Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma 11 Ekim 2011
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma.
11 Ekim 2011

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Muhterem Misafirler,

Kıymetli Basın Mensupları,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Konuşmama, son günlerde ülkemizin değişik illerinde aşırı yağışlardan dolayı meydana gelen sel felaketleri sonucunda can ve mal kayıplarından duyduğum derin üzüntüyü ifade ederek başlamak istiyorum.

Özellikle Antalya’nın Serik ilçesi Haskızılören köyünde, sera ve tarım arazileri büyük zarar görmüş, bazı vatandaşlarımız kaybolmuş ve bazıları da vefat etmiştir.

Denizli ve Manisa’da da benzer elem verici hadiseler yaşanmış ve buralarda da doğal afetlerden dolayı kayıplarımız olmuştur.

Bu itibarla aramızdan ayrılan aziz vatandaşlarımıza Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyor, kaybolanların sağ-salim bulunmalarını temenni ediyor, ortaya çıkan hasar ve yıkımın bir an önce hükümet tarafından giderilmesi için her türlü tedbirin alınmasını bekliyoruz.

Değerli Arkadaşlarım,

Huzurlarınızda bu haftaki siyasi değerlendirmelerime geçmeden önce, çok önemli gördüğüm bir konuyu daha sizlerle paylaşmak istiyorum.

Hepinizin yakından şahit olduğu üzere, toplumsal şiddet sarmalı sürekli ivme ve güç kazanmaktadır.

Özellikle kadınlarımıza yönelen saldırıların, insanlıkla uzaktan yakından ilgisi bulunmayan hadiselerin yüreklerimizi dağladığını ifade etmeliyim.

Ülkemizin değişik yörelerinde her gün gündeme gelen vahşet ve dehşet haberlerini sıradan, olağan ve vakayı adliyeden olaylar olarak göremeyiz.

Bunu bizatihi insanlığın varlığına husumet duyan soysuzluk ve gözlerini kan bürüyen bir canavarlık örneği olarak tanımlamak gerekmektedir.

Ezilen, horlanan, dışlanan, mağdur bırakılan, kaba kuvvete maruz kalan kadınlarımızın içine düştükleri trajedinin vebali şüphesiz hepimizin üzerindedir.

Sebebi ne olursa olsun; ister töre isterse de başka saiklerden kaynaklansın, kadına yönelik acımasız saldırıların insanlığa karşı işlenen büyük bir suç olduğu kuşku götürmez bir gerçektir.

Dengesiz ve sadist kişiliklerin gözlerini kırpmadan eşlerini, kızlarını, yakınlarını bir dedikoduya ya da şüpheye dayandırarak katletmeleri aynı zamanda toplumun içine düştüğü ruh halini göstermesi bakımından ibretliktir.

Kadınlarımıza yönelen saldırgan tutumların, en başta değerleri çürümüş, edep ve terbiye sınırlarını ihlal etmiş reziller tarafından gerçekleştirildiği malumlarınızdır.

Türkiye bu vicdansız kör şiddetin tuzağındadır ve hergün bununla ilgili vahim hadiseler hepimizin gözü önünde cereyan etmektedir.

Doğal olarak evlerinde, işyerlerinde, sokak aralarında cinayete kurban giden, darp edilen ve tacize, tecavüze uğrayan kadınlarımızın acıları, çileleri ve yaşadıkları felaketler duyarlı her insanımız için utanç ve üzüntü vericidir.

Bu geri ve kara tablo Türk milletinin ahlakıyla, şefkatiyle ve şevketiyle asla uyuşmamakta ve örtüşmemektedir.

Üstelik en çirkin ve iğrenç dehşet görüntülerin medya vasıtasıyla servis edilmesi de ayrı bir sorumsuzluktur.

Sırf reyting alma uğruna; gazete manşetlerinde veya televizyon ekranlarında kadınlarımızın hazin ve dayanılmayacak hallerini ifşa etmek ne habercilikle ne de objektif yayıncılık anlayışıyla açıklanamayacaktır.

Üzülerek söylemeliyim ki, her geçen gün mesafe ve hız kazanan anlam bunalımı toplumu içten içe çökertmektedir.

Aile dramları, kadın-erkek anlaşmazlıkları, en ufak bir kıvılcımın neden olduğu kavgalar, birlikte yaşama idealini cepheden vurmaktadır.

Emin olun, bu manzaranın hiçbir yerinde gelişmiş, istikrar kazanmış ve huzuru omurgasından yakalamış bir ülke gerçeği yoktur.

Boşanmaların arttığı, ihtilafların yaygınlaştığı, şiddetin kol gezdiği bir sosyal ve toplumsal yapıdan da başka bir şey zaten beklenemeyecektir.

Ülkemiz büyük bir musibetle karşı karşıyadır.

Türk milleti artan şiddetin tasallutundan dolayı kaygılı ve endişelidir.

Nerede duracağı kestirilemeyen ve tahmin de edilmeyen gerilimlerin, çatışmaların baskısından dolayı sıkıntılı ve bunalmıştır.

İnsanımız arasına gerilen nifak zincirleri; sevgileri, bağlılıkları ve saadetleri zayıflatmakta, hastalıklı bir bünyenin vasat bulmasına yol açmaktadır.

Ahlakta başlayan erozyon etki ve sonuçlarını maalesef birçok alanda ve kesimde açığa vurmaktadır.

Kadınlarımızın yüz yüze kaldığı talihsizlikler bu karanlık çerçevenin sadece bir kısmıdır ve bizi şu anda en çok düşündüren bir boyutudur.

İyimserlikle kötümserlik, merhametle acımasızlık, hoşgörüyle bağnazlık, diğerkamlıkla bencillik, merakla uyuşukluk arasında bir tercih yapmamız artık kaçınılmazdır.

Türk kadının hak ettiği itibar ve saygınlığa kavuşmasında hepimizin yapacağı görevler vardır.

Annelerimizin, kızlarımızın yaşadıkları travmalar geleceğe umutla bakmamızın hâlihazırdaki en büyük engelidir.

Bilinmelidir ki kadınlara uzanan kirli ve kanlı eller kırılmadıktan sonra, ülkemizin iyi ve olumlu bir havaya ulaşması mümkün değildir.

Kadınlarımıza yönelmiş her türlü şiddeti bu vesileyle lanetliyor herkesi açık, kararlı ve neticeye ulaşacak bir tavır almaya davet ediyorum.

Bu konuda öncelikle hükümetin inisiyatif almasını bekliyor ve atacağı her adımı yakından takip edeceğimizi ve göstereceği kayıtsızlığı hiç çekinmeden yüzüne vuracağımızı ve bunun da hesabını mutlaka soracağımızı bildirmek istiyorum.

Muhterem Arkadaşlarım,

Sözde Ermeni soykırım iddialarını diline dolayanların kamuoyu yaratma gayretleri tüm hızıyla devam etmektedir.

AKP’nin açtığı bozuk yolu, sahip oldukları kinlerini kusmak için bir fırsat olarak görenler, Türk milletini ahlaksızca soykırımcı gibi takdim etmeye çalışmaktadırlar.

Bu kervana en son olarak Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy bir kez daha katılmış ve iftiralarına bir yenisini daha eklemiştir.

Libya’yı parsellemek ve talan etmek maksadıyla NATO şemsiyesi altındaki açık artırıma katılarak emperyalist arzulardan kopmadığını ispat eden bu şahsiyetin, geçmişimize dil uzatma cüretini göstermesi büyük bir kabalık ve edepsizliktir.

Erivan ziyareti esnasında, sözde Ermeni soykırım iddialarını tanıma konusunda ülkemize çağrıda bulunma cüretini gösteren Fransa Cumhurbaşkanı, tehditler savurmuş, meselenin yine parlamentolarına gelebileceğini hayâsızca ifade etmiştir.

Bu açıklamalarıyla, aynı zamanda kendi ülkesinin iç politikasına dönük mesajlar da veren Sarkozy’nin, Türk milletini soykırım gibi insanlık düşmanı bir suçla itham etmesi hiçbir şekilde kabul edilemeyecek ve geçiştirilemeyecek bir durumdur.

Sarkozy’e önerimiz; eğer ille de bir soykırım örneği görmek ve bulmak istiyorsa geçmişlerine dikkatle bakmasıdır.

Orada en başta Cezayir’de yapılan mezalimler açıkça görülecek ve Kuzey Afrika’daki açık ya da örtülü kıyımların derin izleri bariz bir şekilde fark edilebilecektir.

Sarkozy; Korsika, Brötanya, Bask bölgeleri ve Oksitanya’daki zulümlerin önce hesabını vermeli ve sonra şayet yüzü kalırsa ülkemize laf yetiştirmelidir.

‘Birlikte Her Şey Mümkün’ diyerek 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı makamına oturan bu şahsiyetin, İçişleri Bakanlığı döneminde göçmenlere karşı uyguladığı katı ve sert tutumdan dolayı insanlık vicdanında mahkûm olduğu unutulmamıştır.

Suçu yalnızca Paris’te trene biletsiz binmek olan bir göçmen işçisinin gerekçe gösterilerek, şiddet sahnelerinin ortaya çıkması hala hafızalardaki tazeliğini korumaktadır.

Trene binerken biletinin parasını ödeyenlerin Cumhurbaşkanı olacağını, isyancıların, sahtekârların ve düzen bozucuların ise olmayacağını vurgulayarak; göçmenlere yapılan saldırı kararlarını meşrulaştırmaya çalışan bu patolojik vakıadan milletimizin alacağı ya da öğreneceği bir şey yoktur.

Geçmişimize soykırımcı yaftasını vurmaya çalışan küstahlara karşı AKP’nin ikircikli ve cılız beyanları da milletimizin hakkını, hukukunu ve mazisinin kutlu emanetini savunmada yeterli olmamıştır.

İşin ilginç ve manidar bir başka tarafı ise, aynı anda Fransa’yla yapılan güvenlik işbirliği anlaşması ve karşılık iyi niyet temennilerinin deklare edilmesidir.

Bu çelişkili siyasi diyalogların tam bir AKP klasiği ve teslimiyeti olduğu yönünde herhangi bir tereddüdümüz bulunmamaktadır.

Üslup ve ifade tarzıyla pot üstüne pot kıran İçişleri Bakanı’nın, dünün olaylarına göre yarını şekillendiremeyeceklerini söylemesi, AKP zihniyetinin tarih ve millet şuurundan zerre kadar nasiplenmediğinin bir göstergesidir.

Çarpık ve kör bir bakışla, dünün kutsal emanetlerinin nasıl sahiplenileceğini takdir ve yorumlarınıza bırakmak istiyorum.

Ermenilerle yapılan müzakerelerin, Zürih’te yabancı komiserler nezaretinde kurulan imza masalarının ve birlikte maç izleme bahanesiyle bir araya gelmelerin sözde soykırım iddialarının şımarmasına önemli bir rolü olmuştur.

Bu düşüncesiz ve tarihimizi sorgulatmaya zemin teşkil edecek gelişmelerin, özellikle Ermeni diasporasına koz ve güç verdiği bir gerçektir.

İşin aslına bakılırsa, AKP, çürük ve gayri milli politikalarının zehirli hasadını toplamakta ve bundan da en çok zayiatı yine milletimiz almaktadır.

Yakın coğrafyalarımıza dönük NATO operasyonlarında, en başta Fransa’nın peşine takılarak lojistik destek ve askeri imkânlar sunan AKP hükümetinin elini ve dilini bağlayan hususlardan kurtulması dik ve onurlu duruş sergilemesi bakımından elzemdir.

Türk milletini soykırımcı ya da katliamcı gibi göstermeye çalışan gafillere hükümetin daha cesur ve kararlı cevap vermesi, girdiği yanlış ilişki ağlarından bir an önce çıkması Türk tarihinin sırtına yüklediği en büyük vazifedir.

Yoksa aziz milletimizi zan ve töhmet altında bırakan suçlamaların ve iftiraların azmettiricisi olmaktan ve uygun ortam hazırlayan işbirlikçilikten asla muaf olamayacaktır.

Muhterem Milletvekilleri,

Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu olarak, 1991 yılında bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetlerinin, özgür ve uluslararası camiada eşit bir şekilde temsil edilmesinin 20. yılına ulaşmış bulunuyoruz.

Ne var ki, ata topraklarımızın üzerinde güneş gibi parıldayan bu kardeş ve soydaş ülkelerle kurulan ilişkiler olması gereken seviyenin çok altındadır.

Türklüğün ve Türkçe’nin sahiplenildiği geniş coğrafyaların kaderine terk edilmesi ve üstelik küresel hesapların hedefi haline gelmesi bir diğer açmaz olarak karşımızdadır.

Resmi tören ya da protokollerde, Türk Cumhuriyetleriyle ilgili olarak ifade edilen bir millet, ayrı devlet inancı yalnızca yüzeysel ve sığ bir bakış olarak kendisini göstermiştir.

Bizim için Türklüğün kalbi nerede atıyorsa, Türk varlığı nerede anlam ve zemin buluyorsa orası gözümüzün ve gönlümüzün müstesna ve muazzez bir parçasıdır.

Bunun için Türk Cumhuriyetleriyle ve genelde Türk jeopolitiğinin görüş ve ufuk derinliğiyle iç içe geçmek hem bir mecburiyettir hem de Ötüken’den beridir tarihin belirlediği milli bir yükümlülüktür.

Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar anılarımızı ancak bu şekilde canlı ve diri tutabiliriz.

Millet, kültür ve tarih yakınlığını bu sayede buluşturur ve bir amaca yönlendirebiliriz.

Dünyanın kalpgahı olan Orta Asya’nın, güç odakları tarafından çevrelenmesi yeni bir çıkış, uyanış ve silkinişle etkisizleştirilecektir.

Bölgeye bakınca enerji kaynaklarını gören ve bunun paylaşımına girişen küresel merkezlerin tesiri ancak bu sayede kırılabilecektir.

Orta Asya Türk devletlerini bölgesel ve küresel tazyiklerden korumak, nüfuz mücadelelerinden arındırmak, yapılan hamleleri boşa çıkarmak için Türklük şuuruna ve asırları aşan birikimine çok ihtiyacımız vardır.

Bugün Ortadoğu denklemine Türkiye’yi hapseden AKP körlüğünün, Türk milletinin kudretini görmesi ve gerçek hükümranlığını gösterebilmesi için dikkatini Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine çevirmesi gerekmektedir.

Bize göre yeniçağın siyasal, sosyal ve ekonomik iklimi Türklüğün alacağı pozisyon ve kararlarla yakından ilgili olacaktır.

Bunun için tek millet olduğumuz dost ve kardeş ülkelerle ekonomik, siyasi ve kültürel konular başta olmak üzere, her alanda ilişkileri geliştirmek ve üst düzeye taşımak milli bir vecibe olarak önümüzdedir.

Unutmayınız ki, İran’da canı yanan, Doğu Türkistan’da işkencelere maruz kalan, Balkanlarda hasret çeken ve Dünya’nın neresinde dertlerinden dolayı gözleri yaşaran bir Türk varsa bizler yanlarındayız ve olmaya da devam edeceğiz.

Değerli Milletvekilleri

AKP hükümetinin sorumsuz ve hesapsız politikaları neticesinde, Türkiye bölgesinde yalnızlığa ve gerilim merkezi olmaya doğru hızlı gitmektedir.

Komşularla sıfır sorun sözleri, şimdi yerini komşularla kısır döngüye ve çatışma riskine bırakmıştır.

Sözde restorasyon çabaları, itibarımız artıyor, bölgesel lider oluyoruz iddiaları çölde yolunu kaybetmiş bir bedevinin vaha görmesiyle eş anlamlı olmuştur.

Ülke olarak ne tarafa başımızı çevirsek, ne yazık ki orada bir kriz ve açmazla karşı karşıyayız.

Türkiye’nin jeopolitik gücünü, ısmarlama ve uydurma stratejik derinlik safsatalarıyla değersizleştiren ve tahrip eden AKP’nin, Türkiye’yi sorunlarla kuşatılmış bir alana hızla ittiği bariz olarak görülmektedir.

Başbakan Erdoğan’ın dün dost ve kardeş olarak ilan ettiği ülkeler, birden bire Batı’nın stratejik konsepti doğrultusunda düşman kampına yerleştirilmiştir.

Vizeleri kaldıran anlaşmaların imzalandığı, birlikte baraj açılışlarının yapıldığı, törenlerin düzenlendiği, ortak Bakanlar Kurulu toplantılarının gerçekleştirildiği Suriye’yle neredeyse savaşın eşiğine gelinmiştir.

AKP’ye göre kardeş Esad yerini kalleş Esad’a bırakmış ve Başbakan sonunda restini çekmiştir.

Kaldı ki, barış ve istikrar havarisi AKP zihniyeti, artık savaş çığırtkanlığı dahi yapmaya ve açıktan Suriye’yi hedef almaya başlamıştır.

Bunu karşılıksız bırakmayan Suriye Devlet Başkanı ise, ülkesine vizesiz girişleri askıya almış ve Türkiye’yi tehdit eden ve iç meselelerine gönderme yapan bir aşamaya gelmiştir.

Diğer taraftan NATO Füze Savunma Sistemi’nin erken uyarı radarlarının Malatya’ya konuşlandırılmasından dolayı İran son derece rahatsız ve memnuniyetsizdir.

AKP’ye yönelik olarak; sonuçlarına katlanırsınız tehditleri peşi sıra İran’lı yetkilerden gelmektedir.

Bununla birlikte Güney Kıbrıs Rum yönetimi Doğu Akdeniz’i hem ekonomik bölge olarak kullanırken, hem de yavru vatandan toprak talebini yinelemiş ve Güzelyurt ile Maraş’ı istediklerini alçakça açıklamıştır.

Türkiye deyim yerindeyse tam bir kördüğümle karşı karşıyadır ve artık AKP iktidarı döneminde bir zamanlar sırtı sıvazlanan Rumlar toprak talep edebilir cesareti kendilerinde görmeye başlamışlardır.

Elbette biz AKP hükümetini dış tehditler karşısında bir başına bırakmayız.

Bu en başta Türk milletine karşı sonsuz ve büyük saygımızın bir icabıdır.

Ancak AKP’nin küresel planlara kapılarak taşeron gibi davranmasını da asla tasvip etmeyiz ve bu eleştirimizi demokratik platformlarda sürekli olarak gündeme taşırız.

Başbakan Erdoğan’ın BOP Eşbaşkanı olarak verilen görevleri yapmasına karşı çıkar ve bunun yanlış olduğunu, ülkemizi kaosun içine doğru sürüklediğini her fırsatta muhataplarımıza söyleriz.

Gerçekten de Türkiye geri dönüşü olmayan bir sürece ve kırılmaya doğru adım adım gitmektedir.

Birleşmiş Milletlerin teşkilatlanmasını eleştiren, Somali’ye bigane kalmasını gündeme getiren Başbakan Erdoğan, nedense oyun planını devamlı başkalarının müsaade ettiği alanlarda kurmaktadır.

Bakınız, Irak’ın Kuzeyinde yer ve zemin bulan terörist kampların himayesi bugün Birleşmiş Milletler Teşkilatındadır.

Aranızda, Başbakan’ın kendisinden büyük laflar ettiği Birleşmiş Milletler Toplantısında; bu açık ve berrak gerçeği gündeme getirdiğine tanıklık edeniniz var mıdır?

Kardeş Filistin halkının sözcülüğünü yapan, Gazze ablukasını tenkit eden ve Somali’ye sahip çıkan bu zihniyetin, Birleşmiş Milletlerin koruyucu olduğu kamplardan milletimize zehir ve ölüm saçılmasına yönelik bir dik duruş ve ifadeye tesadüf edeniniz bulunmakta mıdır?

Birleşmiş Milletlerin tarafgir, sömürüyü meşrulaştıran, masumları görmezden gelen uygulamalarının yerden yere vurulması elbette gerekli ve zorunludur.

Hatta 193 ülkeden ziyade 4-5 devletin güdümünde olan bu organizasyonun daha iyi ve barış içinde bir Dünya için yapacağı katkı ve göstereceği çaba bize göre kalmamıştır.

Ancak sözleriyle küresel lider olma hevesine kapılan Başbakan’ın, bir tarafta emperyal eğilimlere karşı çıkarken, diğer tarafta alkışlaması ahlak ve dürüstlük aşınmasında düştüğü noktayı ispatlaması bakımından dikkate değerdir.

İçinden geçtiğimiz süreçte sınır ötesindeki terörist kampların boşatılmasına dönük haberler yeni bir tezgâhın devrede olduğunu göstermektedir.

Ve bunun AKP’nin önüne konulan ve ev ödevi olarak verilen bölünmüş bir Türkiye’nin hayata geçmesi için bir ara aşama olduğu anlaşılmaktadır.

Irak’ın Kuzeyinden sonra, Suriye’nin Kuzeyinde ortaya çıkabilecek bir yönetim boşluğu Türkiye için beka derecesinde bir tehdit olacaktır.

Erbil’den liman kenti olan Suriye’nin Lazkiye şehrine uzanan koridorda, Kürdistan’ın inşa çalışmaları hızla devam etmektedir.

AKP’nin bu vahim gelişmelere gözünü ve idrakini kapalı tutması, yangının ve bunalımın sınırlarımızdan içeri gireceğine işarettir.

Türkiye bu gidişle bölgesel dizayn ve haritaların yeniden çizilmesi konularında sıklet merkezi olacaktır.

Nitekim Dışişleri Bakanı’nın bölgesel ihalenin kendilerinde olduğunu ikrar etmesi bunun açık delilidir.

Tehlike bu kadar net, görünür ve anlaşılabilirdir.

Bu kapsamda Türkiye’nin karşı karşıya olduğu terör ve bölücülük fitnesi daha da bir önem ve anlam kazanmış, mutlaka halledilmesi gereken bir sorun olarak karşımıza dikilmiştir.

Muhterem Arkadaşlarım,

Bildiğiniz üzere özellikle son aylarda Irak’tan Türkiye’ye yönelik terörist sızmaları sonucunda artan PKK terörü hem çok tehlikeli boyutlara ulaşmış, hem de yurt sathına yayılmıştır.

Bununla beraber PKK’nın siyasal uzantıları olduğu artık kimse tarafından inkâr edilemeyecek bölücülerin, kontrollü şiddet ve kalkışma eylemleri de hem alenileşmiş, hem de artış göstermiştir.

Anlaşılmaktadır ki, sadece Mehmetçiklerimizi ve birliklerini hedef almaktan öte, polislerimize ve ailelerine yönelen kanlı terör büyük şehirleri de tehdit etmeye başlamıştır.

Nerede duracağı, kimin durduracağı, nasıl durdurulacağı belli değildir.

Polisin zorunlu askerlik yükümlülüğünü kaldıran AKP hükümeti, yanlışlar neticesinde polisimizi bölücü terörün hedef tahtası yapmıştır.

Hükümet acz içinde kıvranmakta ve eylemleri tribünden izlemektedir. 

İnisiyatif tamamen bölücülere ve bölücü örgüte geçmiştir.

Terör örgütü ve uzantıları dilediği yerde, dilediği dozda, istediği noktalara eylem yapabilecek cesamet ve cürete sahip olmuşlardır.

Yaşanan can ve mal kayıplarının yanı sıra bölücüler devlete karşı meydan okuyan gövde gösterisi, bölünme ve ayrılma ilanları ile İmralı canisi için özgürlük çağrıları yapabilmektedir.

Geçtiğimiz hafta sonu, Gemlik’te Türk milletine ve devletine meydan okuyan bölücü niyetler tüm çıplaklığıyla ortada olup bunun bir kanıtıdır.

BDP milletvekillerinin ayaklanma ve devlete rest çeken çağrıları ise hiçbir şekilde affedilmesi mümkün olmayacak vicdansızlık ve izansızlıktır.

Diyarbakır’da sen kimsin diyen siyasi bölücüye karşı, ‘ben devletim’ diyerek cesur ve kararlı bir çıkış sergileyen ve kendini ezdirmeyen şerefli Türk polisiyle gurur duyduğumuzu da bu aşamada ifade etmeliyim.

Türk polisinin bu takdir edilecek tutum ve haykırışın aynısını Başbakan’dan, yıkım koordinatörü Başbakan Yardımcısından ve İçişleri Bakanından duymak geldiğimiz bu aşamada milletimizin en tabii hakkı ve beklentisidir.

Cesaretiniz ve yüreğiniz varsa Türk devletinin gücünü ve izzet-i nefsini savunun da bizde mahcup olalım ve sizi yanlış tanıdığımızı itiraf edelim.

Ayrıca İmralı canisinin serbest bırakılması yolunda yoğun bir faaliyet ve ısrar vardır.

Ve Türkiye’nin dirliği, birliği neredeyse bu ihanet talebine bağlanmıştır.

“Silahlar sussun, siyaset konuşsun”, “Yetmedi mi Savaş?”, “Yeterince gözyaşı aktı”, Kanla, ateşle alınacak mesafe kalmadı” “Savaş dursun”, “Silahlar karşılıklı bırakılsın” türünden dilek ve tavsiyeler bölücülüğün elini güçlendirmek ve Türkiye’yi yıkıma götürecek kapıyı aralamak için manivela işlevi görmektedir.

Tabii olarak AKP’nin geri çekilerek boşalttığı bütün mevziler ele geçirilmekte ve bölücü dayatmalar artık dur durak bilmemektedir.

Bölücülüğün ve terörün stratejik üstünlüğü ele geçirdiği ve Türk devletini sürekli olarak hırpaladığı bugünkü ortamda, hükümet iradesinin ve ciddiyetinin bulunmaması en büyük handikabımızdır.

Bunun için biz, geçen hafta Kandil Dağı’nda göndere bayrak çekilmesini istedik ve Başbakan’a çağrıda bulunduk.

Üstelik bunu, süresi bir yıl uzatılan sınır ötesi hareket için izin veren Meclis kararından bir gün önce gündeme getirdik.

Başbakan Erdoğan ise bu son derece haklı ve yerinde düşüncemize yönelik; “Eğer yapılacak bir şey varsa, bayrak dikmekle siz orada terörü durduramazsınız. Kandil senin ülken sınırları içinde değil. Bayrağı dikmişsin, terör mü bitecek?” Diyerek hezeyan batağına saplanmıştır.

Tekraren hatırlatmak isterim ki; Kandil’e bayrak dikmek demek, Türkiye’ye yöneltilecek her türlü tehlikeye karşı Türk devletinin varlığını ve kudretini orada hissettirmek demektir.

Biz işgali değil, vatanımızı kötülüklerden ve terör saldırılarından muhafaza etmek için ön alınması gerektiğini söylüyoruz.

Başbakan Erdoğan fazla önemsemese de kendisine söylemek isterim ki;

Bizim için bayrak; şereftir, namustur, Türk devletinin otoritesidir ve dünya durdukça dalgalanacak bağımsızlık sembolümüzdür.

Gelinlerin süsü, şehitlerin örtüsü, yüksek yerlerde açan solmayacak çiçektir.

Biz ki, bayrağı selamlamadan geçen kuşun yuvasını bozacağını haykıran mısralarla şahlandık ve yolumuzu aydınlattık.

Şayet vatanımızı ve milletimizi kim dağıtmak, ayırmak istiyorsa, bu durum karşısında şerefimiz ve varlığımız tehlike altına girmiş demektir.

Bu itibarla şehitlerin kanıyla anlam kazanmış Al Bayrağımızı fitnenin kalbine ve üssüne dikmek hem bir vatan borcu hem de namus melesidir.

Merhum Arif Nihat Asya’dan ilhamla ifade etmek isterim ki; Türk bayrağı nereye dikilmek istiyorsa biz de onu oraya dikmeye yeminliyiz.

Bununla birlikte Kandil’in bağrına, tam göbeğine, katillerin emellerine Türk Bayrağını hançer gibi saplamak için vakit kaybetmeye artık tahammülümüz yoktur.

Biz bayrağımızın destanını okuduk ve gerekirse tekrar destanını yazmaktan asla çekinmeyeceğiz ve vazgeçmeyeceğiz.

Çünkü biz bayrağın altında doğduk ve Hak vaki olduğunda; kimin nerede olacağını bilmeyiz ama, inşallah biz yine onun altında olacağız.

Değerli Milletvekilleri,

Her kanlı cinayeti “teröristlerin son çırpınışları” olarak geçiştirerek bugünlere gelen AKP, güvenlik, siyasi ve hukuki tedbirleri almamış, alamamış ve içinde bulunduğumuz karanlık ortamın tek sorumlusu olmuştur.

2002 yılında sıfır denecek kadar az eylem ve kayıpla devraldığı güvenlik mirasını heba ederek, bugün PKK’nın bu derece büyümesinin, müsebbibi AKP hükümetleri ve Başbakan Erdoğan’dır.

Bu ilkesiz ve teslimiyetçi kadroların yıllardır yaptıkları yanlışlar ve koydukları hatalı teşhislerdir.

Buradan muhataplarına açıklıkla sormak isterim ki;

Milli şuuru ve değerleri tahrip etmek için 2002 yılından beri sistematik gayret gösteren AKP değil midir?

PKK söylemlerinin tercümanlığını yaparak “Türkiyeli’lik” denen bir garabeti oluşturmak gibi sosyal, siyasi ve tarihi gerçeklere aykırı tehlikeli bir projeyi uygulamak isteyen AKP değil midir?

Türkiye’de kanlı teröristlerin cenazeleri devlete meydan okuma gösterilerine dönüşürken, İmralı canisi için özgürlük çağrıları yapılırken, terörün simgesi bez parçaları sallanırken bunlara göz yuman AKP değil midir?

PKK teröristlerinin çekildikleri Kandil Dağı’nda serbestçe yaşamalarına izin veren, himaye eden, destekleyen peşmerge reisleri ile hararetle kucaklaşan, sazlı sözlü sıra geceleri düzenleyen AKP değil midir?

AB’ne uyum adı altında yaptığı yasal düzenlemeler sonucu, teröre yardım ve yataklık, terör propagandası ve milli birliğimizi hedef alan ihanet girişimleri yapmayı suç olmaktan çıkartan AKP değil midir?

Yaşanan kanlı terör eylemlerini ve etnik tahrikleri “Kürt sorunu” olarak gören ve çözüm adı altında kaşıyarak bölücü siyasi talepler için zemin hazırlayan AKP değil midir?

Artık kontrolden çıkan terörle mücadelede, sözde diplomatik yolları tüketmek ve barışçı çözüm aramak adına yıllardır vakit geçiren AKP değil midir?

Bölücülüğü siyasi kimlik talebi olarak ele alan, bireysel kültürel hakların ötesinde kolektif hak ve siyasi statü talepleri için cesaretlendiren AKP değil midir?

Bu çevrelerin hain amaçlarına terör destekli siyasi çözüm yoluyla ulaşabilecekleri konusunda ümit veren AKP değil midir?

Terör örgütünü dağdan şehre inip siyaset yapmaya davet eden, siyasi çözüm ümitlerini yeşerten, teröristlere örtülü siyasi af vaatleri sunan AKP değil midir?

Terörden beslenen bölücülüğü “demokratik hak ve meşru kimlik talebi” olarak mazur gören, Türkiye’nin bölünmesi ve parçalanması projelerine, “toplumsal ilerleme ve çağdaşlaşmanın yol haritası olarak sıcak bakan AKP değil midir?

Bir taraftan Genel Başkan seviyesinde PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmedikçe siyasi bölücülerle görüşmeyeceğini söyleyen, öte yandan bu mihraklarla üst yöneticilerini görüştüren AKP değil midir?

Terörle mücadeleyi yılmadan sürdüren güvenlik güçlerini “şiddet yanlıları”, yıllardır acı çeken kahraman ve muhterem yöre halkını  “işbirlikçi”, Milliyetçi Hareketi ise “kanla beslenen” siyasi parti olarak suçlayanların hamisi bu AKP değil midir?

Bütün bu soruların muhatabı da, adresi de bellidir.

Yaşanan bu gelişmelerin ve gelinen vahim sürecin müsebbibi sadece ve sadece Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetleridir.

Türkiye’deki bölücü çevreler, AKP hükümetlerini ve onların teslimiyetçi anlayışını siyasi amaç ve hedeflerinin adım adım gerçekleşmesi yolunda önemli bir eşik olarak görmüş ve maalesef hapisteki bölücübaşı da dahil olmak üzere bundan sonuna kadar yararlanmışlardır.

Bu nedenle ortaya çıkan bu ağır terör tablosu yıllardır uyardığımız ve beklediğimiz sonuçtur ve nedenlerini başka yerlerde aramaya mahal ve gerek yoktur.

Herşey gün gibi ortadadır ve yegâne sorumlu dokuz yıldır ülke yönetiminde bulunan AKP anlayışıdır.

Son dönemde milli birliğimizi tehdit eden faaliyetlerin pervasızca hız kazanmasının nedenleri ve terör eylemlerinin tırmanmasının gerekçeleri mutlaka hükümetin yanlışlarında aranmalıdır.

Değerli Arkadaşlarım,

Artık mızrak çuvala sığmamaktadır.  Bütün gerçekler ve aktörler ortadadır.  Başbakanın ve hükümetinin sancıları ve sıkıntıları bundandır.

Ne Sayın Başbakan’ın, ne de hükümetinin terörle mücadele etmesi bu teslimiyetçi tavırla asla mümkün değildir.

Bu süre içinde, hainleri saklandıkları inlerde vurmak yerine, vuracakmış gibi imaj uyandırmaya çalışmak, her konuda aldatma ve kandırma siyaseti izleyen AKP hükümetinin bir oyalama alışkanlığı haline gelmiştir.

Bu itibarla, Başbakan Erdoğan ve AKP hükümeti karşımıza çıkacağı bilinen bu kanlı sürecin bedelini ödemek, vebalini taşımak, sorumluluğunu üstlenmek durumundadır.

Bu noktada, “Terör küresel bir olgudur” gibi bahanelere sığınmak hükümeti beklenen akıbetten kurtaramayacaktır.

Özellikle son haftalar içinde meydana gelen eylemler ve sonuçları dikkate alındığında, konu hükümetin alışılagelmiş başsağlığı mesajları, “kanı yerde kalmayacak”, “bıçak kemiğe dayandı” ve “mücadelemiz sürecek” sözleri ile geçiştirilemeyecek kadar önemli ve ciddi boyutlara ulaşmıştır.

Bu itibarla, bu yıl hükümete sınır ötesi harekat yetkisi veren Tezkere’nin önemi daha bir artmış, milletimizin terörün bitirilmesi yönündeki öfkesi daha da kabarmıştır.

Milliyetçi Hareket Partisi, terörle topyekun mücadelede, arkasında inandırıcı bir askeri güç ve siyasi irade olan, çok yönlü bir caydırıcılık stratejisinin kararlılıkla ve kesintisiz olarak uygulanmasının kaçınılmaz olduğuna inanmaktadır.

Partimiz, geçtiğimiz yıllarda etkisizce kullanılan Tezkere desteğini bu yılda vermiş ve az önce de ifade ettiğim gibi, milletimizin beklentilerine tercüman olmak üzere “Kandil Dağına Türk Bayrağı’nın dikilmesinin’ ilk ve önemli çözüm yolu olacağını yüksek sesle ifade etmiştir.

Türk milleti, son alçak saldırılar karşısında gösterdiği vakur tepki ile TBMM’nin yanı sıra kendisinin de bu Tezkere’nin arkasında olduğunu ortaya koymuştur.

Bu yetki daha fazla sulandırılmamalı, geçmişte olduğu gibi zamana yayılarak içi boşaltılmamalıdır.

TBMM’nin Irak’ın Kuzeyine asker gönderme izninden, beklenen etki ve caydırıcılığın alınabilmesi için bahsettiğim bu husus büyük önem taşımaktadır.

Eğer hükümet, sınır ötesine harekât için yetki aldıktan sonra, bunu kullanmazsa; terörle kendi sahasında top çeviren yenilmiş, tükenmiş ve pespaye bir hale sürüklenmiş onursuz bir duruştan kurtulamayacaktır.

Böylesi bir alçalmayı da tarihte ancak ve ancak kendi ülkesine ve vatanına kast eden hıyanet davranışlarında görmek mümkündür.

Başbakan Erdoğan’ın bizim Kandil’de Türk bayrağı dikilmesine yönelik talebimize verdiği isteksizlik bildiren cevabı, Tezkere’nin daha ilk haftasında etkisiz kalmasına yol açmıştır.

Meclis yetkisinin inandırıcılığı ve kararlılığı bizzat bu izni isteyen hükümet ve başı tarafından sıfırlanmıştır.

Başbakan, Tezkere ile Meclis’ten alınan yetkinin etkinlikle kullanılmasını düşünmediğini ihsas ederek terör unsurlarına bir nevi teminat ve söz vermiştir.

Başbakan Erdoğan ve hükümetinin sergilediği bu ikircikli tutum, terörle mücadele konusunda siyasi irade ve kararlılığın bulunmadığını, buna niyetlerinin olmadıklarını da milletimize göstermiştir.

Artan terör eylemlerinin, yıllardır terörle mücadelede sakat ve yanlış bir strateji izleyerek, teröristin insafa gelmesini bekleyen ve canilerle pazarlık yapan bir Başbakan’ın hiç değilse şimdi düştüğü gafletten uyanmış olabileceğini düşünenler yine yanılmışlardır.

Geçmişte de Kandile gitmekten özellikle uzak duran Başbakan Erdoğan’ın, her büyük terör eyleminin ardından Vaşington’a giderek görüşmesi daha önceki savsaklama stratejisinin taktiği olarak hafızamızdadır.

Hatta yine o dönemde yaptığımız aynı öneri için “Kandil Dağı’nın yerini mi bilmiyordunuz, siz yapsaydınız” gibi basit söylemlerle ucuz polemik peşinde koşan ve ABD’den hiçbir zaman kapsamlı bir askeri harekat için izin ve icazet alamayan Başbakan’ın gerçek yüzü ve hedefi belirginlik kazanmıştır.

Bizim anlayamadığımız husus, Kuzey Irak topraklarına yapılmasını istediğimiz kapsamlı kara harekâtı teklifimizin Başbakan Erdoğan’ı neden bu kadar ürkütüyor olduğudur.

Bu teklifimize her defasında tepki gösteren Başbakan’ın, acaba Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Irak’a girmeyeceğine dair birilerine verdiği bir sözü mü vardır?

Kandil Dağı’na operasyon yapılmayacağına yönelik olarak kapalı kapılar arkasında birilerine kesin güvence mi vermiştir?

Böyle bir şey varsa sınır ötesi hareket izni neden ve niçin alınmıştır?

Görünen gerçek şudur: AKP zihniyeti ve hükümeti PKK terörünü gerçek anlamda tasfiye etmek için Kuzey Irak’a kara unsuru olan kapsamlı bir askeri harekât yapılmasını şimdilik düşünmemektedir.

Bu kapsamdaki merak ve endişemiz, alınan sınır ötesi hareket yetkisinin hedefinde Suriye’nin olup olmadığı hususunda toplanmaktadır.

İran’ı da kapsamına alan bir savaş senaryosunun fitili acaba AKP tarafından mı ateşlenecektir?

Böyle bir girişim eğer gerçekten planlanıyorsa, bölgesel bir felakete ülkemiz açıkça sürüklenecek ve bunun bedeli milletimiz ve devletimiz açısından katlanılamayacak boyutta olacaktır.

Muhterem Arkadaşlarım,

Bugün Türkiye’nin karşısına çıkartılan güvenlik ve bölücülük sorunu, özü itibariyle bir demokratik hak talebi, bireysel özgürlük, çoğulcu demokrasi ve siyasal katılım sorunu asla değildir.

Bunu görmek için Başbakan daha kaç şehit verilmesini beklemektedir?

Bu meselenin, etnik bölünmeyi amaçlayan silahlı terör sorunu olduğunun anlaşılması için daha kaç kanlı bombalama gerçekleşmesi gerekmektedir?

Terörün bölücülüğü beslediği, küresel güçlerin desteklediği bir etnik ayrımcılık sorunu olduğunu anlamak için daha kaç vatandaşımız öldürülecek, kaç çocuğumuz ve kadınımız katledilecektir?

Artık, yıllardır ülkemize musallat olan bu beladan kurtulmanın zamanı gelmiştir.

Tek çözüm, PKK terör örgütünün nerede barınırsa barınsın tam olarak yok edilmesi veya tümüyle ele geçirilmesidir.

Bu açıdan, bir sonraki baharda yeniden ortaya çıkmasını kökünden önlemek, yeni şehitleri ebediyete uğurlamamak ve terör yuvalarını Irak’tan çıkarmak için her yöntem kullanılmalıdır.

Artık başka çıkar yol kalmamıştır.

Başbakan Erdoğan ve hükümeti, şayet Türk milletinin varlığından, birliğinden ve bekasından içten içe rahatsızlık duymuyorsa Irak’ın Kuzeyini ekin gibi biçmeli ve Türkiye’ye sahip çıkmalıdır.

Türk tarihinin kutlu sayfalarında adlarının beddualarla hatırlanmasını istemiyorlarsa bunu yapmak boyunlarının borcudur.

Bu haftaki konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.