16.04.2002 - TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Konuşması
16 Nisan 2002

 

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Öncelikle yüksek heyetinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.

İsrail-Filistin arasında uzun bir tarihî geçmişe sahip olan sorunların, İsrail kuvvetlerinin Filistin topraklarını işgaliyle birlikte yeni bir boyut kazanması, uluslararası gündemin en kritik konusunu oluşturmaya devam etmektedir.

Bunun yanında, Afganistan sorunu, petrol fiyatlarındaki dalgalanma belirtileri, Avrupa Birliği'nin genişleme sancıları ve terörizmle mücadele tartışmaları, diğer önemli uluslararası gündem başlıklarını teşkil etmektedir.

Bütün bu gelişmeler, hiç şüphe yok ki, ülkemizin stratejik güvenliğini ve milli menfaatlerini doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemektedir.

Gündeme, ülkemizde yaşanan belli başlı sorunlar ve tartışmalar ekseninde baktığımızda ise, ekonomik konularla birlikte çok çeşitli siyasi hesap ve projelerin önemini koruduğu görülmektedir.

Huzurlarınızda öncelikle dış gelişmelere temas etmek; daha sonra da temel ekonomik sorunların ve bununla bağlantılı siyasi tartışmaların genel bir değerlendirmesini yapmak ve bu konuda uzun vadeli ve serinkanlı bir bakış açısına duyduğumuz ihtiyacın altını çizmek istiyorum.

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Hepinizin bildiği gibi, İsrail-Filistin sorunu ülke ve dünya gündemindeki ağırlıklı yerini korumaktadır.

Sorun, bölge ve dünya dengelerini sarsacak bir niteliktedir. Sorunun çözümü uluslararası toplumun üzerinde uzlaşacağı ve diplomasi temelinde şekillenmesi gereken bir çözümdür.

Bugün bölgede gerçekleşmekte olan acı verici hadiselerin, diplomasi yolunun önüne aşılmaz engeller dikmek dışında bir sonuç doğurmadığı aşikâr hale gelmiştir.

Çatışmanın tarafları, karşılıklı olarak gerçekçi bir perspektif geliştirmediği sürece, bu sorunun aşılma imkânı da bulunamayacaktır.

Aynı şekilde, sorunun çözümünde etkili olmak isteyen uluslararası aktörler de böyle gerçekçi bir perspektifi korumak durumundadır.

Unutmamak gerekir ki, Filistin halkının acılarını duygusallık değil, akılcılık dindirecektir.

Bu sorun, üzerinde sorumsuzca söz sarfedilecek bir sorun değildir. Bu sorun devlet ciddiyeti, tarih bilinci ve uluslararası akıl gerektiren bir sorundur. Bunun, herkes tarafından, bir kez daha tam bir açıklıkla kavranması zarureti vardır.

Ancak bazen aklın yolu çok karmaşık süreçleri, taktik analizleri, incelikle tasarlanmış, ama özde tehlikeli haklılaştırma formüllerini değil, sade ve basit olanı gerektirir.

Bölgede, çelişen ve birbiriyle çatışan millî iradeler böyle sade bir "millî akıl"ı geliştirmek durumundadır. Net, adil ve uygulanabilir bir çözüm ancak böyle bir akılla sağlanabilir. Artık, içinde yeni çatışmalar barındıran sunî uzlaşmalara ve yapıcı sonuçlar doğurması imkânsız taktik manevralara değil, gerçek ve anlamlı bir zemine ihtiyaç vardır.

Bu zemini dışardan icat edip bölgeye ihraç etmek mümkün değildir. Bu zemini bizzat oradaki milli iradeler oluşturacaktır ve oluşturmak zorundadır.

Dışardan böyle bir sihirli değnek mevcut değilse de, uluslararası aktörlere, tıpkı Oslo Barış Süreci'nde olduğu gibi, sorunun çözümünü sağlayacak bir zemini oluşturmanın sorumluluğu düşmektedir.

Son hafta içinde bölgedeki diplomasi trafiği her geçen gün biraz daha artmış olmakla birlikte, istenen sonuçların elde edilmesi yönünde çok ağır mesafe katedilmiş bulunmaktadır.

Filistin Devlet Başkanı Sn. Yaser Arafat'ın, içinde bulunduğu fizikî ve siyasî şartlar da dikkate alınırsa, karşılıklı şiddet eylemlerini kınamış bulunması son derece önemlidir. Aynı tutum ve yaklaşımın İsrail tarafınca da benimsenmesi ve bölgede sağduyunun hakim olduğu bir ortamın gelişmeye başlaması en büyük temennimizdir.

Bu çerçevede, Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Sn. Colin Powell'ın Filistin Devlet Başkanı'yla görüşmüş olması ve bir "Ortadoğu Barış Konferansı" için karşılıklı olumlu ve yapıcı görüşler dile getirilmiş olması da sevindiricidir.

Ancak, bu sürecin ciddi zaman kayıplarıyla, son derece ağır bir şekilde gerçekleşmekte olduğu bir an olsun unutulmamalıdır. Bu durum, ortada çok önemli bir başka uluslararası sorun bulunduğunun kanıtıdır. Çünkü, açıkça görülmektedir ki, dünya üzerinde bir çatışma alanı ortaya çıktığında, uluslararası aktörlerin büyük bir kısmı gereken etkinliği ve sorun çözme yeteneğini sergilemekten uzak bulunmaktadır.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Bu çerçevede, geçen hafta vurguladığımız bir hususa bir kez daha dikkatlerinizi çekmek istiyorum: Soğuk Savaş sonrasında, bugün tek-kutuplu değil, çok-merkezli bir dünyada yaşamaktayız.

Burada önemli olan, bu gerçeği tespit etmek değil, bu gerçeğin bilincinde ve buna uygun bir tutum içinde olmaktır. Ancak bu şekilde, sorumluluğu tek bir odağa yükleyip sorunları çözecek adımlar atmasını beklemek kolaycılığından ve tek-kutuplu bir dünyada yaşadığımız iddiasıyla hiçbir politika üretmemek yönündeki tembellikten kurtulabiliriz. Dünya kamuoyunun öncelikle farkına varması gereken ilk gerçek budur.

Bu gerçeğin idrakiyledir ki, uluslararası aktörlerin mevcut konumları daha yapıcı ve tutarlı bir yön kazanabilir. Aksi halde, ortaya çözüm üreten bir irade koymak bir temenniden öteye gidemeyecektir.

Örneğin, Avrupa Birliği'nin İsrail-Filistin sorununun çözümünde etkisiz ve yetersiz kalmış olması, üzerinde düşünülmesi gereken bir örnek oluşturmaktadır.

Avrupa Birliği kendi iç sorunlarına, ekonomik açıdan dengeli bir yapı oluşturma çabasına o kadar yoğunlaşmış durumdadır ki, kendi dışında yer alan ülkelere ve muhataplarına gerçekçi bir siyasî bakışla yaklaşmayı başarma yeteneğini her geçen gün biraz daha kaybetmektedir.

Buna ek olarak, siyasî bakışını, yalnızca kendi dışında belirlenmiş koordinatlara göre, neredeyse eğreti bir şekilde inşa etmek ve özgün bir duruş geliştirememek gibi bir sıkıntıyı da yaşamaktadır.

Avrupa Birliği'nin, uluslararası strateji ve siyaset düzleminde nelerden yoksun olduğunu özenle düşünmesi ve kapsamlı bir şekilde değerlendirmesi gerekmektedir. Bu sebeple, Türkiye gibi önemli bir uluslararası aktörün Avrupa Birliği içinde yer almasını, sadece birliğin iç dinamikleri açısından değerlendirmek kısırlaştırıcı bir düşüncedir.

İşte bu çerçevede, şöyle bir iddia hiç de yabana atılacak türden olmayacaktır: Avrupa Birliği bugün Türkiye'nin dengeleyici ve etkin rolünden yoksundur. Yarın da böyle bir yapıcı ortaktan yoksun kalıp kalmayacağının kararını da yine kendisi verecektir.

Ülkemizin bölgede sergileyebileceği yapıcı rolün farkında olmamak ve Türkiye'yi gereken uluslararası mekanizmalarda etkin kılmamak, şimdiden sonra, bir "siyasi körlük" içinde bulunmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir.

Tekrar vurgulamak isterim ki, Avrupa'yı, sergilediği acziyet görüntüsünden çekip çıkaracak tek uluslararası aktör Türkiye'dir. Sadece Avrupa Birliği gibi muhataplarımızın değil, ülkemizdeki pek çok siyasi çevre ve anlayışın da bu gerçeğin farkına varması gerekmektedir.

Bu çevreler bilmelidir ki, dış politikanın bazı temel değişmezleri vardır. Yalnızca "kendi eksikleri üzerine kaygılanmaya", sürekli "savunma" halinde olmaya dayalı bir dış politika anlayışı olamaz.

Yine dış politikamız, sürekli olarak başka dış politika aktörlerine etkinlik sağlayacak bir zemin üzerinde gerçekleştirilemez. Devlet ciddiyeti ve millî çıkarların korunması dış politikanın temel önceliklerinden biridir.

Herkesin anlaması gereken ilk husus, yalnızca "hesap verme" ve "savunma" pozisyonuyla dış politika yapılamayacağıdır; bunun önüne geçmenin temel yolu da "millî ilgi ve etki alanları"na herhangi bir sınır koymamaktır.

Bu alanların sınırlarını daraltmak orta ve uzun vadeli dış politika stratejileri ve hedefleri belirlemeyi kolaylaştırmaz, tam aksine zorlaştırır, Türkiye'nin önüne gelen fırsatları, etkili stratejik kozları gereği gibi değerlendirmesini imkânsız hale getirir.

Hepimizin ideali olan Lider Türkiye'nin uluslararası düzlemde hareketli, dışa dönük ve etkin rol oynaması, fırsat, risk ve ittifaklardan azami kazanım sağlaması, ihtilafların çözümüne öncülük etmesi, tarihî ve siyasî potansiyelini üst düzeyde kullanabilmesi gerekir. Bu da, ancak dar kalıplardan, ideolojik önyargılardan, kolaycı formüllerden kurtulmakla mümkün olacaktır.

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Konuşmamın bu bölümünde ekonomik gelişme ve tartışmalarla ilgili tespit ve önerilerimizi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Zaman zaman vurguladığımız gibi, ülkemiz Şubat 2001'de başlayan ve takip eden bir yıl boyunca da kendini bütün ağırlığıyla hissettiren ekonomik krizi aşma ve yaralarını sarma mücadelesini sürdürmektedir.

2001 yılının ekonomik ve sosyal büyüklükleri bir kez daha incelendiğinde, Türk toplumu için ağır bir maliyeti beraberinde getirdiği, kalkınma sürecini sekteye uğrattığı açıkça görülmektedir.

Özellikle krizin ortaya çıktığı ve zincirleme sonuçlarının yakından gözlendiği ilk döneminde yapılan tartışma ve eleştirilerin büyük bir bölümünün, kriz ortamını yatıştırmak yerine derinleşmesine hizmet ettiği de bir o kadar kesindir. 2001 yılı çok çeşitli gerekçe ve hesaplarla yapılan kıyasıya eleştirilerin, karamsarlık havasının ve karalama kampanyalarının adeta birbirleriyle yarıştığı bir yıl olmuştur.

Hiç şüphe yok ki, kriz anlarında sorumlu aramak ve hesap sormak maksadını aşmadığı ölçüde hem meşru, hem de gerekli bir haktır. Yine, panik psikolojisi içinde gelişi güzel bazı eleştiriler yöneltmek tabiî bir tepkidir ve dünyanın her ülkesinde benzeri ruh halini gözlemek mümkündür.

Ülkemizde, işte böyle bir atmosfer içinde, bazen bütün siyaset kurumu, bazen hükümet, bazen Uluslararası Para Fonu (IMF) bazen de devletin büyüklüğü ve hantallığı tek başına suçlu ve sorumlu gösterilmiştir. Bu zihniyet yapılarının hemen yanı başında da sihirli formüller pazarlayanlara ya da krizden nemalanmaya çalışanlara sıkça rastlanmıştır.

Ama hiçbir kesim ve parti, Türkiyemizin o günkü noktaya gelişinde payı olup olmadığını sorgulamak ve bir özeleştiri yapmak ihtiyacı hissetmemiştir. Bu konuda, kriz anında iktidarı paylaştığı için açıkça sorumluluk üstlenen tek parti, yine Milliyetçi Hareket Partisi olmuştur.

Bunun karşılığında, her toplumsal kesimi ve ülkemizin geleceğini doğrudan etkileyen kriz sürecinde, bütün muhalefet partilerinin, medyanın, sanayici ve işadamlarının kendi sorumluluklarının gereğini yerine getirdiklerini iddia etmek mümkün müdür? Bu soruya kolayca evet demek mümkün değildir.

Kriz sürecinde "sahte kurtarıcılar", "sahte gündemler" gibi, gereksiz yere "günah keçileri" yaratılmış, anlamsız bir şekilde "kriz çığırtkanlığı" yapılmamış mıdır? Bütün bunlardan Türk insanının, Türk ekonomisinin kazancı ne olmuştur?
Ülkemizde, uzun yıllardır değişimden ve reformdan söz edildiği ve hatta zaman zaman değişim kavramından tek başına "kurtarıcı ideoloji" gibi bahsedildiği bilinmektedir.

Ama bu yapılırken bir gerçek sürekli unutulmakta veya göz ardı edilmektedir. Bu gerçek şudur: Değişimin ya da dönüşümün önce bunu talep edenlerden başlaması, kavramı sıkça telaffuz edenlerin gerçekten değişmesi zorunludur.

Sözün kısası, artık "değişim kavramı"nın değişmesi gerekmektedir.

Kıymetli Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Bugün, 18 Nisan seçimlerinin üzerinden 36, 57. Hükümetin kuruluşunun üzerinden 35, ekonomik krizin başlangıcının üzerinden ise yaklaşık 14 ay geçmiş bulunmaktadır.

Ülkemizin ve milletimizin 18 Nisan seçimlerine hangi şartlarda girdiğini, 1990'lı yıllarda hakim olan siyasi zihniyetlerin demokrasimizi ve ekonomimizi hangi noktalara sürüklediğini, hafızalarımızı yokladığımızda hatırlamamak imkânsızdır.

Bugün gelinen noktada, özellikle hakim ve çarpık zihniyet kalıpları ve medya ahlâkı açısından değişen fazla bir şey olmadığı görülmektedir.

Bunun için, eğer ülkemizde hataların tekrarlanması istenmiyor ise, önce zihniyetlerin değişmesi gerektiği açıktır. Türkiye'de yıllardır sorumluluk mevkilerinde bulunanların, ülkenin kaderini doğrudan ilgilendiren kararların altında imzaları olanların, istedikleri zaman bunları yok farzeden söylemler geliştirmeleri, maalesef sıkça karşılaştığımız davranış biçimi olmaya devam etmektedir.

İşte, bu kafa yapısı değişmedikçe, yani Türk siyasetine tutarlılık ve sorumluluk kültürü hakim olmadıkça, "önce ülkem, sonra partim" anlayışı yerleşmedikçe, ileriye doğru atılan adımlar ya çok zor olmakta, ya da cılız kalmaktadır.

Yine, sivil toplum örgütlerinin ve medyanın bu konuda sergileyeceği duyarlılık etkili ve sürekli olmayınca, her dönemde "sahte kurtarıcılar", "değişim havarileri" veya "mucize tüccarları" boy gösterecek, siyasi kandırmacanın sonu gelmeyecektir. Böyle olduğu sürece de, toplum olarak, belirli mesafe alındıktan sonra başlama noktasına geri dönmemiz kaçınılmaz olacaktır.

Bir ülkede, ekonomi ve demokrasinin sağlığı için en "tehlikeli popülizm" türü budur. Çünkü, demokrasilerin ve halkın gerçek dostu mu, yoksa düşmanı mı olduğunu ilk planda anlamanın çok zor olduğu bir anlayış ve yaklaşım türünü yansıtır.

Bu tür bir siyaset anlayışı ve mantığı, demokratik değerler ile sorumluluk ahlâkının anlamlı bir sentezini ifade eden "yurttaşlık kültürü"nün gelişimi önündeki en büyük engeli teşkil eder.

Bunun için, daha demokratik, hoşgörülü ve güçlü bir Türkiye için, öncelikle bazı zihinlerdeki ve dillerdeki bu engelleri ortadan kaldırmak gerekir. Bizim, Milliyetçi Hareket Partisi olarak 18 Nisan seçimleri öncesinden itibaren ısrarla takip ettiğimiz siyasetin temel mantığı da, özü de budur.

Bol keseden menfaat dağıtma vaadinde bulunmak, sorunları önce derinleştirip daha sonrada çözme isteğini sıkça dile getirmek, tercih edilebilecek en tehlikeli ve en kolay yoldur. Bu yolların belirli ölçülerde de olsa prim yaptığının görüldüğü ortamlarda farklı ve yeni bir siyasetin savunuculuğunu yapmak zordur. Çünkü oldukça zahmetli ve uzun soluklu bir mücadeleyi gerektirir.

Fakat, ne olursa olsun, hangi oyunlar oynanırsa oynansın biz bu mücadelede inançlı ve kararlıyız.

Milliyetçi Hareket, bundan böyle de, en ufak bir kişisel siyasi hesap yapmadan yoluna devam edecektir.

Kısacası, Milliyetçi Hareket, tutarlı, sorumlu ve dürüst siyasetin kök salması için her türlü gayreti gösterecektir.

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Tekrar krizin boyutları ve ekonomimizin geleceği meselesine dönerek bazı hususları vurgulamak istiyorum.

Sadece ülkemizde değil, dünyanın her tarafında, yine sadece ekonomik krizlerde değil, bütün kriz süreçlerinde geçerli olan basit ama temel bir kuraldan söz etmek mümkündür. Buna göre, krizin boyutları ve sonuçları ile krizin neşet ettiği yapılar ve ortam arasında doğrudan bir ilişki vardır.

Ülkemizde yaşanan ekonomik kriz, uzun yılların ihmallerinin yanında, zamanın iç ve dış şartları ile mevcut ekonomik kural ve yapıların yetersizliklerinin de bir göstergesidir.

Hatırlanacağı üzere, ülkemizde sadece son sekiz yıl içinde üç kez ekonomik kriz ve küçülme süreci yaşanmış ve halkımız büyük sıkıntılar çekmiştir. 1994, 1998-1999 ve 2001 yıllarında yaşanan ekonomik daralma ve sorunlar, ülkemizin gelişme ve atılım sürecini frenleyen ağır sonuçlar üretmiştir

Nasıl 1994 ve 1998-99 yıllarında gözlenen gelişmeler, tek başına o dönemin eseri değil ise, 2001 yılında yaşananlar da sadece o yılın bir ürünü değildir. Her kriz, kendini üreten çarpıklıklar ve yapısal yetersizlikler çözümlenemediği ölçüde, yeni bir krizin de hazırlayıcısı olmaktadır.

Türkiye 1990'lı yılların sosyo-ekonomik açıdan en belirgin özelliğini, yeniden yapılandırma ve yolsuzluklarla mücadele sürecindeki başarısızlıklar yüzünden kamu kaynaklarının rasyonel kullanılamaması ve toplumun göz boyamaya yönelik geçici tedbirlerle oyalanması oluşturmaktadır.

Dolayısıyla, Türk ekonomisi, düzenli ve yeterli bir büyüme ritmi tutturamamış ve krizlere dayanıklılık yeteneği kazanamamıştır. Türk ekonomisi sürekli ve yeterli büyüme sürecine kavuşamadığı sürece de, temel sosyal ve ekonomik sorunlara kalıcı çözüm bulmak imkânsızlaşmaktadır.

Böyle bir yapıdan sıyrılmanın, dolayısıyla dengeli ve istikrarlı bir büyümenin ön şartlarını ise; vergi sistemindeki sorunlar dahil yatırım ve üretimin önündeki bütün engellerin kaldırılması, ekonomik aktörler açısından geleceğin gözle görülür hale gelmesi, bilgi ve teknolojinin kalkınma sürecindeki rolünün geliştirilmesi ve son olarak krizlere dayanıklı bir ekonomik yapının, yani kurumlar ve kurallar manzumesinin hayat buluyor olması oluşturmaktadır.

Ülkemizde, bazı yetersizliklerine ve eksiklerine rağmen son iki yıl boyunca yapılanların ve halen yapılmaya çalışanların esas hedefi ve mantığı budur.

Son zamanlarda yeniden alevlenen "enflasyon tartışmaları", daha açık bir deyişle "enflasyonla büyüme ve yaşama önerileri", bu açıdan da üzerinde durmayı gerekli kılmaktadır.

Türkiye'nin enflasyonun yüksek seyrettiği dönemlerde de ekonomik büyüme sürecini yaşadığı doğrudur. Ancak bu durum, bugüne kadar ne geniş toplum kesimlerinin sorunlarını çözmüş, ne de istikrarlı büyümeye elverişli bir zemin oluşturmuştur.

Bilakis, temel açmazını borç ve faiz kısır döngüsünün oluşturduğu ekonomik krizlere kapı aralamaya devam etmiştir. Çünkü, yüksek enflasyon olgusu, bir taraftan orta ve uzun vadede halkın fakirleşmesine yol açmakta ve haksız kazançlara sebep olmakta, diğer taraftan da sağlıklı yatırım iklimi ve zeminini ortadan kaldırmaktadır.

Unutulmamalı ki, gerçek bir büyüme, ancak yatırım, üretim ve ihracat üçlüsünün sürekli bir arada bulunmasıyla mümkündür.yatırım sahaları” yerine, “banka kasaları”nı tercih etmesi kaçınılmazdır. Oysa, yüksek ve oynak enflasyon olgusu, yatırımcılar ve yatırım faaliyeti açısından elverişli bir ortam değildir. Reel faizlerin yüksek seyrettiği dönemlerde ve ülkelerde, sermayenin “banka kasaları”nı tercih etmesi kaçınılmazdır.

İnanıyoruz ki, ülkemiz bu kısır döngüyü kırdığı zaman, yani hem enflasyonu düşürüp belirli bir seviyede tutmayı başardığı, hem de ekonomik büyümeye sürdürülebilir bir nitelik kazandırdığı zaman, ekonomik istikrar ve kalkınma süreci gerçek rayına oturmuş olacaktır.

Bunların yanında, ekonomimizin, rekabet gücünü ve dinamizmini de süratle arttırmamız gerekmektedir.

Bu dönüşümün ön şartlarından birini de, bilimsel ilerlemeler ile teknolojinin ekonomik faaliyetlerde daha yoğun ve yaygın biçimde kullanılması ve AR-GE çalışmalarının kurumsallaştırılması oluşturmaktadır. En azından orta vadede, ülkemizin AR-GE alt yapısının güçlenmesi ve sanayinin teknoloji üretme ve kullanma yeteneğinin geliştirilmesi şarttır.

Aksi taktirde, ekonomik büyüme süreci tek başına bir anlam ifade etmeyecek, Türk ekonomisi giderek keskinleşen küresel rekabet ortamında çok gerilerde kalacaktır.

Yaşanılan kriz şartlarına ve kaynak yetersizliklerine rağmen, Türkiye bu konuda yeterli olmasa bile önemli adımlar da atmaktadır.

Dün başkanlığımızda olağanüstü toplanan "Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu", bütün Avrupa kıtasını kapsayan ve yeni bilim ve teknoloji üretimine yönelik projelerin geliştirileceği "6. Çerçeve Programı"na aktif biçimde katılma kararı almış bulunmaktadır.

Böylelikle, Avrupa ölçeğinde geliştirilen yeni teknoloji ürünlerine ortak olma imkânı doğmakta ve Türk sanayisi Avrupa Birliği araştırma sonuçlarına ulaşarak onlardan faydalanma şartlarına kavuşmaktadır.

Ayrıca, TÜBİTAK'ın koordinatörlüğünde ülkemizin bilim ve teknoloji politikalarının temel hedef ve ilkeleri belirleyen "2003-2023 vizyonu" çalışmaları süratle devam etmektedir.

Yine, 26 Haziran 2001 tarihinde kabul edilen "Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu" da bir başka adımı ifade etmektedir. Böylece, ülkemizde "AR-GE Endüstrileri" ve "Silikon Vadileri" inşa etme sürecinde önemli bir başlangıç yapılmış bulunmaktadır.

Çünkü, "Bilgi ve Teknoloji Kentleri", gençlerimizle birlikte Türkiyemizin geleceğidir.

Görüldüğü gibi, bir yandan krizin yol açtığı sorunlarla uğraşılırken, bir yandan da kriz üreten yapılar yenilenmekte ve yeni projelere imza atılmaktadır. Bütün bunları küçümsemek ya da yok farzetmek, Türkiye'yi küçümsemek, Türk insanını gereksiz yere karamsarlığa itmek demektir.

Sözlerimi, ekonomi, siyaset ve zihniyet ilişkileri ve geleceğimiz çerçevesinde son bir hususa daha işaret ederek tamamlamak istiyorum.

Türkiye, kendini hem gereksiz bir "profesyonelleşme saplantısı"ndan, hem de "popülizm bataklığı"na düşmekten mutlaka korumalıdır. Siyasi alanda olduğu gibi, ekonomik alanda da yeni gelişmeleri ve araçları bütün boyutlarıyla iyi izlemek ve kavramak zorundadır.

Sözün özü, ekonomi-siyaset ilişkisinde temel kriterimiz ve hedefimiz, her şart altında milletimizin ve ülkemizin yüksek menfaatleri olmak zorundadır.

Unutulmamalı ki, ekonomi ne bazı çıkar grupları içindir, ne de siyaset sınıfının çıkarı içindir. Ekonomi, sadece ve sadece Türk milletinin refahı ve geleceği içindir.

Bu duygu ve düşüncelerle hepinizi bir kez daha selamlıyor, saygılar sunuyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
GenelBaşkanı