Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 26 Ekim 2021
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
26 Ekim 2021

 

 



Çok Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Medyamızın Saygın Temsilcileri,

Haftalık olağan Meclis Grup Toplantımız münasebetiyle hepinizi saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.

Yurt içinde ve yurt dışında hayatın zorluklarına fedakârca göğüs geren tüm vatandaşlarımıza, gönül ve kültür coğrafyalarımızda birlik ve dirlik mücadelesi veren tüm kardeşlerimize şükranlarımı sunuyor, en halisane selamlarımı iletiyorum.

Zamanın çarkı kesintisiz döndükçe ya olgunluğun ve yüksek bir oluş halinin güvenli sahillerine çıkarız, ya da hamlığın ve çiğliğin dehlizlerinde kaybolup gideriz.

Ya huzurlu bir hayatı kendi irademizle seçeriz, ya da huzursuzluğun ve hercümercin girdabında ömrün tükenmesini hüzünle seyrederiz.

 

Hayatı ileriye bakarak anlatırız, geriye bakarak anlarız.

Esasen tercihlerimiz kim olduğumuzun işareti, nasıl bir hayat istediğimizin de ifadesidir.

Türk milleti her şeyin en güzeline layık olmasının yanında, bu zorlu ve zahmetli hedefe pek çok kördüğümü çözme mahareti göstererek kendi tercihleriyle vasıl olmuştur.

Dayatmayı reddetmiş, esareti reddetmiş, köleliğe hayır demiştir.

Cumhuriyet milli bir tercihtir, kaldı ki dönemin şartları itibariyle en doğru, en müstesna, en münasip tercihin tezahür aydınlığıdır.

Tarih bize gösteriyor ki, değişim rüzgârı esmeye başladığı andan itibaren nice çatılar uçmuş, nice kalıplar kırılmış, nice statükolar sarsılmıştır.

Türk milleti tarihin akış istikametini doğru okuyarak geçmişinden kopmadan geleceğinin yol haritasını bilfiil ve bizatihi çizmiştir.

Cumhuriyet’in ilanıyla tetiklenen güçlü değişim ne milleti ne de devleti değiştirmiştir, değişen yalnızca siyasal rejim olmuştur.

Yeni bir devlet sloganı meselenin özünde sadece retoriktir.

Asırlarca birbirine eklemlenerek vücuda gelen Türk devlet zinciri halkalarına 29 Ekim 1923 tarihinde sonuncusu eklenmiş, bize göre konu bir daha açılmamak üzere kapanmıştır.

Böylelikle az evvel dile getirdiğim yüksek oluş hali geçmişi geleceğe taşımayı, geçmişi gelecekte diriltme ülküsünü kamçılamıştır.

Bazı maksatlı cahiller Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın reddi mirasıyla kurulduğunu söylese de, bu iddia tamamen uydurma, nesnel ve tarihsel gerçeklere bütünüyle terstir.

Cumhuriyet’i övmek demek, onun öncesini, önceki devirleri yermek, gözden çıkarmak demek değildir.

Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’ni, Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet, asker, bürokrat ve vatansever yürekleri milletimizin soylu irade seciyesine dayanarak kurmuşlardır.

1913’te fes takıp İmparatorluk coğrafyasında düşman kovalayan vatan evlatları, 1923’de bu defa da kalpak giyip vatan topraklarından düşmanları atarak Cumhuriyet’i kuvveden fiile geçirmişlerdir.

Şunu açıklıkla söylemeyim ki, tarihte kurulan her Türk devleti, bir öncekinin munzam eseridir.

Bu bilinçle önümüzdeki Cuma günü Cumhuriyet’in kuruluşunun 98’inci yıl dönümünü gururla kutlayacağız, gıpta edilecek bir tarih müktesebatıyla istikbalin talihini kurgulayacağız.

Cumhuriyet kutlu bir emanettir, korunup kollanması gereken bir nimettir.

Anadolu topraklarındaki varlığımızın son 98 yıllık dönemi Cumhuriyet yönetimi altında geçmiştir.

Ve yüzüncü yıla şunun şurasında iki yıl kalmıştır.

Aziz Atatürk’e göre, Cumhuriyet rejimi, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir.

Cumhuriyetin mümeyyiz vasfı millet egemenliğine dayanması, demokrasiyi sistem olarak benimsemesidir.

Rejim ile hükümet sistemi arasındaki farkı çarpıtmak için kara propaganda yapanlar, özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni devamlı surette hedef tahtasına koymuşlardır.

“Rejim değişti” diyerek yaygara koparanlar iflah olmaz bir yalancılığa, inkar edilemez bir önyargı hastalığına yakalanan gafillerdir.

Halbuki gerçekte yegane değişen yönetim sistemidir, bu da Cumhurun Cumhuriyetle kenetlenip kucaklaşmasıyla başarılmıştır.

Rejim başka hükümet ve yönetim sistemi başkadır.

Türkiye’de rejimin adı Cumhuriyet’tir, hükümet sisteminin adı da Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’dir.

Bu ikisini birbirine karıştıranların zihinleri fukara olduğu için akılları da ukaladır.

20’inci yüzyılın ilk çeyreğinde Cumhuriyet rejimini kuran büyük Türk milleti, 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde de milli ve tarihi emanetlerle uyumlu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçmiştir.

Lütfen benzerliğe dikkat buyurunuz; Cumhuriyetle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olağan dışı şartlarda milletimizin haklı ve meşru iradesiyle tecelli etmiştir.

 

İkisi de milli bekanın, milli özlemlerin, milli hedeflerin icra ve ihata azmiyle perçinlenmiştir.

Cumhuriyet’in ardında Çanakkale Zaferi’nin heybeti, Milli Mücadele’nin haşmeti varken; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin ardında 15 Temmuz ihanet ve işgal hevesine karşı milletin kahramanca direnişi bulunmaktadır.

Samimiyetle tutan, safiyetle okşayan müşfik ellerin değerini bilmeyenler, tekme üstüne tekme atan menfur ayaklara kapanmaktan özel haz alan teslimiyetçi şarlatanlardır.

Bu teslimiyetçi lobinin işbirlikçi simaları her devirde farklı farklı isim, unvan ve kılıkta ortaya çıksalar da, hamd olsun emellerine hiçbir zaman muvaffak olamamışlar, bundan sonra da olamayacaklardır.

Cumhuriyet, tarihin dar patikasında, zalimlerin hunhar baskıları altında, “Türkiye artık yoktur” diyen emperyalistlerin saldırıları karşısında milletin varoluş onuru olarak öne çıkmış, aynı defter üzerinde temiz bir sayfa açılmasını sağlamıştır.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ise Parlamenter Sistemin duvara tosladığı, başkentimizin bombalandığı, 251 millet evladının şehadeti ve 2 bin 194 millet evladının gazi olduğu bir dönemin hemen sonrasında milli diriliş ve yükseliş ruhu olarak doğmuş ve serpilmiştir.

Cumhuriyet’e karşı çıkanlar manda ve himaye hayranlarıydı.

Cumhuriyet’e karşı gelenler zulme boyun eğenler, bizden bir şey olmaz diyen korkaklardır.

Bugün ise Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne itiraz edip ne idiğü muğlak ve muamma olan güçlendirilmiş Parlamenter Sistem peşinde koşanlar, 15 Temmuz’un rövanşını almak için hazırda bekleyen, FETÖ’nün ve PKK’nın dümen suyuna giren yozlaşmış siyasi partilerdir.

Bunların sadece siyasetleri değil, vicdanları da emperyalistlerin kurşun askeri haline gelmiştir.

Dün Damat Ferit vardı, bugün zillet ittifakının ana ve ara ortakları vardır.

Dün Ali Kemaller vardı, bugün aynıları ortadadır.

Türkiye Cumhuriyet’i her türlü baskı ve müdahaleye direne direne kurulmuştur. Ve millet hükümet, hükümet de millet olmuştur.

29 Ekim 1923’ün mimarı, mihmandarı, müteyakkız hamisi aracısız, fasılasız ve vasıtasız büyük Türk milletidir.

Aynı şey 16 Nisan 2017’deki halk oylamasıyla gerçekleşmiş, yine aziz milletimiz hiçbir iç ve dış odağın telkinine, engellemesine ve tehdidine aldırış etmeden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni tertemiz iradesiyle tasdik ve tercih etmiştir.

Cumhurun muazzez varlığı 98 yıl önce Cumhuriyet’e tamam demiş, 4 yıl önce de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne dünya üzerinde çok az rastlanan demokratik olgunlukla, kansız ve kavgasız şekilde geçiş sağlamıştır.

Cumhuriyet, Milli Mücadele’nin milli egemenlikle pekişmiş başarısıdır.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ise yönetim sisteminde muazzam bir reform, devlet hayatında muteber bir silkiniş, sonumuzu hazırlamak isteyen hainlere ve muhasım çevrelere unutamayacakları milli bir cevaptır.

Cumhuriyet demokrasiyle çatısını örmüş, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi demokrasiyle taçlanmıştır.

Su aka aka yatağını bulmuştur.

Dökülen şehit kanları geçmişte heba olmamış, bugün de heba edilmemiştir.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kahramanlar kuşağı, millet egemenliğine dayanmaksızın tam bağımsız bir devletin olmayacağını görmüşlerdi.

Millet egemenliğinin haricinde, bir iktidar dayanağı ve kaynağı arayışında olmayan Gazi Mustafa Kemal Atatürk liderliğindeki kurucu kahramanlar, Cumhuriyet ile demokrasi temelinde bir devlet kurarak yeni bir toplumsal sözleşmeye can vermişlerdi.

Bu toplumsal sözleşme, üniter devlet yapısını, hukuki eşitlik prensibine yaslanan Türk vatandaşlığını; her vatandaşımızın seçme-seçilme ve devlet hizmetine katılım hakkını esas alan milli devlet modelini benimsemişti.

Aziz Atatürk, kendi sözleriyle anlatacak olursak, Cumhuriyet’i milli sır gibi vicdanında mahfuz tutmuştur.

Merhum Mazhar Müfit Kansu’nun anılarına göre, Mustafa Kemal Erzurum Kongresi öncesinde ileride kuracağı siyasi rejimi şu şekilde not ettirmişti:

“Zaferden sonra şekli hükümet Cumhuriyet olacaktır.”

Cumhuriyet uzun bir fikri ve siyasi hazırlığın, birbirini takip eden olağanüstü mücadele dönemlerinin hem mahsulü hem de milletin gururla taşıyacağı şeref madalyasıdır.

Atatürk, Sivas Kongresi esnasında kongreye gözlemci olarak katılan Amerikalı bir gazeteciye şunları söylemişti: “Türkiye savaşı kazanacak, bağımsız olacak ve Cumhuriyeti duyuracak.” 

Yine ona göre Cumhuriyet, “milletin yüksek siyasi ve iktisadi müessesesidir. Çağdaş bir Cumhuriyet kurmak demek, milletin insanca yaşamasını bilmesi, yaşamın neye bağlı olduğunu öğrenmesi” demektir.

Türkiye Cumhuriyet’i zafer kazanmış Türk milletinin hakkı, haysiyeti ve hakikatli kazanımıdır.

Sistem anarşisi çıkarmak için güç birliği yapanlar milletin iradesine tahammül edemeyen demokrasi muhalifleridir.

Sistem krizine oynayan, suyu bulandırarak devleti ve milleti aciz düşürmek için fırsat kollayanlar Cumhuriyet’in birikim ve ana sütunlarını yıkmak amacında olan yabancı muhbirleridir.

Kılıçdaroğlu Türkiye’de demokrasi olmadığını söylüyor.

Bu ülkeye gerçek demokrasiyi getireceklerini vaat ediyor.

Cumhuriyet demokrasinin, demokrasi de Cumhuriyet’in güvencesi, bu iki değerin koruyucusu de aziz Türk milletidir.

Kılıçdaroğlu’na kim ne söylüyorsa yanlış söylüyor, yanlışa sürüklüyor, komik durumlara düşürüyor.

Kılavuzlarını ve akıl hocalarını gözden geçirmesinde bize göre yarar vardır, aksi halde bu gidişle dost gördükleri postuna samanı dolduracaklardır.

Bir ara çok moda olan “Medeniyetler Çatışması” isimli kitabın yazarı;

“Sadece Batı kültürünün, demokrasinin kurumlarının gelişmesine uygun zemin hazırladığı, Batılı olmayan devletlerde demokrasinin yaşamasının mümkün olmadığını” iddia etmiş, oryantalizmin ve kültürel elitizmin savunmasını yapmıştı.

Kılıçdaroğlu bu sancılı savunmanın Türkiye ayağıdır.

O bakınca yeşil bir vadiyi çöl görecek kadar hayalde, çölde olmayan vahaya koşacak kadar da gerçekle ihtilaftadır.

Aziz Atatürk, Medeni Bilgiler kitabına esas olan notlarında, “demokrasi ilkesini milletin kendi mukadderatına hakim olması” anlamında, yani siyasi demokrasiyle eş anlamlı kullanmıştı.

Ve demişti ki: “Demokrasiye müstenid hükümetlerde hâkimiyet halka, halkın çoğunluğuna aittir. Demokrasi prensibi, hakimiyetin millete ait olduğunu, başka yerde olamayacağını gerektirir.”

Türkiye’de demokrasi yok demek egemenliğin yegane sahibi Türk milletine en ağır bühtan, en ağır hakaret, en soysuz suçlamadır.

Devletin; ülke, millet ve egemenlik olmak suretiyle üç unsuru bulunmaktadır.

Bu üç unsurdan birisi yoksa devlet yok demektir.

Kılıçdaroğlu ya bilerek ya da cehaletinin oyununa gelerek hem devlete hem de millete diğer ortaklarıyla birlikte adeta kazan kaldırmıştır.

Böylesi bir şahsın CHP Genel Başkanı olması inanılamayacak bir talihsizliktir.

Türkiye’de demokrasi vardır ve hakimdir.

Milli irade vardır, egemenliğin sahibidir.

Kılıçdaroğlu’nun gözlüğüyle bakınca maalesef her yer zillet, her şey rezalettir.

Bir defa bu şahıs Aziz Atatürk’le çelişmektedir.

Geçmişini unutan mankurttur.

Cumhuriyet, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesillerin yetişmesini temin ederken; Kılıçdaroğlu ile İP başkanı zannediyorum kayıp ilanıyla aranıyorlardı.

100’üncü yıldönümünde Cumhuriyet’in hakkını ve hukukunu müdafaa edecek zillet değil millettir, cumhurun ruh köküdür, onun siyasi onuru Cumhur İttifakı’dır.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün CHP ile yalnızca kuruluş yılları bazında bir ilgisi kalmıştır.

Ne CHP eski CHP’dir, ne de Türkiye zillete müsaade edecektir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni hak ettiği gelişmişlik düzeyine biz çıkaracağız.

Yüksek demokrasi standardının tarafı biz olacağız.

Türkiye’yi lider ülke seviyesine biz taşıyacağız.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle kilitleri ya açacağız ya da kıracağız.

Üreten, refah sağlayan, herkesin iş ve aş sorunlarını çözmüş milli bir ekonomiyi; kronikleşmiş bütün sorunlara neşter vurmayı başarmış, terörün kökünü kazıyıp bölücülüğü felç etmiş bir siyasi ve hukuki bünyeyi; dış politikada daha aktif, taviz vermeyen, dünyaya Türkçe bakan, hayatı ve hadiseleri başkent Ankara vizyonuyla kuşatan bir dış politik mimariyi elbirliğiyle, güç birliğiyle ve Cumhur İttifakı’yla sağlamış olacağız.

İlhamımız yaşanmış Türk asırları ve rahmetle andığımız aziz ecdadımızdır.

İrademiz ve gücümüz büyük Türk milletidir.

Anayasa’nın ikinci maddesinde anlam ve açıklık kazandığı üzere;

Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.

Laiklik Türkiye Cumhuriyeti’nin harcıdır, tahribatı ve tasfiyesi imkansızdır.

İmanımız iki cihan kefilimizdir, millet Müslümandır.

Anayasa’nın üçüncü maddesinde yer verildiği gibi, “Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.”

Bu devletin, bu milletin varlığı, bağımsızlığı ve bölünmez bütünlüğüyle kimin sorunu varsa bizim de onlarla sorunumuz sonuna kadar olacaktır ve alayını her cephede karşılamaya hazır olduğumuz iyi bilinmelidir.

Cumhuriyet bedava kazanılmamıştır.

İşbirlikçi kalpazanlara asla bırakılmayacaktır.

Cumhuriyet’in sahibi millettir, onuru millettir, ömrü milletle kaimdir, hiç kimse kendisine nevzuhur bir bekçilik görevi vehmetmemelidir.

Cumhuriyet’e düşmanlık cumhura düşmanlıktır.

Düşmana hizmet ve taşeronluk ihanetin daniskasıdır.

Demokrasi ittifakından bahsedenler Milli Mücadele’den intikam almak isteyen bölünme ve yıkım sevdalılarıdır.

Bizim böyle bir sevdayı içinde taşıyanlarla iki dünyada da hesabımız vardır.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Türk milletinin tercihidir.

Bu demokratik tercihe meydan okuyanlar millet tanımaz odaklardır ki, onlarla mücadelemiz and olsun heyecanla sürecektir.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk milletimizin ortak değeridir, devletimizin kurucusudur, Milli Mücadele’nin önderidir, İlk Meclis Başkanımızdır, İlk Cumhurbaşkanımızdır.

Tavrımız nettir, duruşumuz Kuvayı Milliye’dir.

Türkiye Cumhuriyeti yaşayacaktır.

Bizler faniyiz, devletimiz ve milletimiz baki kalacaktır.

Bir kere yükselen bayrak bir daha düşmeyecektir.

Aziz Atatürk’ün en büyük eserim dediği Türkiye Cumhuriyeti var olan bütün kirli senaryolara ve sömürgeci oyunlara rağmen payidarlığını ebed müddet koruyacaktır.

Güvence kahraman Türk nesilleridir.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin tavizsiz düşünceleri özet olarak bunlardır.

Bizim mutabakat zeminimiz Türkiye’dir.

Bizim yegane uzlaşma alanımız Türk milletinin ahlak ve vicdanıdır.

Mustafa Kemal Paşa, Samsun’dan Sadarete gönderdiği 22 Mayıs 1919 tarihli raporunda, “Millet, millî hâkimiyet esasını ve Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir. Bunun için çalışacaktır.” Demişti.

Bu çalışma elbette ve kesinlikle inanmışlıkla devam edecektir.

Aziz milletimizin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nı bugünden ve ayrıca yürekten kutluyorum.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, kurucu kahramanlarımıza, vatan ve millet uğrunda topraklarımıza emanet edilmiş muhterem şehitlerimize Allah’tan rahmetler niyaz ediyorum.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

18 Ekim 2021 Pazartesi akşamı ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nin resmi Twitter hesabından seviyesiz bir açıklama yapılmış, ilaveten 9 devletin büyükelçisi de bu açıklamaya iştirak ederek devam eden bir davanın failiyle ilgili Türkiye’ye hukuksuz bir çağrıda bulunmuşlardır.

Uluslararası hukuk ile diplomatik teamüller çiğnendiği gibi, Türkiye’nin iç hukuk düzeni ve egemen eşitliği 10’lu büyükelçi grubu tarafından hedef alınmıştır.

ABD, Almanya, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, Kanada, Norveç ve Yeni Zelanda ülkelerinin Ankara Büyükelçileri muhtemelen devlet veya hükümet başkanlarının teşviki, hatta talimatıyla Mehmet Osman Kavala’nın avukatlığına soyunmuşlardır.

Yürüyen bir yargısal sürece müdahil olmaya teşebbüs etmek gibi bir skandala imza atmakla kalmamışlar, görevlerinin sınırlarını tamamıyla aşmışlardır.

Büyükelçilerin görevi, gönderen ve kabul eden devletler arasındaki ilişkileri krize sokmak değil, iyileştirmek, diyalog kanallarını canlı tutmaktır.

Anlaşılan mezkur büyükelçilerin böylesi bir amaç ve arayışı yoktur.

Kısaca söylersek, bu 10 büyükelçi Mehmet Osman Kavala’nın serbest bırakılması hususunda açıklama yapmışlardır.

Aynı talebi Kılıçdaroğlu da ısrarla seslendirmiş, İP Başkanı da her zamanki gibi Kavala’ya dolambaçlı sözlerle yeşil ışık yakmıştır.

Bu tablodan çıkardığımız sonuç şudur:

Zalim bir üst akıl hem büyükelçileri hem de zillet ittifakını dürte dürte harekete geçirmiş, ağız birliği halinde konuşmalarını dayatmıştır.

Karşımızda, senaristi perde gerisinde nefretle bekleyen, figüranları bedeli karşılığı sahneye itilen şirret bir oyun, tehlikeli bir rol paylaşımı söz konusudur.

Devreye alınan siyasi ve diplomatik tazyikler Türkiye’yi sıkıştırmak, bir sonraki tehditvari adımları tetiklemek, toplumsal ve siyasal gerilimi tırmandırmak amacına matuftur.

İç ve dış işgal cephesinin makyajı dökülmüştür.

Emeller ortaya çıkmıştır.

Kavala paydasında Türkiye husumetinin harcı karılmış, mayası karıştırılmıştır.

Bu harcın içinde CHP’sinden İP’ine kadar siyasi partilerin varlığı biliniz ki utanç kaynağıdır.

Kavala, Soros’un kuryesidir.

Kavala, Gezi Parkı olaylarının finansörü, azmettiricisi, kışkırtıcısı, 15 Temmuz’da İstanbul Büyükada’da yuvalanan casusların irtibat ve ilişki ağı içinde yer alan şüpheli ve şaibeli bir kişidir.

Gezi olaylarına bir park ötesinde anlam ve misyon yüklenmesinde aktif pozisyon üstlenen, Dünya’daki birçok kalkışmayı renkli demokrasi devrimi olarak lanse eden ve bu amaçla STK’lara para, lojistik, kaynak, insan sağlayan Açık Toplum Vakfı’nın Türkiye piyonu bu şahıstır.

Soros uşağı olan Kavala, 4 Ağustos 2015 tarihinde kendisiyle yapılan bir röportajda, PKK’yı rasyonel politikalar yürüten bir örgüt olarak değerlendirecek kadar gözünü ve gönlünü karartmış, teröre çanak tutmuştur.

TESEV’de, kurduğu Anadolu Kültür Anonim Şirketi’yle zehir saçmıştır.

Kavala, 18 Ekim 2017’de İstanbul’da yakalanmıştır.

Üzerine atılı suçlar hükümeti ve anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etmektir.

29 Aralık 2017’de Anayasa Mahkemesi’ne, 8 Haziran 2018’de de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuru yapmıştır.

Anayasa Mahkemesi 22 Mayıs 2019 tarihinde, aralarında mahkeme başkanı Zühtü Arslan’ın da bulunduğu beş üyenin karşı oyu ve oy çokluğuyla Anayasa’nın 19’uncu maddesinin üçüncü fıkrası bağlamında kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edilmediğine,

Ayrıca tutuklamanın hukuki olmadığından bahisle, kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine dair iddianın kabul edilebilir olduğuna ise oy çokluğuyla karar vermiştir.

Anayasa Mahkemesi öyle bir hale gelmiştir ki, nerede bir hain, nerede Türkiye’nin kuyusunu kazmak için faal halde bulunan bir çapulcu varsa onlarla yan yanadır.

 

Terörist Demirtaş’ın yanında duran bu mahkemedir.

Sorosçu fitnenin yanında konuşlanan bu mahkemedir.

Daha geçtiğimiz günlerde Diyarbakır eski belediye başkanı, bölücülüğün atar damarı Osman Baydemir ile ilgili hak ihlali kararı veren, dahası 30 bin lira da tazminat ödenmesine hükmeden bu mahkemedir.

Şu rezalete, şu adaletsizliğe bakınız ki, hem canımızı alıyorlar, hem de paramızı alıyorlar.

Şehitlerimizin kana bulanmış haklarını eğer imkan olsa Anayasa Mahkemesi’nin asla umursamayacağını, bunu bilmek için de kahin olmaya gerek bulunmadığını herkes görmeli ve idrak etmelidir.

Çünkü hainin, katilin, teröristin hak ihlaline maruz kaldığını iddia eden bir mahkemenin şehitlerimize, gazilerimize, Mehmetlerimize, polislerimize, yetimlerimize söyleyecek tek bir sözü olamaz.

Dağda sözde hak aradıklarını söyleyen caniler, maalesef Anayasa Mahkemesi’nin açılan kapısından rahatlıkla içeri girmişlerdir.

Sorarım sizlere, Anayasa Mahkemesi kapanmasın da hak ve hukukun itibarı mı kaybolsun?

Anayasa Mahkemesi kapanmasın da terörle mücadeleye sünger mi çekilsin?

Demirtaş, Baydemir, Kavala davalarında hak ihlali var diyen sözde hakimler, gelsinler bunu külahıma anlatsınlar, bu da yetmezse gitsinler dağda gezen, sınırda bekleyen, sınır ötesinde mücadele eden kahramanların yüzüne söylesinler. Haydi buyursunlar.

Diğer yandan, FETÖ’cülerle, bölücülerle ilgili süren mahkemeler kısa süre içinde sonuçlandırılmalıdır.

Bir başka önemli konu da, teröre yardım ve yataklık yapan milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını esas alan tezkerelerin süratle görüşülmesidir.

TBMM Karma Komisyon’da bekleyen dosyalar tefrik edilerek terör örgütüne destek verenlerle ilgili karar alınmalı, Genel Kurul’a getirilmeli ve süratle sonuçlandırılmalıdır.

 

Bölücüye ve teröriste müsamaha Gazi Meclis’in şanıyla, millet iradesinin saygınlığıyla katiyen bağdaşmayacaktır.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Kavala’nın avukatı aracılığıyla, 8 Haziran 2018’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yaptığı başvuru 10 Aralık 2019 tarihinde beklendiği gibi Türkiye aleyhine sonuçlanmıştır.

Nitekim bir suç işlendiğine dair makul şüphe yokluğu ileri sürülerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlal edildiğine hükmedilmiştir.

Farklı bir karar alınsaydı şaşırırdık, kendimizden kuşku duyardık.

İşte bu mahkeme kararı Batı’nın elinde koza dönüşmüştür.

Oysaki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını uygulamayan söz konusu ülkelerden mesela Yunanistan’a hiç kimseden en küçük itiraz bile gelmemektedir.

Nasıl olsa haksızlığa uğrayan Müslüman Türk azınlıktır, hak ihlali ise yalnızca kötüler için reva görülmektedir.

İşte 10 büyükelçi Sorosçu Kavala’yla aynı mevziiye girerek Türkiye’ye bir nevi muhtıra vermiştir.

Bu muhtıra ahlaksızlıktır, egemenlik haklarımıza suikasttır, hukuk güvenliğimize saldırıdır, bağımsızlığımıza kumpastır, bunlardan dolayı gayri meşrudur, gayri kanunidir.

Şayet G-20 Toplantısı öncesinde Türkiye’ye mesaj vermek için büyükelçileri maşa gibi kullanan birileri varsa, nal toplayacaklarını, rüzgar ektikleri yerden fırtına biçeceklerini ikazla hatırlatmak isterim.

18 Nisan 1961’de imzalanarak 24 Nisan 1964 tarihinde yürürlüğe giren “Diplomatik İlişkiler Hakkında Viyana Sözleşmesi”nin 9’uncu maddesinin birinci fıkrası aynen şöyledir:

“Kabul eden Devlet, herhangi bir zaman ve kararının gerekçesini açıklamak zorunluluğunda olmaksızın, gönderen Devlet misyon şefinin veya misyon Diplomatik kadrosunun herhangi bir üyesinin istenmeyen şahıs (Persona non grata) olduğunu veya misyon kadrosunun herhangi bir başka üyesinin kabule şayan olmadığını bildirebilir.

Bu takdirde, gönderen Devlet, duruma göre, ilgili şahsı geri çağırır veya misyondaki görevine son verir.”

İkinci fıkrasında da şunlar yazılıdır: “Gönderen Devlet bu maddenin 1. fıkrasında kayıtlı yükümlülüklerini yerine getirmeyi reddeder veya makul bir süre içinde yerine getirmezse, kabul eden Devlet ilgili şahsı misyonun bir üyesi olarak tanımayı reddedebilir.”

Aynı sözleşmenin 41’inci maddesinin birinci fıkrası şu hükümleri ihtiva etmektedir:

“Ayrıcalıklarına ve bağışıklıklarına hâlel gelmeksizin, bu gibi ayrıcalıklardan ve bağışıklıklardan yararlanan bütün şahıslar kabul eden Devletin kanunlarına ve nizamlarına riayet etmekle yükümlüdür. Anılan Devletin iç işlerine karışmamakla da bu şahıslar keza yükümlüdür.”

Yürürlükteki Anayasa’mızın 138’inci maddesine göre,

Hakimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanı kanaatlerine göre hüküm verirler.

Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.

Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz.

10 Büyükelçi hem “Diplomatik İlişkiler Hakkında Viyana Sözleşmesi”ne hem de Anayasa’ya aykırı hareket etmişlerdir.

Türkiye bir hukuk devletidir, tam bağımsızdır ve bu haklarımız kesinlikle tartışmaya açık değildir.

Türkiye’de görev yapan dış misyonlar dahil hukukun üstünlüğü herkes için bağlayıcıdır.

Yargı bağımsızlığı lekesiz ve gölgesizdir.

Büyükelçiler, hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı ve demokrasi onuruna sabotaj yapmışlardır. Zira her şey çok açıktır.

10 ülkenin büyükelçisi bahse konu sözleşme ve Anayasa kapsamında zaten istenmeyen adam haline çoktan gelmişlerdir.

Ne var ki, dün ABD’nin Ankara Büyükelçiliğinden yapılan açıklamada; “ABD, 18 Ekim tarihli açıklamaya ilişkin bazı soruların yöneltilmesi vesilesiyle, Diplomatik İlişkiler Hakkındaki Viyana Sözleşmesi’nin 41’inci maddesine riayet etmeyi teyit eder” ifadelerine yer verilmiştir.

Aynı şekilde 18 Ekim bildirisine destek veren diğer büyükelçiliklerden de benzer görüşler kamuoyuyla paylaşılmıştır.

Bu son gelişmeyi olumlu bulduğu anlaşılan Sayın Cumhurbaşkanımızın cesur, dirayetli ve kararlı tutumu, milletimizin sağlam ve tavizsiz duruşu tarihi bir yanlışın düzeltilmesinde bize göre önemli bir dayanaktır.

Türkiye kum torbası değildir, başına vurulup ekmeğinin alınacağı bir ülke değildir, küstahların elinde de oyuncak olmayacaktır.

ABD’nin Ankara Büyükelçisi’nin başını çektiği 18 Ekim bildirisinden geri adım atılması anlamlıdır, yerindedir, bir daha ülkeler arasında gerilim ve kriz çıkarmaya hiçbir dış misyon tevessül etmemelidir.

Kavala ile ilgili önerimiz ise şudur:

Bu Sorosçu’nun mahkemesi karara bağlanır ve hüküm verilirse, önce cezasını Türkiye’de çekmesi, sonra da vatandaşlıktan çıkarılarak 10 büyükelçiden birisinin ülkesine gönderilmesi artık milli bir zarurettir.

19’uncu yüzyılda yaşanan ve yasatılan yabancı sefirler baskısının tekrarına, yeniden sahne almasına hiç kimse kalkışmamalı, buna cüret dahi etmeyi aklından geçirmemelidir.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kendi çıkarları adına hiçbir dış misyon şefi nüfuzu altında tutamayacak, aksi bir teşebbüs halinde sınır dışı edilmekten de kurtulamayacaktır.

Herkes haddini bilsin, saygısızlığa, kural ve hukuk ihlaline lüzum yoktur, tahammülümüz hiç yoktur.

Batılı ülkelerin Türkiye’ye yaklaşım dostane değildir, münasebetleri yapıcı değildir, iyi niyetli değildir.

Avrupa Komisyonu 2021 yılı Genişleme Strateji Belgesi ile Türkiye dahil bütün aday ve potansiyel aday ülkelerle ilgili hazırlanan raporlar 19 Ekim’de açıklanmıştır.

 

Türkiye’ye yönelik çifte standardın dozajı giderek artmaktadır.

AB sorumluluklarını yok saymaktadır.

Son raporda, terörle mücadelemize bırakınız desteği, köstek vardır.

Siyasal ve yönetim sistemimize çarpık bir bakış egemendir.

Gümrük Birliği anlaşmasının güncellenmesine yönelik umutlar gittikçe körelmektedir.

Doğu Akdeniz, Ege ve Kıbrıs konularına ilişkin AB’nin yetkisiz olduğu alanlarda yanlı değerlendirmeler hakim olmakla birlikte Rum-Yunan tezleri köhne bir mantıkla ön plana çıkarılmıştır.

Ne var ki, Türkiye ekonomisi kapsamında zillet ittifakının iddiaları ile Avrupa Komisyonu’nun tespitleri farklıdır.

Raporda, ekonomimizin gelişim kulvarında olduğu vurgulanmış, Kovid-19 salgını ile mücadele çerçevesinde alınan önlemlerin hakkı teslim edilmiş, ekonomideki toparlanmanın sürdüğü kayda geçirilmiştir.

Türkiye’nin AB’ye üyelik hususundaki stratejik tercihi açıktır, devam etmektedir.

Fakat AB’ye, Orta ve Doğu Avrupa’dan kitlesel itirazlar sert bir şekilde yükselmektedir.

Bu kapsamda Polonya ve Macaristan en göze batan ülkelerden bazılarıdır.

Bizim dış politika vizyonumuzu Çift Başlı Selçuklu Kartalı simgelemektedir.

Hem doğu hem batı diyoruz, iki tarafı da kucaklıyor, iki yöne de bakıyoruz.

Onurlu, egemenlik haklarına ve karşılıklı çıkarlara saygı esasına dayanan üyelik olursa ne ala, olmazsa dünya ne AB’den ne ABD’den ibarettir.

Unutulmasın ki, Türk dünyası kollarını açmış Türkiye’yle kucaklaşmayı beklemektedir.

Onlar yokken biz vardık, yine olacağız, bilinsin ki, i‘lâ-yi kelimetullah sancağını düşürmeyeceğiz, Kızılelma davasından dönmeyeceğiz, Turan ülküsünden geri adım atmayacağız.

 

 

Değerli Milletvekilleri,

Dikkatle takip ediyoruz ki, Asya-Pasifik Bölgesi kaynayan, dolayısıyla kapak tutmayan kazan gibidir.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin, Güney Çin Denizi’ndeki tartışmalı sularda inşa ettiği yapay adaların üzerine askeri üsler kurması, bu sulardaki deniz yetki alanının yüzde 80’ninde hak iddia etmesi gerilimleri arttırmaktadır.

Kıyıdaş ülkelerle birlikte Hint-Pasifik’te çıkarları olan ülkeler bu gelişmelerden oldukça rahatsızdır.

Arkası arkasına süpersonik füze denemeleri yapılmaktadır.

Tayvan, Kuzey Kore, Çin-Japonya, Çin-ABD ilişkilerinin ağırlaşan sorun başlıkları hızla derinleşmektedir.

Ülkeler silahlanma rekabeti içindedir.

Asimetrik çatışmalar, terör saldırıları, Kovid-19’un belirsizlikleri, insani felaketler, darbeler, sınır aşan göçler, yoğunlaşan ekonomik çarpıklıklar, ticaret kanallarındaki tıkanıklıklar dünyayı buhrana sürüklemektedir.

Bölgesel ve küresel açmazlar yaygınlık kazanmaktadır.

Türkiye’nin terörle mücadelesi ise şehadetler pahasına devam etmektedir.

Sınır ötesinden kaynaklanan terör eylemleri, teröristlerin üreme, barınma ve ikmal kaynakları sınırlarımızın mücavir alanlarını kapsamaktadır.

Bu şartlar altında, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gerektiği takdirde sınır ötesi harekat ve müdahalede bulunmak üzere yabancı ülkelere gönderilmesini temel alan tezkereye önşartsız evet diyeceğimizi, bu konunun tartışılacak, konuşulacak, müzakere edilecek bir yanının olmadığını kararlılıkla beyan ediyorum.

Herkes tarafını belirlemelidir, muhalefet partileri sarsak ve sancılı bir duruştan uzak durmalıdır.

Terörle mücadelenin aması, fakatı, eğeri olmaz, olamaz.

CHP samimi olmalıdır, dürüst olmalıdır, duyarlı olmalıdır, İP ise hem nalına hem de mıhına vurmaktan derhal kaçınmalıdır.

Dost ve müttefik pozu veren ülkelerin terörle mücadelede karşımıza çıkmaları abesle iştigaldir.

ABD terör örgütü PKK/YPG’ye silah verirken, Türkiye’nin ödediği F-15 uçaklarının parasını iadeye şu ana kadar yanaşmamıştır.

Bu ülke haydut devlet durumuna düşmek istemiyorsa, ya paramızı ya da bedelini ödediğimiz uçakları vermekle yükümlüdür.

Türkiye geldiğimiz bu aşamada, 40 adet son model Blok 70 F-16 uçakla birlikte, 80 adet modernizasyon kiti satın alma talebini ABD’ye bildirmiştir.

Bu uçakların ve kitlerin maliyeti 7 milyar dolar civarındadır.

Envanterimizde bulunan F-16’ların bir bölümünün Blok-30 denilen kısmı miadını doldurmak üzeredir.

ABD yönetimi S-400 konusunu Türkiye ile ilişkilerin ağırlık merkezi yapmıştır.

Biden yönetimi, S-400 Füze ve Hava Savunma Sistemi konusundaki kararını “2021 Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası” ile tescil etmiş, bu sorun çözülmeden Türkiye ikili ilişkiler bağlamında gündemindeki diğer sorunları ele almayacağını belgelemiştir.

Bildiğiniz gibi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi ülkesi vardır, bunlar; ABD, Çin, Rusya, İngiltere ve Fransa’dır.

Bize Rusya’dan S-400 Füze ve Hava Savunma Sistemi almayın, alsanız da kullanmayın dayatması yapan ABD, Güvenlik Konseyi’nde Rusya’yla ortaktır, aynı masayı paylaşmaktadır.

Bu durum dünya üzerinde haklının güçsüz, güçlünün haksız olduğunu bariz bir şekilde teyit etmektedir.

Madem Rusya’dan rahatsızlar, Güvenlik Konseyi üyeliğinden neden ayrılmıyorlar? Neden Türkiye’ye ikide bir aba altından yüzsüzce yaptırım sopası gösteriyorlar.

Türkiye, ABD’nin terör örgütlerine verdiği silahlardan rahatsız ve şikayetçidir.

Her seferinde bu rahatsızlık muhatap ülkeye iletilmiştir.

Ancak ABD’nin bu tepkimizi dikkate almadığı defalarca ortaya çıkmıştır.

Türkiye’nin kimden silah alacağının vize ve onay mercii ABD değildir.

Bağımsız ve onurlu bir devlet başkalarının ağzına ve iradesine asla bakmayacak, buna aldırış bile etmeyecektir.

30-31 Ekim 2021 tarihlerinde Roma’da düzenlenecek G-20 Zirvesi’nde iki ülke arasındaki anlaşmazlığa neden olan sorun alanlarının Sayın Cumhurbaşkanımızla ABD Başkanı arasındaki temas ve görüşmelerle hafiflemesi, çözüm kulvarına girmesi başlıca temennimdir.

Türkiye’nin çok cepheli sürdürdüğü mücadeleyi sekteye uğratmak için dönem dönem sivri açıklamalar yapan TÜSİAD’ın, başkanı vasıtasıyla gündeme taşıdığı haksız ve mesnetsiz eleştirilerini de esef karşıladığımızı, artık hükümetlerle uğraşma alışkanlığından, vesayet odağı gibi davranmaktan vazgeçmelerini samimiyetle bekliyorum.

TÜSİAD kendi işine bakmalı, milletin vermediği bir yetkiyi kullanma gayretkeşliğine kesinlikle heves etmemelidir.

Bu duygu ve düşüncelerle konuşmama son verirken, hepinizi bir kez daha saygı ve sevgilerimle selamlıyor, başarılı ve sağlıklı bir hafta geçirmenizi diliyorum.

Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun diyorum.