27.03.2001 - TBMM Gup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Konuşması
27 Mart 2001

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Öncelikle yüksek heyetinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Türkiye'miz açısından çok zorlu geçen bir süreçte bulunduğumuza şüphe yoktur. Ekonomimizin ard arda yaşadığı iki talihsiz krizin yol açtığı sıkıntılar, halkımızın önemli bir kesimi üzerinde yük oluşturmaya devam etmektedir. Böyle bir dönemde insanlarımızın morallerinin bozulup karamsarlığa kapılmaması çok zordur.

Bu sebeple, halkımızın şikayetlerini dile getirmesi, kızgınlıklarını ortaya koyması kadar tabii bir reaksiyon olamaz. Hatta, yaşanan bütün sorunların ve sıkıntıların faturasını 57. Hükümete çıkartması da mümkündür.

Kısacası, demokratik ve etik duyarlılığı kaybolmamış siyaset yaklaşımlarının millet karşısında "boynu kıldan ince" olma mecburiyeti vardır. Siyaset kurumu, bu çerçevenin dışında yer alan oyunlar ve kasıtlı yıpratma kampanyaları karşısında ise dimdik ayakta durmak zorundadır.

Gerçekten de, demokratik rejimlerde, toplumsal talep ve beklentilere imkânlar ölçüsünde cevap verilmesi kadar, duyarlı olunması da çok önemlidir. Bizim Milliyetçi Hareket Partisi olarak, bu çerçevedeki yaklaşımlarımızı çeşitli vesilelerle ortaya koyduğumuz bilinmektedir.

Şüphe yok ki, bütün ülkelerde toplumsal talep ve beklentilerinin karşılanma düzeyi, çeşitli faktörlere bağlı olarak değişiklikler gösterir. Böyle bir süreçte, ülke ekonomisinin kapasitesinden bürokratik mekanizmalara, siyasi ve hukuki düzenden sosyal yapıya kadar birçok faktör rol oynar.

Siyasi sistemin sorunlara çözüm üretme ve talepleri karşılama seviyesi, bütün bunların yanında iki önemli hususla daha yakından ilgilidir. Birincisini, toplumsal sorunların ulaştığı boyutlar, yani sorunların nitelikleri oluşturur. İkinci husus ise, sorunların çözümü için gerekli olan imkân ve şartların hazırlanma ve kullanılma biçimini ifade eder.

Görüldüğü gibi, sıraladığımız bütün bu faktörler birbiriyle doğrudan ilişkilidir. Bunların bütününün oluşturduğu ortam ve yapı, toplumların sorun çözme ve politika üretme kabiliyetinin ve kültürünün temel özelliklerini yansıtır.

Türkiye'ye bu mânâda bir kuş bakışı, bizleri hiç şüphesiz sancılı bir manzara ile yüz yüze bırakacaktır. Meseleye, tarihi arka planı açısından yaklaştığımızda, yüzyılı aşan sorun ve şikayetlerle, yine yüzyılı aşan bir süredir tartışılan ve eleştirilen kurumsal yapılanma ve alışkanlıklarla karşılaşmamak mümkün değildir.

Bu durumun sorumluları arasında partilerin ve siyasetçilerin konumu ve rolü çok önemlidir. Ama hiçbir zaman tablonun tek sorumlusu değillerdir.

Aynı şekilde, temel sorunların ve sıkıntıların çözümünde kurumların ve kuralların kalitesi de çok önemlidir. Ama hiçbir zaman, kurum ve kuralların değişerek iyileşmesi tek başına bir çözüm değildir.

Ülkemizde özellikle anayasa ve siyasi rejim tartışmalarında bu genel anlayışın izlerini görmek mümkündür. Kurum ve kuralların değişmesinin, kafalar değişmediği sürece çok fazla bir öneme sahip olmadığı genellikle gözardı edilmektedir.

Bugün, ülke ve millet olarak yaşadığımız sıkıntılar karşısında takınılan tavırlarda da, maalesef benzeri bir yaklaşım hakimdir. Bu anlayışlar, yerini daha serinkanlı ve çok yönlü samimi yaklaşımlara bırakmadığı sürece de mevcut yapının dönüşümü ve sorunların çözümü sıkıntılı bir süreç olmaya devam edecektir.

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Huzurlarınızda bütün bunlara temas etmemin bazı önemli sebepleri bulunmaktadır.

Türkiye, başta siyasetçiler olmak üzere, her mesleki kategori, her sosyal grup içinde yer alanların kendi konum ve rollerini tespit ve icra etme konusunda ortak bir açmaz ile karşı karşıyadır.

Bu açmazın özünde ise, herkesin kendi işinin en iyisini yapma, kendi mesleğini en iyi şekilde icra etme mecburiyetine sürekli olarak ikincil bir önem atfetme alışkanlığı yer almaktadır. Diğer bir deyişle, toplumsal gruplar ile farklı meslek sahipleri genellikle kendi görev ve sorumluluklarından daha çok başkalarının alanlarıyla ilgilenmektedir.

Tabi ki, siyaset kurumu ve süreci bu durumun çok önemli bir istisnasını oluşturmaktadır. Çünkü, siyasetin, toplumun ortak kaderi üzerinde daha doğrudan belirleyici bir işlevi bulunduğu ve bütün toplumun gözü önünde cereyan ettiği bilinmektedir. Dolayısıyla, siyaset kurumu ve işleyişi üzerinde, siyasetçilerin dışındaki unsurların söz söyleme hakkının varlığı, tartışma götürmez bir gerçektir.

Bu çerçevede, siyasete müdahil olma çabasının meşruluğu ve gerekliliği kadar, bu tür çabaların niteliği ve amacının ne olduğu da önemlidir. Bunun için, gerekli ve hatta zaruri olan siyasete müdahil olma çabalarının da siyasetçiler kadar sorumluluk ahlâkıyla bezenmiş olması kaçınılmazdır.

Buna rağmen, ülkemizde yeterince tartışılmayan ve hayatiyet kazanamamış olan temel hususlardan biri, "sorumluluk kültürü"dür. Her vatandaşın, her meslek grubunun ve tabi ki siyasetçinin hem ait olduğu sosyal kategoriye, hem de toplumun bütününe ilişkin bir sorumluluk bilincine sahip olması gerekmektedir.

Milli, mesleki ve sosyal alanlara ilişkin olarak ortaya çıkan ve paylaşılan ilke ve değerlere sahip olamayan bir ülkenin mesafe alması çok zordur. Çağın bir gereği olan katılımcı demokrasinin ahlakî standartları yüksek bir işleyişe sahip olması, herşeyden önce sorumluluk kültürünün zenginliğine ve pekişme düzeyine bağlıdır.

Günümüzde, siyaset kurumunun ve siyasetçilerin sürekli şikayet konusu edilmesinde yapılan uslûp ve yöntem yanlışlıkları da dahil olmak üzere, temel siyasi problemin bu noktada düğümlendiği görülmektedir.

Benzer şekilde, iletişim teknolojilerinin hızla gelişmesinin ardından toplumların hayatında ve ekonomik işleyişte giderek daha etkin bir konuma gelen medyanın durumu da bundan farklı değildir. Ülkemizde, siyasete en çok müdahil olan ve hatta taraf olan, ama aynı zamanda en çok tartışılıp eleştirilen kurumlardan biri de şüphesiz medyadır. Buna rağmen, "medya etiği"nin gelişip kurumlaşması bir türlü mümkün olamamaktadır.

Görüldüğü gibi, başta siyasiler olmak üzere, her kişi ve kurum, ülke meselelerine öncelikle çok yönlü bir sorumluluk ahlâkı penceresinden bakmak durumundadır. Kuralların değişmesini beklemek, sorunların ve usulsüzlüklerin en azından bir kısmının ertelenmesi demektir. Bunun için, kişisel, mesleki, ve toplumsal sorumluluk üçgenini geliştirip hayatın bir parçası haline getirmek büyük önem arzetmektedir. Eleştiri hakkının gerçek mânâda meşru ve etkin olabilmesinin yanında, doğru çözüm yollarının bulunabilmesi de buna bağlıdır.

Bütün bu altını çizmeye çalıştığımız noktaların önemini, ülke olarak bir ayı aşkın süredir yaşadığımız kriz ortamının bu çerçevede bir analizi yapıldığında da görmek mümkündür. Zannediyorum, bu süreç ve ortamda, "sorumluluk kültürü"nün ne kadar çarpık ve zayıf olduğu bir kez daha anlaşılmış bulunmaktadır.

Ekonomik krizin sebepleri, özellikleri ve çıkış yollarından çok, felaket senaristliği, ideolojik ve ekonomik bağlara göre farklı siyasi tavır alışlar ve özellikle partimize yönelik planlı ve sinsi yayınlar ortalığı kaplamıştır. Türkiye'de yaşanan bir çok krizde bizzat yer alan veya krizden çıkar sağlamaya çalışan çevrelerin, bugün partimizi sağda solda dillerine dolamaya çalışmaları manidardır.

Bilinmelidir ki, Milliyetçi Hareket Partisi'nin, hiç kimseden koalisyon kültürü öğrenmeye ya da kendisine ülke sorumluluklarının hatırlatılmasına ihtiyacı yoktur. Milliyetçi Hareket, bu zamana kadar ülke ve millet sevgisinin sayısız örneklerini ortaya koymuş, tutarlı ve seviyeli bir siyaset anlayışının gelişip yerleşmesi için özel gayret sarfetmiş bir partidir.

Aslında bütün bunları yok sayarak değerlendirme yapanların neye ve kime hizmet ettikleri belli değildir. Fakat ülkeye ve demokrasiye hizmet etmedikleri, yeterince açık ve dürüst olmadıkları kesindir.

Değerli Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Bu genel tespit ve değerlendirmelerden sonra, şimdi ekonomik krizin aşılması konusuna kısaca da olsa temas etmek, son olarak da Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri üzerinde durmak istiyorum.

Hatırlanacağı gibi, ülkemizin içinde bulunduğu ağır şartlara ve dış dinamiklerin elverişsizliğine rağmen, hükümetimizin 2000 yılının başından itibaren uygulamakta olduğu programın, Şubat krizinin ardından başlangıçtaki temel araçları ve amaçları bakımından sürdürülmesi imkânsız hale gelmiştir. Özelikle malî sistemde var olan bazı sorunlar ekonomik programın hayatiyetini olumsuz yönde etkilemiş, Türkiye'nin bir çok alanda birden yürütmek zorunda olduğu mücadelenin ağırlığını taşımakta zorlanmıştır.

Ekonomik program, bütün boyutlarıyla mükemmel olmasa bile, üç yılı kapsayan kademeli yapısı, ana hedeflerinin önemi ve arkasındaki siyasi kararlılığın varlığı gibi ayırdedici vasıflarıyla benzerlerinden daha tutarlı ve gerçekçi olduğuna şüphe yoktur. Zaten, şubat ayı içinde yaşanan bildiğimiz gelişmeler, sadece programın değil ekonomimizin de en zayıf tarafını oluşturan boyutunun iyice aksaması sonucunu doğurmuştur.

Son iki-üç ay içinde ortaya çıkan fiili durum, ekonomik büyüklüklerin ve dengelerin yeniden kurulmasını zorunlu hale getirmiştir. Bunun yanısıra, ekonomi yönetiminde yeni bir yapılanmaya gidilmiş, ekonomik mücadelenin yöntem ve araçları mevcut aksaklık ve sorunların ışığında yeniden kurgulanmaya başlanmıştır.

Yaşadığımız kritik süreçte hataların ve eksikliklerin çok iyi tespit edilip tartışılması kadar, soğukkanlılığımızı kaybetmeme, yani sorunları ve ihtiyaçları sağlıklı bir şekilde değerlendirme mecburiyetimiz vardır. Bizim parti ve hükümet ortağı olarak bu zamana kadar yapmaya çalıştıklarımız ve tavsiyelerimiz, sürekli şekilde böyle bir bakış açısının ürünleri olmuştur.

Biliyor ve inanıyoruz ki, duyarlı siyaset anlayışı, sorumluluktan da, sorunlardan da kaçmayan bir anlayıştır. Ama bunun iktidar koltuklarına yapışıp kalmakla hiçbir ilgisi yoktur. Önemli ve gerekli olan, doğru zamanda doğru kararları verip uygulayabilmektir.

Bugün, sadece hükümetin değil, Türkiye'nin önündeki en öncelikli mesele, ekonomik krizin soğutulması çalışmalarını titizlikle sürdürmek, daha sonra da ekonomik büyümenin dinamiklerini harekete geçirmek ve makro ekonomik istikrarı temin etmektir. İşte, son bir aydır yapılmak istenenler, bu amacın hayata geçirilmeye çalışılmasını ifade etmektedir.

Şüphe yok ki, ekonomik gelişmenin istikrara kavuşması için krizin bir an önce aşılması gerekmektedir. 57. Hükümetin bu noktadaki temel tercihi, yaşanılan olumsuz şartların ve belirsizliğin, zorlama yollar yerine, tabii yöntemlerle ve rasyonel araçlarla ortadan kaldırılması yönündedir.

Yeniden inşa çalışmaları devam eden ekonomik programın tam olarak şekillenip açıklanmasının biraz uzamasının temelinde de bu sebep yatmaktadır. Bir diğer sebebini de, Türkiye'nin kronik sorunu olan sağlıklı malî kaynak ihtiyacının karşılanması meselesi oluşturmaktadır.

Takdir edileceği üzere, gereksiz bir aceleciliğin ya da atılacak yanlış bir adımın daha ileri adımları zora sokma riski bulunmaktadır. Bu sebeple, titiz ve özenli davranma mecburiyetini farklı bir şekilde değerlendirmekten kaçınmak lazımdır.

Bugün, meclisimize ve hükümetimize, Türk insanını içine sıkıştığı cendereden kurtarmak için, geçiş dönemini en sağlıklı biçimde atlatabilme görevi düşmektedir. Bunun hemen ardından da yatırım ve üretim seferberliğini başlatıp başarmak görevi gelmektedir. Çünkü istikrar içerisinde yatırım ve üretim yapamayan, yeni istihdam yaratamayan bir ekonominin sağlığına tam olarak kavuşması, toplumsal refaha ve mutluluğa ciddi katkılar sağlaması mümkün değildir.

Türkiye'nin, 21. yüzyıldaki konumu bakımından stratejik öneme sahip olan 1990 yılları maalesef heba olmuştur. Yeni bir on yılın daha boşa yaşanmaması için ülke millet olarak mücadelemizi kararlılıkla sürdürmemiz şarttır.

Sözün kısası, bütün zorluklarımıza rağmen önümüzde büyük bir fırsat ve güzel bir gelecek bulunmaktadır. Bu fırsatı çok iyi değerlendirmek, ülkemizi tekrar ekonomik istikrar ortamına kavuşturmak ve en önemlisi milletimizin sarsılan güvenini tekrar güçlendirmek gerekmektedir.

Bu bağlamda, meclisimize, özellikle de milletvekili arkadaşlarıma büyük görev ve sorumluluklar düşmektedir. Böyle dönemlerde meclisin ve partilerin ortaya koyacağı çalışma temposunun milletimiz tarafından takdir edileceğini unutmamak lazımdır.

Kendimize, milletimize ve ülkemize güvenerek, milli sorumluluk bilinciyle hareket ederek, önce yaralarımızı sarmak ve daha sonra da iyileştirmek mümkündür.

Bunun dışındaki yaklaşım ve arayışlar, çıkar kavgası yapmaktan, siyaseti gayri tabii yollarla dizayn etmeye çalışmaktan ya da panik psikolojisinden kurtulamamaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Buna da hiç kimsenin hakkı olmadığı açıktır.

Aziz Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Konuşmanın son bölümünde Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde gelinen son aşama üzerinde durmak istiyorum.

Bilindiği üzere, ülkemizin Birlik yönetimiyle ilişkileri son dönemde yeni bir boyut kazanmış bulunmaktadır. Geçen bir yıl boyunca, önceki dönemlerle mukayese edildiğinde, nispeten daha somut gelişmelerin yaşandığı görülmektedir.

Avrupa Birliği yönetiminin bu mânâda daha açık bir irade beyanı ortaya koyduğunu ve Katılım Ortaklığı Belgesi'nin yayınlanmış olmasının bunun bir delili olduğunu söylemek mümkündür. Bize göre, ilişkilerimizin nispeten belirgin bir zemine kavuşmuş olması, tam olarak arzu edilen bir düzeyde bulunduğu anlamına da gelmemektedir.

Ülkemizdeki bazı çevrelerin dediklerinin aksine, Avrupa Birliği bünyesinde tarihsel önyargıların izleri göze çarpmakta; Türkiye karşıtlarının etkinliği de kendini hissettirmektedir. Ülkemizin üyeliğine açıkça karşı çıkanların yanında, çeşitli vesilelerle milletimizi incitmeye çalışanların varlığına da şahit olunmaktadır.

Her zaman vurguladığımız gibi, Avrupa Birliği ve Türkiye, arasındaki ilişki, sıradan bir tam üyelik ilişkisi değildir. Bu süreci, her şeyden önce, çok boyutlu ve tarihi bir birlikteliğin inşa süreci olarak görmek gerekmektedir. Doğu ile Batının kucaklaşmasına vesile olacak, bölgesel ve küresel istikrara katkı sağlayacak bir buluşma olarak değerlendirilmelidir. Avrupalı muhataplarımızın meseleye böyle yaklaşmanın önemini kavramaları durumunda, sıkıntıların daha kolay aşılacağına şüphe bulunmamaktadır.

Türkiye ise, her zaman, kendi milli çıkarlarını ve hassasiyetlerini dikkate almanın yanında, uluslararası sorumluluklarının idraki içinde davranmasını bilen bir ülke olmuştur. Yaklaşık yarım yüzyıl boyunca Batı Bloku içinde üstlendiği roller ve taşıdığı yükümlülükler bunun en önemli ve çarpıcı delilini teşkil etmektedir. Şimdi de, Avrupalı muhataplarının meselelere kendisi gibi samimi ve açık bir şekilde yaklaşmaları, ilişkilere sadece karşılıklı anlayış ve işbirliği ilkesinin kılavuzluk yapmasıdır.

Türkiye'nin tam üyeliğine dair bir tercihin, ilişkinin her iki tarafı açısından da zor bir tercih olduğu doğrudur. Dolayısıyla böyle bir tercihin sağlıklı sonuçlar vermesinin, meseleye yaklaşım biçimlerinin derinliğine bağlı olarak gelişeceği kesindir. Bu zamana kadar, Türkiye'ye karşı yükümlülüklerini yerine getirmekte isteksiz davranan Avrupa yönetiminin kendi hesabını çok iyi yapma ve meseleye marjinal grupların tesirinde kalmadan yaklaşma zorunluluğu bulunmaktadır.

Bugün, ülkemizin sadece Avrupa Birliği'ne katılma isteğinin ve çabalarının bir güzergâhı değil, aynı zamanda siyasi, hukuki ve ekonomik yapısını daha modern bir niteliğe kavuşturma adımlarını ifade eden "Ulusal Program" resmen açıklanmış bulunmaktadır. Bu belge, Türk Milleti'nin ve Devletinin 21. yüzyılda ihtiyaç duyduğu yeni hukuki ve kurumsal tedbirlerin ve dönüşümlerin ayrıntılı bir dökümü mahiyetine sahiptir.

Başka bir deyişle, bu program, hem çağın hem de ülkemizin ihtiyaçları birlikte gözetilerek hazırlanmış bir niyet ve faaliyet belgesini ifade etmektedir. Türkiye'nin önümüzdeki yıllar içinde neler yapması gerektiği düşüncesinden hareketle hazırlanan ve bu zamana kadar ülkemizde dile getirilen önerileri değerlendiren geniş bir çerçeve sunmaktadır. Türkiye, böylece milli hassasiyetlerinin ve çıkarlarının ışığında siyasi ve ekonomik gelişmenin yollarını ve araçlarını ortaya koymuş bulunmaktadır.

Bunlar arasında hiç şüphesiz, partimizin de altını sürekli çizdiği milli birlik ve dirliğimizin korunması amacıyla gerekli hassasiyetlerin sergilenmiş olması önem taşımaktadır. Ortaya çıkan belgenin böyle bir anlayışın ısrarla gözetildiği bir uzlaşma metni olduğunu ifade etmek mümkündür.

Bizler, Avrupalı muhataplarımızdan Türkiye'nin ortaya koyduğu belge karşısında milli hassasiyetlerimizi göz ardı etmeden üzerine düşenleri kararlılıkla yerine getirmelerini bekliyoruz. Şüphesiz bu çerçevede gösterilecek titizlik ve çaba, aynı zamanda birlik yönetiminin Türkiye karşısındaki gerçek düşüncelerinin test edileceği bir alan olacaktır.

Değerli Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları

Bizim parti olarak bütün çabamız, mevcut şartları, milletimizin refah ve mutluluğu, ülkemizin güçlü geleceği için, en iyi, en duyarlı ve en doğru bir şekilde kullanmaya çalışmaktır. Bu da, bütün ayak oyunlarına ve siyaseti kirli emellerine alet etmek isteyenlere rağmen, hiç tükenmeyen bir dinamizm, hiç kaybolmayan bir hedef gibi, hep var olacaktır.

Bu görevi baltalama gayretleri, bizim için bir engel değil, ancak daha fazla kenetlenip daha fazla çalışmanın sebebi olabilir. Bu gerçek herkes tarafından böyle bilinmelidir.

Huzurlarınızda bir kez daha vurgulamaktan şeref duyarım ki, Milliyetçi Hareket sadece Türkiye ve Türk Milleti için vardır. Her şartta ve zamanda da böyle bir millî ve tarihî görev için var olmaya devam edecektir.

Hepinize tekrar saygılar sunuyorum.


Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı