05.01.2002 - Hollanda Türk Federasyonu 4. Büyük Kurultayında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
Hollanda Türk Federasyonu 4. Büyük Kurultayında
Yapmış Oldukları Konuşma
5 Ocak 2002

 

Batı Avrupa Türkleri’nin Kıymetli Temsilcileri,

Aziz Vatandaşlarım,

Federasyonumuzun Değerli Yöneticileri,

Muhterem Misafirler,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Konuşmama başlarken hepinizi en içten duygularımla selâmlıyor, sevgiler ve saygılar sunuyorum.

Hepiniz hoşgeldiniz, şeref verdiniz.

Avrupa’nın çeşitli ülkelerini olduğu gibi Hollanda’yı da çalışılacak bir ülke olarak gören, o niyetle buralara gelerek yerleşen ve alınterini burada döken sizlerle bir arada olmaktan büyük bir onur ve memnuniyet duyuyorum.

Bizleri Batı Avrupa Türkleri ile buluşturan, aziz milletimizin yurt dışındaki mensuplarıyla kaynaştıran Cenâb-ı Allah’a sonsuz şükürler olsun.

Kurultayımız, hepinize, hepimize kutlu ve uğurlu olsun.

Kıymetli Vatandaşlarım,

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Bütün insanlık, yepyeni bir çağın eşiğinde bulunmaktadır. Yeni çağ, insanın aklına durgunluk veren fırsatların yanında, büyük tehdit ve riskleri de beraberinde getirmektedir.

Bir yandan iletişim ve uzay teknolojisinde, genetik mühendisliğinde devrim niteliğinde gelişmeler yaşanmakta, insanoğlu tarihin en büyük buluşlarını gerçekleştirmektedir. Diğer yandan, dünya milletleri ve toplulukları arasındaki farklar, hayat standartları arasındaki uçurumlar, tarihte hiç görülmediği şekilde büyümektedir.

Teknik bilgi ve teknolojide yaşanan muazzam gelişmeler, şüphesiz dünyanın siyasî ve sosyal çehresini de önemli ölçüde değiştirmektedir. Ulaşım ve iletişim imkânlarının son on yılda ulaştığı nokta, hem reel ekonominin işleyiş biçimini, hem de üretim tarz ve kalıplarını yeniden şekillendirmektedir.

Yine, iletişim teknolojilerinin hızla gelişmesi finansal piyasaların etkinliğini artırmış, sermaye akışkanlığını yüksek oranlara taşımıştır. Meselâ dünya ölçeğindeki sermaye hareketleri 1984-89 döneminde sadece 13,5 milyar dolar iken, 1999 yılında net özel sermaye yatırımları tutarı 129 milyar dolar olmuştur. Diğer taraftan uluslararası sermaye piyasalarında bir günde el değiştiren döviz tutarı 1,5 trilyon dolara ulaşmıştır.

Küresel ekonominin bu denli büyük ve karmaşık hâle gelmesi, çokuluslu şirketlerin bütün dünyada faaliyet gösterir bir nitelik kazanması, hem ekonomik entegrasyonları, hem de kültürler arası etkileşimleri hızlandırmıştır. Bunun tabiî sonucu olarak da, ekonomik açıdan ileri ve kalkınmış durumda bulunan ülkelerin kültürleri, hayat tarzları, bütün dünyaya yayılmaya başlamıştır.

Bu sürecin en önemli özelliklerinden birisi, benzer tüketim kalıplarının dünya ölçeğinde bir tutku hâline gelmesidir. Dünya ekonomisine yön veren şirketler sürekli yeni mal ve hizmetler, dolayısıyla değerler üretmekte, bunları dünya pazarına sunmaktadır. Beklendiği üzere, her toplumun bu mal ve hizmetlerden yeter derecede yararlanması mümkün olmamaktadır.

Tüketim kültürüne alıştırılmış insanların, varlığından haberdar oldukları bu imkânlardan istifade edememesi, bazı toplumlarda nefret duygularının ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Hiç şüphe yok ki, dünyayı bekleyen en büyük tehlikelerden birisi budur.

İdeolojik karşıtlıklara dayalı kutuplaşmaların çözülmesi, toplumların birbirleriyle daha çok ilişkide bulunması, dünya barış ve huzuru açısından sevindirici gelişmelerdir. Ancak bu etkileşimlerin yoğunlaşmasıyla milletler arasında var olan hayat standardı farklarının daha açık bir şekilde gözler önüne serilmesi, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konudur.

Dünya gelir dağılımındaki ürkütücü dengesizlik, yeryüzünün önemli bir bölümünde gelişmiş ülkelere karşı antipati ve hatta bazen nefret beslenmesine sebep olmaktadır.

En başta, dünyanın kalkınmış ülkelerinin elele verip küresel adaletsizliği giderici çareler bulması, insanlığın geleceği açısından elzem gözükmektedir.

Çünkü, insanlığın; daha çok bilgiye daha çabuk eriştiği ve tükettiği, teknolojik imkânlardan daha çok yararlandığı ve eski zamanlara nispetle daha rahat bir hayat sürdüğü bu süreçte, yeterince mutlu ve huzurlu olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün değildir.

Bugün insanlığın geldiği noktada, gelişmiş batı ülkeleri başta olmak üzere, küresel sorunlara ve açmazlara yeni bir anlayış ve yaklaşımla eğilme mecburiyeti vardır.

Dünyanın yeni çağda ilerlemekte olduğu rota üzerinde düşünmek, sorumluluk sahibi bütün millet ve devletlerin öncelikli meselesi olmak zorundadır. Uluslararası terörist unsurların küresel adaletsizlikleri nasıl istismar edebileceği ve teknolojik imkânların insanlığın huzurunu tehdit eden araçlara nasıl dönüşebileceğini 11 Eylül 2001 tarihinde Amerika’da yaşanan acı tecrübe bize ve bütün dünyaya göstermiştir.

11 Eylül sonrasında gündeme gelen tartışmalar ve yaşanan gelişmeler birçok açıdan önem arzetmektedir.

Batı dünyasında bazı önyargılı çevreler, ne yazık ki İslam dini ile terörizmi aynı çerçeve içinde resmetmek için özel bir gayret sarfetmiştir. Bu hem büyük bir haksızlık, hem de büyük bir yanlışlıktır. İslam dininin özünü hoşgörü ve dayanışma ilkelerinin oluşturduğu gözardı edilmemelidir.

Yine, her ülkede, her inanç sistemi içinde teröristlere rastlandığı unutulmamalıdır. Sözün kısası, İslamiyet’in terörizmle ilişkilendirilmesi, en az Afganistan operasyonunun terörist unsurlara değil de İslam’a karşı yapıldığı iddiası kadar yanıltıcı ve tehlikelidir.

İçinde binlerce insanın çalıştığı Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırı, aynı zamanda hiçbir ülkenin artık yüzde yüz güvenli olmadığını ortaya koymuştur. Dünyanın hiçbir ülkesinin bu türden saldırılardan korunmak için bir garantiye sahip olmadığı anlaşılmış bulunmaktadır.

Bu yüzden, küresel barış ve adaletin önem ve gerekliliğine inanan bütün ülkelerin bir işbirliği zemini oluşturması acil bir öncelik kazanmıştır. Milletler ve devletler arasında sağduyulu bir işbirliği zemini oluşturulamadığı takdirde, bu türden menfur saldırıların küresel bir salgın hâline gelmesi ihtimali mevcuttur.

Terörizmden çok çekmiş, binlerce vatan evladını hain terörist saldırılar sonucunda toprağa vermiş Türk milleti, hiç şüphesiz bu konuda büyük bir duyarlılığa sahiptir.

Son 15 yıldır Türkiye’de, kısa süre önce de ABD’de yaşanan terör eylemlerini kayıtsızca izleyen ülke ve toplumlar iyi bilmelidirler ki, terörizm 21. yüzyılda dünyayı tehdit eden en büyük belâlardan biridir. Bu konuda gösterilecek kayıtsızlığın, gün gelip şartlar değiştiğinde o ülkelere de büyük zararlar verebileceği, asla gözden uzak tutulmamalıdır.

Birtakım artniyetli hesaplarla dünyanın bir bölgesindeki terörist faaliyetleri hoşgörüyle izlemek, hatta el altından bu faaliyetlere destek vermek, şüphesiz ateşle oynamanın diğer adıdır. Çünkü yeni yüzyılın en ciddî problemlerinden biri olan ve yıkıcı karakteriyle bilinen terörizm, çok kısa sürede hedef değiştirebilen bir niteliğe de sahiptir.

Gerçekten de herhangi bir ülkeye karşı sürdürülen terörist faaliyetin, çok kısa sürede başka bir ülkeyi veya grubu hedef olarak seçmesi mümkündür.

Çünkü terörizm, sonuçta bir şiddet ideolojisidir ve hangi gerekçeye yaslandığı çok büyük bir önem arz etmemektedir. Bu yüzden, bütün dünya milletlerinin bu konuda gösterecekleri titizlik ve duyarlılık, aynı zamanda kendi millî güvenlik ve asayişleri için olacaktır.

 Türkiye’ye karşı yürütülen bölücü ve yıkıcı faaliyetleri destekleyen, desteklemese bile bu faaliyetlere göz yuman bazı ülkelerin bulunduğu hepinizin malûmudur. Türkiye Cumhuriyeti, bu ülkelerle yürütülen diplomatik temaslarda sürekli olarak terörizmin çirkin yüzünü ortaya koymaya çalışmakta ve terörizmle mücadelede samimî bir işbirliğinin yollarını aramaktadır.

Türk parlamentosunun terör konusundaki en duyarlı partisi olan Milliyetçi Hareket, 11 Eylül tarihli saldırıdan sonra şu önerilerini dünyaya açıklamıştır:

1. Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırının tarihi olan 11 Eylül, “Dünya Terörizmle Mücadele ve Terör Mağdurlarını Anma Günü” ilân edilmelidir.

2. “Uluslararası Terörizmle Mücadele Konferansı” toplanmalıdır.

3. “Uluslararası Terörizmle Mücadeleyi İzleme Komitesi” kurulmalıdır.

Bu öneriler, aynı zamanda, ülkemizin ve partimizin terörizmle mücadelede ne kadar kararlı ve samimi olduğunun, nasıl küresel çaplı bir vizyona sahip bulunduğunun açık ifadesidir. Bu öneri ve samimî yaklaşımların karşılık bulması için, çeşitli ülkelerde yeni acı ve üzücü terör tecrübelerinin yaşanması beklenmemelidir.

Çağrımız, bütün insanlığa ve bütün devletleredir. Çünkü, bir insanlık suçu olan terörizmin kaynaklarını kurutmak ve gerekli yaptırımları uygulamak herkesin görevidir.

Çok Muhterem Vatandaşlarım,

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile olan ilişkilerini de, benzer bir çerçevede ele almak mümkündür. Türkiye’nin AB’ye girmesi için öne sürülen bazı şartlarla, millet olarak yaşadığımız acı tecrübelerin yeterince dikkate alınmadığı açıktır.

Öncelikle şu tespitin herkesçe iyi anlaşılması lâzımdır: Türkiye, Avrupa Birliği’ne dahil olmayı samimiyetle arzulamaktadır. Bunun için kararlı bir şekilde çaba da göstermektedir. Ancak her modern ve demokratik devlet gibi, bu birlikteliğin onurlu ve adil şartlarda gerçekleşmesini istemektedir.

Yine üzerinde durulması gereken bir başka husus şudur: Türkiye; Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu üçgeninde yer alan, dünyanın en stratejik ve aynı zamanda en sorunlu coğrafyası üzerinde bulunmaktadır. Gözyaşı, terör, kargaşa ve kaosun son bir asırdır hiç eksik olmadığı bu coğrafyada, istikrarlı ve huzurlu bir devlet ve millet olarak yaşayabilmenin güçlüğü ortadadır.

Türkiyemiz, tabiî ki, dünyanın en önemli enerji kaynaklarının kıyısında, en stratejik enerji geçiş yollarının üzerinde, üstelik son elli yıldır sürekli çatışma ve istikrarsızlık üreten bir coğrafyada istikrar adası olmanın gereklerini yerine getirecek, milli duyarlılıklarını diri tutacaktır.

Diğer bir deyişle, ülkemiz, üzerinde yaşadığı coğrafyanın jeopolitik öneminin de, stratejik derinliğinin de, bu coğrafyada yaşıyor olmanın doğurduğu zorlukların da farkında ve bilincinde olan bir ülkedir. İşte bunun için, toplumsal hayatını ve ekonomik yapısını felç etmeye yönelen teröre karşı çok hassas bir tutum sergilemektedir.

ABD’de yaşanan 11 Eylül trajedisinden sonra, bu hassasiyetin bilhassa Avrupalı dostlarımız tarafından daha iyi anlaşılması, Türkiye’nin öncelikli beklentileri arasındadır. Çünkü hiçbir ülkenin; kendi varlığını tehdit eden, toplumsal huzurunu ve demokratik sistemini bozmaya yönelen bu türden faaliyetleri hiçbir şekilde hoş görmeyeceği açıktır.

Ülke olarak bizim Avrupalı müttefiklerimizden beklentimiz, insan haklarını maske olarak kullanan terör örgütlerinin gerçek yüzünü görmeleridir. Türkiye’nin bu örgütlerle olan mücadelesinin, son tahlilde küresel barışa ve Avrupa’nın güvenliğine katkı sağlayacağını fark etmeleridir.

Ne acıdır ki, Avrupa Birliği üyesi bazı ülkeler, Türkiye düşmanı terörist örgütlere kol kanat germeyi sürdürmektedir, bunun gerekçesi olarak da insan hakları kavramı gösterilmekte ve sonuçta bu değerli kavramın kirletilmesine ve yıpratılmasına da meydan vermektedirler.

Türkiye’nin ısrarla vurguladığı husus, insan haklarında önceliğin, acımasızca katledilen sivil ve masum insanlara tanınması gerektiğidir. 11 Eylül’de yaşananların, bütün dünyayı olduğu gibi sözkonusu ülkeleri de yeniden düşünmeye sevk etmesi, en büyük dileğimizdir.

Diğer yandan, Avrupa Birliği yönetimlerinin ülkemizin üyeliği konusunda sergilemekte olduğu ikircikli ve çelişkili tutum da, Birliğe dahil olmayı temel tercih olarak benimsemiş ülkemizde şaşkınlık yaratmaktadır. Açıkça belirtmekte fayda var ki, Avrupa Birliği kendi içinde ikilemler yaşamakta, Türkiye’nin üyeliği konusunda net bir tavır ortaya koyamamaktadır.

Mesele, bazılarının sandığı gibi, sadece ülkemizin Birlik kriterlerini yerine getirip getirmemesi değildir. Türkiye’nin bu konudaki kararlı tutumu ve iyiniyetli çabası herkesin malûmudur. Ülkemizin üyelik için ortaya koyduğu çabanın ve yaptığı fedakârlıkların, Avrupalı muhataplarımızın yaptıklarından çok daha fazla olduğu da açıktır. Türkiye, Avrupa hedefini deklare etmekle kalmayıp bu konuda önemli adımlar atmışken, AB yönetiminin henüz “gerçek niyetler” konusunda yeterince kararlı ve samimi bir tutum ortaya koymaması dikkate şâyandır.

Yarım yüzyıldır, Batı’nın stratejik güvenliği için fedakârlık yapan, önemli katkılar sağlayan ülkemiz, bugün özel bir imtiyaz talep etmemektedir. Türkiye, sadece daha çok işbirliği, anlayış ve dayanışma beklemektedir.

İnanıyoruz ki, ülkemizin buna da hakkı vardır.

Muhterem Vatandaşlarım,

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Avrupa Birliği’nin Kıbrıs konusundaki yaklaşımı da, hem Türk milletinin hassasiyetlerini dikkate almayan, hem de tarihî gerçekleri görmezden gelen bir anlayış üzerinde şekillenmiştir.

Avrupa Birliği yönetiminin müzakereler sırasında Kıbrıs adına, Kıbrıs Rum Kesimi yönetimini muhatap kabul etmesi, özellikle demokrasi ve insan hakları şampiyonluğunu kimselere bırakmayan Avrupalı demokratlara hiç yakışmamıştır.

Kıbrıs’ta Türk toplumunun yaşadığını ve bunların da müzakerelerde söz hakkının olması gerektiğini önemsemeyen AB yönetimi, böyle davranmakla aslında meselenin baştan sancılı bir çözümsüzlüğe sürüklenmesine yol açmıştır.

Böyle bir yaklaşım biçiminin meseleyi çözmeyeceği, aksine meselenin daha karmaşık bir hâl almasına hizmet edeceği açıktır. Çünkü Türkiye, Kıbrıs’taki Türk toplumunun haklarının sonuna kadar arkasında olduğunu sıklıkla dile getirmiştir.

Kıbrıs’ta kalıcı ve adil bir çözüme kavuşulması hem Türkiye’nin, hem de Kıbrıs’taki Türk halkının isteğidir. Ancak adil çözüm sözünden, Türk tarafının dışlanması ve Rum tarafının her dediğinin kabul edilmesi anlamını çıkarmak, ne uluslararası normlara, ne de akla ve mantığa uygun bir yaklaşımdır.

Kıbrıs’ta her iki tarafça da onaylanacak bir çözüme gidilmesi, şüphesiz bu sorunun çözümünde takip edilecek en insanî ve mantıklı yoldur. Türk tarafı sorunun çözümü için iyiniyet göstermiştir, bundan sonraki durumu Yunanistan ve Rum Kesimi’nin tavrı belirleyecektir.

Herkes bilmelidir ki, Kıbrıs’ta zulme uğrayan taraf Türk halkıdır. Bunun için, destek olunması gereken, Rum yönetimi değil, Kıbrıs Türk halkıdır.

Avrupa Birliği eğer adaletli ve gerçekçi bir yaklaşım geliştirmek istiyor ise, Kıbrıs Türk tarafına ve Türkiye’ye daha çok kulak vermek durumundadır.

Ama ne olursa olsun, Kıbrıs, Türk Milliyetçileri açısından, sadece milli ve insanî bir mesele değil, aynı zamanda bir onur davasıdır. Bu gerçek, herkes, her ülke tarafından böyle bilinmelidir. 

Çok Kıymetli Vatandaşlarım,

Aziz Dava Arkadaşlarım,

Türkiye dış politika alanında bu sorunlarla uğraşırken, sizlerin de yakından takip ettiği gibi, içeride de ekonomik açıdan zorlu bir mücadele vermekte, ağır ve çetin bir ekonomik krizin yaralarını sarmaya çalışmaktadır.

57. Hükümet’in bir yıl boyunca başarıyla uyguladığı enflasyonla mücadele programının, temelde bankacılık sektöründeki yapısal problemlerin sebebiyet verdiği krizlerle kesintiye uğraması, hiç arzulanmayan ve beklenmeyen bir durum olmuştur.

Buna rağmen hükümetimiz, yeni bir strateji ve planla, ekonomik sorunlarla mücadele programını sürdürme kararı almış, bu kararını da süratle uygulamaya koymuştur. Sonraki süreç içinde ekonomi yavaş yavaş rayına oturmaya başlamış ve olumlu göstergeler ortaya çıkmıştır.

Millet olarak yaşadığımız bu sıkıntının son bir iki yılın eseri olmadığı açıkça görülmektedir. Türkiye’nin kendi kaynaklarıyla ayakta durmakta zorlanmasında ve borç sarmalına sürüklenmesinde, özellikle son on yılın ağır ihmallerinin payı çok büyüktür.

Bir yerde frenlenmesi gereken israf ve faiz ekonomisine, ancak 57. Hükümet döneminde dur denilebilmiş; ekonomideki yapısal reformlar bu dönemde gerçekleştirilebilmiştir.

2001 yılı, hiç şüphe yok ki Türkiye için ekonomik açıdan çok zor bir yıl olmuştur. Ancak, milletimizin büyük bir fedakârlık ve sabırla katlandığı ekonomik kriz günleri, inşallah bir daha yaşanmayacak ve Türkiye’nin ekonomik atılımının temeli olacaktır.

Her türlü eksikliğe ve soruna rağmen Türkiye güçlü bir ülke, Türk Milleti azimli ve onurlu bir millettir. Bunun için Türkiyemizin benzer sıkıntılara rağmen bir “Arjantin olması” mümkün değildir.

Bizim, istikrarın ve kalkınmanın kalıcı olması için katlandığımız her türlü fedakârlık ve gösterdiğimiz her türlü çaba milletimizin dirliği ve geleceği içindir. Türk Milleti’nin önünü açmak, uzlaşma ve hoşgörü içinde güçlü ve lider bir ülkenin inşası için gayret göstermek bizim temel görevimizdir.

Sözün kısası, ülkemizi ve milletimizi bütün engellemelere rağmen güzel bir gelecek beklemektedir. 

Unutulmamalıdır ki Türk milleti, tarihi boyunca nice zorlu engelleri aşmış, hür ve bağımsız olarak bugünlere ulaşmış bir millettir. Tarihten bugüne aktardığımız değer ve birikimlerimiz, hem millet olarak yaşadığımız zorlukları aşmamızda, hem de güzel bir geleceğe ulaşmamızda en büyük yardımcımız olacaktır.

Yine bu birikimimiz, sancılı ve buhranlı bir dönemden geçen dünyaya, sevgi ve hoşgörü çerçevesinde mesajlar sunabilmemize imkân tanıyacaktır. Dünya yeniden şekillenirken, Türk milletinin daha adaletli ve istikrarlı bir dünya için söyleyecek çok sözü olduğuna, hem milletimiz hem de dünya milletleri yakından şahit olacaktır.

Günümüzde, medeniyetler ve kültürler arasında çatışmaya değil, hoşgörü ve anlayışa ihtiyaç bulunmaktadır. Unutulmamalı ki, Türkiye’nin tarihi birikimi ve konumu bu açıdan çok stratejik ve hayatîdir. Türk milleti, kıtalar, kültürler ve dinler arasındaki doğal ve eşsiz konumuyla dünya barışına ve istikrarına katkı sağlamak istemektedir. Buna engel değil, destek olmak gerekir.

Zaten, kültürler ve dinler arası hoşgörü ve diyaloğun hem mümkün, hem de anlamlı olabileceğinin en güzel, en güçlü kanıtlarından biri de sizlersiniz.

Son zamanlarda yeniden gündeme getirilen “medeniyetler çatışması” tezine bu açıdan bakıldığında, siz Avrupalı soydaşlarımız bu tezi anlamsız kılan çok değerli ve önemli bir konumda bulunmaktasınız. Dünün gurbetçileri, bugünün Avrupalı Türkleri olarak, sadece kendi hayatlarınızı idame ettirmiyor, yaşadığınız ülkelerin ekonomik ve kültürel hayatına da zenginlik katıyorsunuz. 

Bilinmelidir ki, Türk Milliyetçilerinin lider ülke ideali, sadece Türk milleti için değil, bütün insanlığın mutluluğu ve huzuru için önder ve örnek bir Türkiye’yi hedeflemektedir.

Bizler, Yüce Allah’ın izniyle başaracağımıza, başarmak için de çok çalışmamız gerektiğine yürekten inanıyoruz. Biliniz ki, sizlerin duaları ve başarıları bizim en büyük desteğimizdir.

Sizler eğitim ve iş hayatlarınızda başarılı olduğunuz, kültürel değerlerinize sahip çıktığınız ölçüde, görevlerinizi lâyıkıyla yapmış olacaksınız.

Bir kez daha vurgulamak isterim ki, sizin varlığınız, başarınız ve Türkiye sevginiz, bizim için en büyük gurur ve övünç kaynağıdır. Sizler var oldukça da bu kaynak hiç kurumayacaktır.

Bu duygu ve düşünceler içinde sözlerimi tamamlıyor, hepinizi en içten duygularımla selâmlıyorum.

2002 yılının sizlere, Türk-İslâm alemine ve bütün dünyaya barış, refah ve mutluluk getirmesini diliyorum.

Hepinizi Cenab-ı Allah’a emanet ediyor, saygılar sunuyorum.

Sağolun, varolun.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı