlarının son damlasına kadar savaşmaktan, Kerkük’ün Kudüsleri olduğunu söylemekten adeta nefesleri kesilen peşmerge fitnesi, ne olmuştur da, deyim yerindeyse tek bir mermi atmadan tabana kuvvet kaçmayı seçmiştir?

Öyle ya, Kerkük’ü terk etmeyeceklerdi. İddiaları buydu.

Ama çığlık çığlığa, bağıra çağıra kaçarken üzerlerindeki sözde resmi üniformaları bile çıkarıp atmışlar, ciğersizliklerini, naylon kimlik ve kişiliklerini afişe ve ilan etmişlerdir.

Hani bir ara, fistan giymiş hainler ülkemizde sokaklara çıkıyor, zoru görünce tabana kuvvet çil yavrusu gibi dağılıyorlardı ya, bunların emmi çocukları da aynısını Kerkük ve mücavir bölgelerinde tekrarlamışlardır.

Irak’ın Kuzeyindeki Talabani yandaşlarıyla Barzaniciler ters düşmüş, birbirlerinin altını oymuşlardır.

Nitekim karşılıklı hain suçlaması bunun işaretidir.

Gerçekte ise bunların hepsi hain, hepsi de Kürt kökenli kardeşlerimizin iliğini kurutan, hayatlarını ve hayallerini karartan cinayet ve suç ortaklarıdır.

Hedef olarak birbirlerinden farkları yoktur.

Ancak Barzani ve örgütü ne hikmetse çekile çekile kapana girmiştir.

Kerkük kurtarılmış, Türkmenler derin bir oh çekmişlerdir.

Ne var ki, Barzani’nin çok kısa sürede, hiçbir karşı direniş göstermeden kaçıp gitmesi ister istemez şüphelere, soru işaretlerine neden olmuştur.

Şayet, Kerkük özelinde yeni ve kabul edilemez siyasi bir tasarım ve planlama için düğmeye basılmışsa, buna da maşalık görevine talip peşmerge ön açmışsa pek yakında bunun kokusu elbette çıkacaktır.

Bilinsin ki, Kerkük’ün statüsü üzerinde kumar oynamak için masaya oturan güç ve çevreler mutlaka Türkmenlerin varlık ve tarihi haklarını da hesaba katmak, dikkate almak mecburiyetindedir.

 

Değerli Milletvekilleri,

Barzani’nin vahim hesap hatası sonucu zorladığı referandum sonrası, Irak’ta ortaya çıkan siyasi denklem Kerkük’ün statüsünün nihai çözümü için yeni bir süreç başlatmıştır.

Peşmergelerin Kerkük ve mücavir alanlardan çekilmesiyle bir geçiş dönemi yaşanacaktır. Bu nettir.

İlk etapta, Kerkük’te güvenliği Irak ordusu ve federal polis sağlamalıdır.

Haşdi Şabi’nin güvenlik konusunda görev üstlenmemesi büyük bir önemdedir.

Kerkük’teki Türkmen ve Araplar’ın güvenliğin temini bağlamında Irak ordusuna yardımcı olmalarını sağlayacak düzenlemeler yapılmalıdır.

Bununla birlikte, Barzani’nin Kerkük’e taşıdığı PKK’lı teröristler tamamıyla sökülüp atılmalıdır.

Kerkük’ün idari ve siyasi statüsünün belirlenmesi için Irak Merkezi yönetiminin öncülüğünde bir diyalog-görüşme-müzakere süreci başlatılmalıdır.

Bu süreçte, Irak Türkmenlerinin masada olması zarurettir.

Kerkük’ün nihai statüsünün belirlenmesi sürecinde, ilk adım olarak normalleşmenin sağlanması, daha önce bozulan nüfuz yapısının da bu kapsamda ele alınması kaçınılmazdır.

Bu çerçevede;

Kerkük’e dışardan iskan edilenlerin geldikleri yerlere gönderilmeleri ve Kerkük’ten göçe zorlananların yurtlarına, yuvalarına dönmeleri için bir başlangıç tarihi belirlenmelidir.

Bu konuda ABD işgalinin başladığı 2003 yılı esas alınabilecektir.

2003 yılından sonra Kerkük’e dışarıdan getirilenlerin ve Kerkük’ten göçe zorlananların evlerine dönmeleri uygun bir çıkış ve çözüm yolu olarak düşünülebilecektir.

Bundan sonra sağlıklı bir nüfus sayımı yapılabilecektir.

Kerkük’ün statüsüne Irak’ın bağımsızlığı, toprak bütünlüğü ve milli birliği içinde bir çözüm yolu bulunması elzemdir.

Irak’ın kurucu tüm halkları; yani Türkmenler, Araplar, Kürtler, bunların yanı sıra Süryaniler, Keldaniler ile diğer grupların hak ve hukukları korunmalıdır.

Kerkük hiçbir vilayete bağlı olmayan özel bir statüye kavuşturulmalıdır.

Türkmenlerin dışlandığı, yok sayıldığı bir Kerkük, tarihi köklerinden koparılmış, kültür mirasından sökülmüş, genlerinden, gerçeklerinden ve geçmişinden uzaklaştırılmış demektir.

Buna ise tamam demek, aslı astarı olmayan vaatlere kanarak aza tamah etmek Türklüğün kitabında yazmayan bir alçalma ve kayıp halidir.

Kerkük’te Haşdi Şabi’nin provokasyonları, mezhebi dayatmaları, Türkmen kardeşlerimizin arasına nifak sokmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Ne Şii, ne Sünni diyoruz; Türk’ün birdir ahlakı, vicdanı, imanı ve töresi diyerek yüksek sesle haykırıyoruz.

Türkmen’e bakınca mezhep görmeyiz, göremeyiz.

Yanılıp yenilip görürsek, bunu ecdada izah, tarihimize ifade edemeyiz.

Türkmen’e bakınca ayrılık gayrılık bilmeyiz.

Türk, Türk’tür, başka bir tanım ve tasvire kesinlikle ihtiyaç duymayız.

Mezhep kutuplaşması konusunda tahrik edici hamleler yapan bölge ülkelerinin doğru ve isabetli bir tavır içinde olmadıklarını özellikle belirtmek istiyorum.

Peşmergenin kaçmasının ardından, Kerkük’ün asli sahiplerine tevdii zorunluluktur.

Kerkük’teki devlet dairelerinden Barzani’nin fotoğraflarının indirilmesinden sonra, Irak’ın bütünlüğünü sarsacak ve mezhebi gerilimi teşvik edecek afiş ve posterlerin asılması yanlıştır, birlik duygusuna zarar verecektir.

Yarın Türkiye’ye gelecek olan Irak Başbakanına bunların hatırlatılması yararlı ve yerinde olacaktır.

Etnik ve mezhep temelli sıcak çatışma ihtimali Irak ve Suriye’yi tümden yutacak, Türkiye’yi her yönden olumsuz etkileyecek çok tehlikeli, çok vahim bir tuzaktır.

Bu tuzağa düşülmemeli, bu oyuna gelinmemelidir.

Türkiye, 25 Eylül referandumunu tanımayarak, Barzani’ye uyguladığı yaptırımlarla Irak Merkezi Yönetiminin elini güçlendirmiş, cesaret aşılamış, Türkmen kardeşlerimizin umutlarını yeşertmiştir.

Barzani mevzi kaybetmişse, bağımsızlık hamlesi akamete uğramışsa, bunda Türkiye’nin önemli bir payı vardır.

Bu kapsamda Kerkük ve diğer Türkmen yurtlarının demografik operasyonlarla tasfiye planları derhal kesilmeli, Kerkük tarihi dokusuna, kültürel derinliğine müzahir bir şekilde yönetilmelidir.

Söylüyoruz, rahatsız oluyorlar.

Diyoruz, sancılanıyor, kulaklarını tıkıyorlar.

Yine de söyleyeceğiz, yine de diyeceğiz: Kerkük Türk’tür, Türk’ün ebedi yurdudur.

Kürt kökenli kardeşlerimize saygımız vardır, insani haklarına gölge düşürülmemelidir.

Arap kökenli kardeşlerimize hürmetimiz vardır, dostluk ve tarih bağlarımız bakidir.

Diğer sosyal ve etnik gruplardaki insanlara elbette kucağımız ve gönlümüz açıktır.

Ancak bir yanda herkesin hakkına riayet ederken, diğer yanda da Türkmenleri savunmak, Türkmenliğin onurunu yere düşürmemek bizim için namus, bizim için şeref, bizim için telafisi olmayan beka meselesidir.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Türkiye terörle amansız bir mücadele halindedir.

Yurt içinde, yurt dışında teröristlerin tepesine milletimizin azameti ateş gibi yağdırılmaktadır.

Kahraman Türk Silahlı Kuvvetlerini yürekten kutluyor, sonuna kadar arkalarında durduğumuzu bir kez daha beyan ve ifade ediyorum.

Bu arada şehit olan evlatlarımıza Allah’tan rahmet, yaralı evlatlarımıza şifalar diliyorum.

Hepimizin dikkat etmesi gereken husus, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni siyasi tartışmaların içine çekmekten, yıpratmaktan, zan ve töhmet altına almaktan süratle kaçınmaktır.

Bugünkü hassasiyet düzeyi yüksek ortamda, bilhassa Genelkurmay Başkanımızı ve komuta kademesini maksatlı şekilde tariz ve taciz etmek ahlaksızlıktır.

Buna hiç kimsenin hakkı yoktur.

15 Temmuz’da korkusuzca direnmiş, darbecilere tamam dememiş bir komuta heyeti üzerinde kuşku uyandırmak, ipe sapa gelmez yorumlarla dedikodu yapmak bize göre utanmazlıktır.

Düşman güldürenlerin nereye ve kimlere hizmet ettiği pek yakında görülecektir.

Fakat bunlara yine de diyorum ki, o kirli ellerinizi Türk askerinin üzerinden çekiniz, nifak saçan çenenizi hemen ve acilen kapatınız.

Türk askeri Irak’ın Zap, Avaşin, Basyan terörist kamplarını peş peşe vurmaktadır.

Şimdiye kadar 50’ye yakın cani etkisiz hale getirilmiştir.

Sınır içi ve sınır ötesi alanları terörden temizlemek için olağanüstü bir gayret vardır.

Bunun takdir edilmesi yerine, köstekleme çabaları, şüpheleri tetikleme arayışları terör örgütlerine pas vermek, el sallamak, ikramda bulunmakla eşdeğer aymazlık ve çürümüşlüktür.

Etrafımız mayınlarla döşenmiştir.

Kimin eli kimin cebinde, kim kiminle düşüp kalkıyor, kim kime teşrifatçılık yapıyor, hepten karışmış, manzara kaotik bir durum almıştır.

Hatırlarsanız Rakka IŞİD’in en önemli merkeziydi.

El Bab’tan sonra, Türkiye’nin Rakka operasyonuna katılmaması için bin dereden su getirilmişti.

Çünkü, ABD bu operasyon görevini; Suriye Demokratik Güçleri paravanı altına saklanan yeni stratejik ortağı ve müttefiki PYD-YPG’ye vermişti.

Yaklaşık 4 aylık bir süreden sonra PKK’nın Suriye kolu olan YPG-YPJ Rakka’yı ele geçirdi.

İşin tuhaf yanı, ciddi bir direnişle karşılaşmadı.

Rakka’ya ön kapıdan sokulan IŞİD, arka kapıdan, PKK’nın mihmandarlığıyla adeta elini kolunu sallayarak çıkıp gitti.

Sonuçta, Rakka PYD-YPG’nin denetim ve kontrolüne girmiş oldu.

Ardından, bebek katilinin poster ve fotoğrafları düzenlenen uydurma, sefil ve rezil kutlamalarla meydanlara asıldı, terörizm ABD müşahitliğinde gövde gösterisi yaptı.

ABD, PKK’yı buyur ederek, canibaşını selamlatarak nerede durduğunu, kimlerle koyun koyuna olduğunu hiç tartışmaya yer bırakmayacak şekilde göstermiştir.

Bunun manası, eşkıyanın övülmesi, eşkıyalığın onaylanmasıdır.

Rakka danışıklı dövüş halinde, bir terör örgütünden alınıp diğerine teslim edilmiş, bir işgalden diğerine havalesi yapılmıştır.

Bu bir kepazelik, seviyesiz bir skandaldır.

Rakka komplosunun açıklaması yoktur.

Süper güç olduğunu söyleyen, aslında çöküş sürecine giren, çarpık ve çürük bir yönetimle sendeleye sendeleye devrilmeye kadar gidecek olan bu ülkenin insanlık adına söz söylemeye yüzü olmayacaktır.

ABD Büyükelçiliği tepkiler üzerine diyor ki, “PKK, yabancı terör örgütleri listesinde yer alan bir örgüttür ve Öcalan, PKK ile bağlantılı terörizm faaliyetleri yüzünden Türkiye'de hapiste bulunmaktadır. Saygı görmeye değer bir şahsiyet değildir."

Bunu Rakka meydanlarında katilin posterlerini astırmadan düşünecektiniz.

Bunları PKK-PYD-YPG’yle sahibi olduğunuz IŞİD’in üzerine dümenden göndermeden önce söyleyecektiniz.

Yazıklar olsun, geçti borun pazarı, sürün merkebinizi Kandil’e.

ABD Başkanı Trump’ın IQ testine girmesini tavsiye ettiği Dışişleri Bakanı ise YPG’yi tebrik etmiş, gerçek niyet ve aklının dibini göstermiştir.

ABD politikalarındaki çatlaklık ve çoraklık öyle bir boyut almıştır ki, mantık ölçüleriyle tevili imkansızdır.

Bu ülkenin İstanbul Başkonsolosluğunda irtibat görevlisi olarak çalışan, 25 Eylül’de gözaltına alınıp 4 Ekim’de tutuklanan tartışmaların odağındaki şahsa ait cep telefonu yeni bir kriz çıkarmıştır.

ABD bu cep telefonun ve sim kartının iadesini bir nota eşliğinde Türkiye’den istemiştir.

Pensilvanya’daki hoca görünümlü teröristbaşını iadeye yanaşmayan, onca delile, onca kanıta rağmen 15 Temmuz FETÖ darbe teşebbüsüne tam olarak inanmayan ABD, telefon isteyerek şaka mı yapmış, yoksa kafa mı bulmuştur?

Darbecileri Türkiye’ye vermeyen ABD, kala kala telefona mı kalmış, gözü telefona mı takılmıştır?

Madem telefon bu kadar değerlidir, o zaman verin hain Gülen’i alın telefonunuzu, üstelik tepe tepe kullanın, sabahlara kadar IŞİD’ten FETÖ’ye, PKK’dan YPG’ye kadar önünüze gelen terör örgütüyle konuşun, anlaşın, uzlaşın, özlem giderin.

Kontörünüz biterse yüksünmeden, milletvekili maaşımdan fedakârlık yaparak, kişisel harcamalarımdan kısarak, söz veriyorum ben size göndereceğim.

Yok, telefonu alamazsınız, hükümet buna aldırış etmezse, hemen yaka silkmeyin, yine sözüm söz olsun, yeni bir telefon alıp kargoya vereceğim ve Rakka’ya göndereceğim.

Nasılsa anında elinize geçer, nasılsa hemen size ulaşır.

Merak ediyorum, bu kadar mübalağa ve marazi olayların arasındaki hakikat kırıntılarını hangi teleskopla görüp keşfedeceğiz?

ABD kararını vermelidir; dost muyuz, düşman mı?

Müttefiksek eğer, stratejik ortaksak eğer, herkes bunun gereğini yapacak, sorumluluğunu yerine getirecek ahlak, siyaset ve erdemi derhal göstermelidir.

Oyalamaya, oyalanmaya, oyunlara gerek yoktur, vakit de kalmamıştır.

Bu düşüncelerle, konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyor, Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.

Sağ olun, var olun diyorum.