Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ'nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 14 Mayıs 2013
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ'nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
14 Mayıs 2013

 


Değerli Milletvekilleri,

Saygıdeğer Misafirler,

Kıymetli Basın Mensupları,

Bu haftaki Meclis grup toplantımıza başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Bugünkü toplantımız Türkiye’nin kurşun gibi ağır bir ortamına rastlamıştır.

Ülkemizin genel tablosuna baktığımızda; sorunlar büyümüş, şikâyetler fazlalaşmış, dertler katlanmış ve kayıplar hızlanmıştır.

Hatay’ın Reyhanlı ilçesindeki vahim ve vahşi patlamaların, süreç ihanetiyle birlikte bölücü militanlara sağlanan kolaylık, hak ve imkanların hepsini bir arada değerlendirdiğimizde, Türkiye’nin nasıl bir buhrana sürüklendiği açıklıkla görülebilecektir.

Ülkemizin bu iki ana gündem konusuyla ilgili görüşlerimi açıklamadan evvel, bugünün anlam ve önemine uygun olarak çiftçilerimizin sorunları ve beklentileri hakkında bazı değerlendirmelerde bulunmak sanıyorum son derece yararlı olacaktır.

 

Değerli Arkadaşlarım,

14 Mayıs aynı zamanda Dünya Çiftçiler Günü olarak kutlanmaktadır.

Bu vesileyle aramızda bulunan çiftçi kardeşlerimizin ve tüm çiftçilerimizin bu özel gününü kutluyor, hepsine bol kazançlı ve bereketli yıllar diliyorum.

Bunun yanında,  Manisa’nın Sarıgöl, Alaşehir, Salihli ve Ahmetli ilçelerindeki dolu yağışından olumsuz şekilde etkilenen çiftçilerimize geçmiş olsun diyor, hükümetten bu ilçelerimizdeki üzüm üreticilerimizin çağrısına kulak vermesini bekliyorum.

Türkiye bir tarım ülkesi olmasına rağmen, bu alanda stratejik ve mukayeseli bir üstünlük kuramamıştır.

Elbette bunun birçok sebep ve kaynağı bulunmaktadır.

Türk çiftçisinin hak ettiği ilgiyi görmemesi, biriken sorunlarına önem verilmemesi bunda en önemli etkendir.

Türkiye’yi doyurmaya çalışan, emeğiyle helal rızkının derdinde olan çiftçi kardeşlerimiz ne yazık ki ağır hayat şartlarına, duyarsızlığa ve yalnızlığa itilmiş durumdadır.

Özellikle AKP’nin iktidar yıllarında çiftçilerimizin meseleleri daha da ağırlaşmıştır.

10 yıl içinde tarım nüfusu yarı yarıya azalmıştır.

Piyasa şartlarının oynaklığı, değişik türden problemler, artan borçlar, geçim ve gelecek kaygılarından kaynaklanan göç dalgası Türk tarımındaki çözülmeyi açık şekilde göstermektedir.

AKP hükümeti çiftçilerimize çoktan yüzünü çevirmiştir.

Başbakan, bizzat toprağı işleyen, toprağa ruh veren çiftçilerimize dürüst ve cömert davranmamıştır.

Çünkü Başbakan’ın aklı rantiyecilerde kalmış, gönlü para vurguncularına düşmüş, eli Oferlere, Ogerlere, Arap şeyhlerine, faizcilere uzanmış, kalbi hırsızlar için atmıştır.

Çiftçilerimiz topraktan ümit ve çare ararken, Başbakan yabancılardan medet ummuş, kriz tellallarıyla ittifaklar kurmuş, ekonomik saldırıların merkezinde bulunan karanlık odaklara Türkiye’yi pazarlamakla övünmüştür.

Başbakan’ın gündeminde çiftçilerimiz gerçek manada hiç olmamıştır.

Bunun yerine yan gelip yatan, rahata konan ve alın teri dökmeden banka hesaplarını dolgunlaştıran kaçkınlar, kapkaçlılar ve hazine soyguncuları Başbakan’ın sırdaşı ve kader ortağı olarak belirmiştir.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Bildiğiniz üzere, Türkiye ekonomisi yavaşlayarak 2012 yılında yüzde 2,2 oranında büyüme kaydetmiştir.

Bu yılda tarım sektörünün GSYİH’daki payı yüzde 7,9; büyüme performansı da yüzde 3 düzeyinde gerçekleşmiştir.

Ekonomik büyümeye tarım kesiminin katkısı son derece az olmuş ve yüzde 0,3 seviyesinde kalmıştır.

Tarımın, Türkiye ekonomisinin 2010 yılı büyümesindeki payı yüzde 0,2; 2011 yılındaki payı yüzde 0,6 oranında şekillenmiştir.

Bu veriler, işgücü ve nüfus bakımından aslında çok önemli bir ağırlıkta bulunan tarım sektörünün, verimliliğinde ve milli gelire desteğinde zafiyetler olduğunu kanıtlamaktadır.

Çözülmesi ve dengelenmesi gereken meselelerden birisi öncelikle budur ve bu olmalıdır.

Verimlilikteki açık, arazilerdeki parçalanma, girdilerdeki pahalılık, prim ödemelerindeki ve diğer desteklerdeki yetersizlikler Türk çiftçisini oldukça bunaltmakta ve üretimden caydırmaktadır.

Hala çalışanlarımızın yüzde 24,6’sı tarım sektöründe istihdam edilmektedir.

Mevsimlik işler, gizli işsizlik ve geçici işçilik tarım sektörünün başlıca özelliklerindendir.

Çiftçilerimiz hakikaten sorun yumağı haline gelmişlerdir.

Ne ektiklerinin karşılığını alabilmektedirler, ne de borçlarını ödeyebilmektedirler.

10 yılda tarımsal borçlar fırlamış ve 30 milyar lirayı aşmıştır.

Çiftçimiz tarlasında, yalnızca banka borçlarını hafifletmek için çalışır bir duruma gelmiştir.

Daha da düşündürücü olanı ise, ürünlerin para etmemesi ve çiftçilerimizin emeklerinin heba olmasıdır.

Harman zamanının yaklaştığı şu günlerde, çiftçimizi umutlandıracak, sevince boğacak ve heyecanlandıracak hiçbir çaba da hükümet tarafından gösterilmemektedir.

Başbakan Erdoğan, 7 Mayıs 2013 tarihli Meclis grup konuşmasında çiftçilerimize müjde diyerek bazı açıklamalarda bulunmuştur.

Şu aldatmaya bakınız ki, Başbakan’ın böbürlenerek, sanki çok iyi bir şey yapıyormuş gibi gündeme getirdiği konu çiftçilerimizin nasıl ve hangi oranlardan borçlandırılacağı olmuştur.

Buna göre, Ziraat Bankası’nın çiftçilerimize uyguladığı kredi faiz oranının yüzde 9’dan yüzde 8’e, yüzde 5 olarak uygulanan bir diğer kredi faiz oranının ise yüzde 4’e indiği bizzat Başbakan tarafından ilan edilmiştir.

Başbakan işte bunu müjde olarak sunmuş, neredeyse heyecandan bir takla atmadığı kalmıştır.

Çiftçimiz borca batmışken, hatta borçlarını ödeyemez durumdayken, kredi faizindeki bir puanlık indirimi övmek, lütuf gibi göstermek en hafif tabirle işgüzarlıktır.

Faiz düşmüştür de, çiftçimiz traktör mü almış veya traktörünü mü yenilemiştir?

Faiz düşmüştür de, çiftçimizin cebi para mı görmüştür?

Faiz düşmüştür de, arpa, buğday, pancar, pamuk, fındık, çay, zeytin, mısır, kaysı, üzüm, ayçiçeği para mı etmiştir?

Faiz düşmüştür de, gübre, mazot, tohumluk, elektrik ve su faturası mı ucuzlamıştır?

Faiz düşmüştür de, çiftçimiz gemi mi almıştır, boğazda villaya mı oturmuştur, enerji işine mi soyunmuştur?

Faiz düşmüştür de, çiftçimizin biri bin mi olmuştur?

Sayın Başbakan söyler misin bize, bir puanlık faiz düşüşü çiftçimizin yüzünü mü güldürmüş, mutfağını mı aydınlatmış, sofrasını mı şenlendirmiş, ekmeğini mi büyütmüştür?

Hayatında başağa eli değmemiş, kasketlerden sızan helal teri silmemiş, güneş doğarken tarlasına gidenleri anlamamış birisinin çiftçimizin meselelerine eğilmesi ve içtenlikle sahiplenmesi tam bir hayaldir.

Başbakan Erdoğan çiftçimizle alay etmektedir.

Onların perişanlığından istifade etmekte, daha çok haciz ve ipotek çarkına girmeleri için tuzaklar kurmaktadır.

Faiz, kredi, banka, tefeciler, aracılar zaten çiftçimizi esir etmiştir.

Başbakan Erdoğan eğer bir müjde verecekse, çiftçilerimizin alın terinin karşılığını vererek işe başlaması lazımdır.

Küçük çiftçilerimizin katlanmak zorunda bırakıldığı mazot, gübre, ilaç, tohum, fide gibi temel tarımsal girdilerin üzerindeki ÖTV ve KDV’yi kaldırmakla bir adım daha atmalıdır.

Tarım ürünlerinin ihracat kapasitesini artırmalı, teknolojik yenilenmeyi sağlamalıdır.

Bunları da yolsuzlukları kısarak, yanına aldığı ve iç içe geçtiği haramzadelerle yollarını ayırarak yapabilecektir.

Başbakan Erdoğan’ın kırdığı potlar bunlarla da sınır değildir.

Ziraat Bankası’nın 2002 yılında 28 bin çiftçimize 227 milyon lira, 2012 yılında ise 960 bin çiftçimize 19 milyar lira kredi verdiğini iftiharla belirtmiştir.

Acaba dünyanın neresinde çiftçisinin borçlanmasından mutlu ve bahtiyar bir Başbakan vardır?

Acaba dünyanın neresinde zulmü, eziyeti ve banka bağımlılığını müjde olarak izah eden bir Başbakan vardır?

Acaba dünyanın neresinde emeğiyle geçinenleri sömüren, tepeden tırnağa borca bulayan, fakirleştiren bir iktidar anlayışı bulunmaktadır?

Başbakan Erdoğan bir puanlık göstermelik faiz inişinden çiftçilerimizin umutlanacağını, rahatlayacağını ve keyifleneceğini sanacak kadar körleşmiş ve küçülmüştür.

Aynı kurnazlığı esnaf kardeşlerimize de sergileyen Başbakan anlaşılan kendisini akıllı, herkesi saf olarak görmektedir.

Bu gelişmeler düpedüz çiftçilerimizi ve esnaflarımızı aşağılayan ve hafife alan bir yaklaşımın ve siyasi üslubun ürünüdür.

Başbakan kararını vermiş, tercihini yapmıştır.

Çiftçilerimiz AKP’nin umurunda ve ilgi sahası içinde değildir.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak hükümeti açıkça uyarıyoruz ki; çiftçilerimizin, esnaflarımızın meseleleri borçlandırılarak çözülemeyecektir.

Asıl borçlarından şikâyet eden kardeşlerimizi kredi faizlerindeki ayak oyunlarıyla kandırmaya kalkışmak insafsızlıktır, kötü niyetliliktir ve utanmazlık örneğidir.

Başbakan Erdoğan artık bu istismardan vazgeçmelidir.

Çiftçilerimizin rahatlaması için girdi maliyetlerinin neden olduğu ekonomik yükü azaltacak tedbirler geliştirmeli, alım ve destekleme fiyatlarını makul ve kabul edilebilir sınırlara getirmelidir.

PKK için azığı ihanet olan çözüm kafileleri düzen Başbakan, çiftçilerimizi yüz üstü bırakmamalı, haklarını teslim etmelidir.

Türk çiftçisi, yalnızca sandık ufukta görününce akla gelmemelidir.

İnanıyor ve biliyorum ki, çiftçilerimiz bu kez aldanmayacak, bu defa kanmayacak ve AKP hükümetinden yılların çilesiyle beraber hak kayıplarının hesabını teker teker soracaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi çiftçimizin yanındadır.

Türk çiftçisi yalnız ve sahipsiz değildir.

Allah’ın izniyle çiftçimize yoksulluğu ve sefaleti layık görenlerin gün gelecek yakasından tutacağız ve onları milletimizin yardımıyla inşallah bir daha yeşillenmemek üzere nadasa bırakacağız.

 

Değerli Milletvekilleri,

Geçtiğimiz cumartesi, yani 11 Mayıs günü, Hatay ilimizin Reyhanlı ilçesinde milletimizi acı ve kedere boğan vahşet dolu bir saldırı gerçekleşmiştir.

Türk milleti son yılların en acımasız ve kanlı saldırısına muhatap kalmıştır.

Reyhanlı şehir merkezinin iki ayrı noktasında patlayan bombalar felaketle dolu bir tabloyu ortaya çıkarmıştır.

Son açıklamalara göre 50 kardeşimiz hayatını kaybetmiş, 24’ü ağır olmak üzere 57 kişi de yaralanmıştır.

Bu saldırıyı, bu kan tutkunluğunu ve şiddet yandaşlığını nefretle, şiddetle lanetliyorum.

Şüphesiz ne kadar feryat etsek azdır.

Ne kadar sızlansak yetersizdir.

Türk milleti yastadır.

Milli vicdanlar infial halindedir.

Buradan bir kez daha teröristlerin, düşmanlıktan beslenenlerin ve gözünü kan bürümüşlerin saldırısı sonucunda vefat eden kardeşlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum.

Reyhanlılı vatandaşlarımıza ve aziz milletimize sabır ve başsağlığı dileklerimi iletiyorum.

Yaralılara ise acil şifa diliyor, geçmiş olsun temennilerimi bildiriyorum.

Türkiye çok yönlü bir saldırının, bitmek bilmeyen bir aşağılık kumpasın pençesindedir.

Gerçekten acımız büyüktür.

İçimizdeki yangın hali ve öfke seviyesi tarifsizdir.

Türk milleti can evinden vurulmuş, üzerine ölüm yağmıştır.

Elbette yaralarımızı saracağız ve sarmalıyız.

Provokasyonlara imkan vermeden, çatışma ve kutuplaşmaya fırsat tanımadan bu ağır yükün altından kalkmalıyız.

Bu saldırının üstesinden gelmeliyiz ve mutlaka da gelecek kuvvete sahibiz.

Türk milleti ona buna pabuç bırakacak, karanlık emellere geçit verecek, hatta sinecek ve her saldırıyı sineye çekecek bir zayıflıkta değildir.

Aksini düşünenleri ise hak ettikleri son eninde sonunda bulacaktır.

Biz Reyhanlı’daki müessif olay meydana geldiği andan itibaren tüm dikkatimizi buraya çevirdik.

Olayın gerçekleşmesinden kısa bir zaman sonra da yazılı bir basın açıklamasıyla tespit ve tenkitlerimizi kamuoyuyla paylaştık.

Arkasından da Genel Başkan Yardımcımız ve Gaziantep Milletvekilimiz Sayın Prof.Dr. Edip Semih Yalçın Başkanlığında kurulan ve aralarında; Grup Başkanvekilimiz ve Mersin Milletvekilimiz Sayın Mehmet Şandır, Hatay Milletvekilimiz Sayın Şefik Çirkin, Hatay İl Başkanımız Sayın Adnan Aktaş, Gaziantep İl Başkanımız Sayın Mustafa Erzin, Osmaniye İl Başkanımız Sayın Fahri Kuyulu ve Kilis İl Başkanımız Sayın Mehmet Ali Özkaraca’nın bulunduğu heyeti Reyhanlı’da incelemek yapmak üzere görevlendirdik.

Değerli arkadaşlarımız olay mahallindeki incelemelerini ve gerekli çalışmalarını titizlikle yerine getirmişlerdir.

Huzurlarınızda kendilerine teşekkür ediyorum.

Arkadaşlarımızın hazırladıkları inceleme raporundan anlaşılmıştır ki, patlamalarda hayatını kaybeden kardeşlerimizden 10’nu da parti mensubumuzdur.

Edindiğimiz izlenimler ve aldığımız bilgiler muhteviyatında söylemeliyim ki, Reyhanlı’da çok olumsuz bir hava hâkimdir.

Korku ve panik hali Reyhanlı’yı adeta rehin almıştır.

Haklı olarak endişeye kapılan vatandaşlarımız ilçeyi terk etmiştir.

Patlamalarla büyük zarara uğrayan esnaflarımız dükkânlarını kapatmıştır.

Sayıları 700’ün üzerinde bulunan işyerleri patlamalardan olumsuz etkilenmiştir.

Önemli oranda zarar gören işyeri sayısı 452’yi bulmuştur.

62 araç tahrip olmuş, 11 kamu binasıyla birlikte 293 konut hasar almıştır.

Bunların yanı sıra, patlamaların yol açtığı sosyal yara, güvensizlik, şüphe ve şok dalgası çok daha derindir.

Her şey ayan beyan ortadadır ki, sınır hattımız adeta viraneye dönmüş, metruk bir hale dönüşmüş ve kendi kaderine terk edilmiştir.

Türkiye’nin egemenlik hakları çiğnenmiş, hükümranlık hakları yara almıştır.

Bunlar çok ciddi bir zaaftır ve mutlaka sorumluların hesap vermesi gerekmektedir.

Menfur saldırılar gerçekleştikten sonra yapılan açıklamalar dikkatle irdelenmeli ve mutlaka da üzerinde durulmalıdır.

İçişleri Bakanı patlamaların akabinde, kanlı olayı gerçekleştiren örgüt ve bağlantılı kişilerin tespit edildiğini iddia ederek, katillerin Suriye menşeli El Muhaberat yapılanmasıyla ilişkili olduğunu açıklamıştır.

Yıkımdan sorumlu Başbakan Yardımcısı da benzer yorumlarda bulunmuştur.

Bir diğer Başbakan Yardımcısı da, “ne yapacağımızı herkes görür. Kim olursa, kim planlamışsa, icra etmişse, arkasındaki güç ne olursa olsun bunun hesabını sorarız” diyerek yine sallamış, laf olsun torba dolsun türünden konuşmuştur.

Dışişleri Bakanı bir adım ileriye gitmiş, “kim hangi gerekçeyle olursa olsun, dışarıdaki herhangi bir kaosu Türkiye’ye yansıtmak isterse bunun karşılığını görür. Kimse gücümüzü test etmeye cüret etmemelidir” diyerek yurt dışından gelişmelere müdahil olmuştur.

Başbakan Erdoğan aceleyle ve vahim bilançoyu tam kavramadan, saldırıları sözde çözüm sürecini hazmedemeyenlerle ilişkilendirmiş, kuşkuları buraya çevirmeye ayaküstü de olsa gayret etmiştir.

Net olan bir şey varsa oda şudur; hükümet şaşkın, kafası karışık ve köşeye sıkışmıştır.

Öncelikle şu hususlar hemen aydınlığa kavuşturulmalıdır.

Bu saldırıdaki amaç nedir ve neyin mesajı verilmeye çalışılmıştır?

Patlamaların arkasında gerçek manada kimler vardır?

Tetik çeken elleri hangi mihraklar ve hangi güç merkezleri yönlendirmiştir?

Bombalar Türkiye’ye nasıl sokulmuş, bu sırada istihbarat neyle meşgul olmuştur?

Ülkemizde daha başka bomba yüklü araçlar var mıdır? Var olduğu iddia edilenler nerededir, nereyi hedeflemiştir?

Reyhanlı’daki kanlı saldırı çok yönlü araştırılmalı ve tüm gerçekler ortaya çıkarılmalıdır.

Suriye muhalefetinin parmağı peşinen ihmal edilmemelidir.

El Kaide militanlarıyla ilgili kuşkular yabana atılmamalı,  Türkiye’yi Suriye’ye kışkırtmaya çalışanlar dikkatlerden kaçırılmamalıdır.

Başbakan’ın ABD ziyareti öncesi bu saldırının gerçekleşmiş olması zamanlama itibariyle tereddütlerimizi artırmakta, aklımıza Türkiye üzerinden komplolar yapıldığı hususu gelmektedir.

Başbakan’ın Esad merkezli sert beyanları, tehditlere bezenmiş üslubu Türkiye’nin aleyhine olmuştur.

Artık tümüyle ortadadır ki, Başbakan ve hükümetinin Suriye politikası çökmüştür.

Kendi halkına kıyan ve şiddetin dibine batan Esad yönetimi ve diğer unsurlar Türkiye’ye istikrarsızlık ihraç etmektedir.

Görülmektedir ki, Suriye meselesi iyice çıkmaza yuvarlanmış, iyice yokuşa sürülmüştür.

Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı’nın tezleri, tahminleri ve dış politika konsepti iflas etmiştir.

Bu şartlar altında Dışişleri Bakanı nereye kadar koltuğunda oturacaktır?

Başbakan yardımcıları Beşir Atalay ve Bülent Arınç hala görevde kalacaklar mıdır?

Reyhanlı’da patlayan bombaların sorumluları kesinlikle hesap vermelidir.

Sınırlarımızı eleğe çeviren Başbakan ve hükümeti sorumluluğu başka yerlere yıkmamalıdır.

Bu saldırıyı milli mesele deyip de arkasına saklanması, Reyhanlı’nın üzerinden siyaset yapılmasını ağır sözlerle savuşturmaya çalışması Başbakan’ı aklayamayacak ve kurtaramayacaktır.

Başbakan’a göre 50 vatandaşımızın hunharca katledildiği patlamayı konuşmak, üzerinde durmak ve tartışmak doğru değildir ve başkalarının ekmeğine yağ sürmek demektir.

Elbette kendisi durmadan bu ezberini dillendirmeyi sürdürsün, ama biz bildiğimizi okumaya ve bu meselenin üzerine kararlılıkla gitmeye devam edeceğiz.

Basına ambargo koydurarak Reyhanlı ile ilgili yasaklar getirmesi Başbakan’ın demokrasi anlayışının seviyesini göstermiştir.

Anneler Günü’ne bir gün kala annelerimize ağıtlar yaktıran bu hükümet nereye kadar hatalarının hesabını vermekten uzak kalacaktır?

Reyhanlı’nın failleri yaptıklarının bedelini ödemeli, azmettiriciler kimse gerekenler yapılmalıdır.

AKP hükümeti imha olan Suriye politikasından dolayı Türk milletinden özür dilemeli, daha fazla yıkım ve kayıplara uğramadan kendisini gözden geçirmeli ve dış politikasını tahsis etmelidir.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

AKP’nin Suriye merkezli hiçbir öngörüsü tutmamış, hiçbir yorumu amacına ulaşmamış ve hiçbir teklifi uygulamaya geçmemiştir.

Suriye’de kimyasal silahların kullanıldığı konusunda bile Başbakan ve bakanları karavana atmıştır.

Maalesef Başbakan konuştukça Türkiye zarar görmüştür.

Başbakan Esad’a saldırdıkça, sövdükçe, hakaret ettikçe Türkiye bir yanından darp edilmiştir.

Şam yönetimi ve muhalif unsurlar döktükleri kanı Türkiye’ye de sıçratmışlardır.

Teröristler, zalimler sınır bölgelerimizdeki vatandaşlarımızın canına ve malına kast etmiştir.

Esadla muhaliflerin hesaplaşmasına, ölüm oyununa taraf olan Başbakan Erdoğan Türkiye’yi ateşe atmıştır.

Bugüne kadar Suriye kaynaklı meydana gelen saldırılar ve artan şahadetlerimiz nihayetinde sabrımızı taşırma noktasına kadar getirmiştir.

Nitekim 22 Haziran 2012 tarihinde, Malatya’dan keşif görevi amacıyla havalanan RF-4E Fantom tipi eğitim uçağımız, Doğu Akdeniz üzerindeki rotasını takip ederken Suriye tarafından vurulmuş ve iki pilotumuz şehit edilmiştir.

3 Ekim 2012 günü Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesine Suriye tarafından atılan top mermisi isabet etmiş, 4’ü çocuk, 1’i kadın 5 vatan evladı Hakk’ın rahmetine kavuşmuş, 2’si ağır olmak üzere 10 kardeşimiz de yaralanmıştır.

20 Eylül 2012 tarihinden itibaren Suriye’den yönelen tehdit dalgası ve bilhassa Akçakale saldırısından sonra hükümet, 4 Ekim 2012 tarihinden başlayarak bir yıl süresince TBMM’nden sınır ötesi hareket izni almıştır.

Değişen angajman şartları kapsamında, Suriye’den yapılacak saldırı ve tahriklere karşı gerekli cevabın verileceği hükümet tarafından ifade edilmiştir.

11 Şubat 2013 günü, yine Reyhanlı ilçemizin Cilvegöz Sınır kapısındaki personel lojmanlarının yakınında Suriye plakalı bomba yüklü bir aracın infilak etmesi sonucunda Türk ve Suriye vatandaşlarından oluşan 17 kişi hayatını kaybetmiştir.

2 Mayıs 2013 günü bir kez daha Akçakale’de olaylar çıkmış, sınırdan geçişlerine izin verilmeyen Suriyelilerin açtıkları ateş sonucunda bir polisimiz şehit olurken, 11 kişi de yaralanmıştır.

Daha dün son derece şaibeli şekilde Osmaniye’nin Amanoslar Bölgesinde, 5’nci Ana Jet Üs Komutanlığı’na ait bir adet F-16 uçağımızın düşmesi şüpheleri fazlasıyla yoğunlaştırmıştır.

Ve uçaktan atladığı iddia edilen pilotumuzun da şehit olduğu anlaşılmıştır.

Bu şehidimizle birlikte, Suriye odaklı provokasyon ve saldırılar sonucunda ebediyete uğurladığımız tüm kardeşlerimize bir kez daha Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum.

Sınır bölgelerimizdeki illerimiz ve ilçelerimiz adeta rehin alınmış, adeta kuşatılmıştır.

Ne ilginçtir ki, Başbakan Erdoğan 9 Ekim 2012 tarihli Meclis grup konuşmasında aynen şunları ifade etmiştir: “Sınırın bu tarafındaki vatandaşlarımız huzur içinde güven içinde yaşıyor diye Halep’teki, Dara’daki, diğer Suriye şehirlerindeki kardeşlerimizin hunharca katledilmelerine, her türlü baskıya maruz kalmalarına göz mü yumacağız?”

Şimdi geldiğimiz bugünkü zaman diliminde; Hatay’ın, Reyhanlı’nın, Altınöz’ün, Yayladağı’nın, Akçakale’nin ve diğer sınır şehirlerimizin güven içinde olduğunu ileri sürebilecek bir babayiğit var mıdır?

Başbakan Erdoğan, çok değil, yaklaşık 7 ay önceki görüşleriyle aynı çizgide, aynı noktada mıdır?

Ve kendisi Türkiye’yi ne hale getirmiştir?

Başbakan’ın, Esad’ı hedefine alan aslı astarı olmayan, yavan, temelsiz ve uçuk sözlerinin vebaline nasıl katlanacağı hakkında bir fikri var mıdır?

“Men Dakka Dukka” derken bu durumlara düşeceğinin, milletimizi bu hallere sokacağının hesabını yapmış mıdır?

“Suriye’ye daha fazla seyirci kalamayız,” mesajlarının başımıza türlü belalar açacağını öngörmüş müdür?

Başbakan “Bu düzene dur demenin vakti” geldi restini çekerken, olacakları önceden görmüş, tehlikeleri sezmiş midir?

Beşar Esad’a yönelik olarak; “Hesap soracağız, vallahi hesap vereceksin, meşruiyetini yitirdi, zalim, bıçak sırtındayız, Yezid, katil, cani” gibi yutulamayacak ağır ifadeleri bugüne kadar bir sonuç doğurmuş mudur?

Başbakan Erdoğan Suriye’yi iç meselemiz olarak lanse etmiştir.

Birlikte tatiller yaptığı, ortak hükümet toplantıları düzenlediği birisiyle kısa süre sonra düşman kamplara çekilen Başbakan uzaktan uzağa Esad’ı sözde paylamış ve azarlamıştır.

Bir zamanların dost ve kardeş Esad’ı, birden bire emzikli bebekleri katleden cani Esed’le yer değiştirmiştir.

Açıktır ki, 911 kilometrelik sınırımız olan Suriye’nin iç karışıklığına taraf olunması Türkiye’nin bekasına ve egemenlik haklarına doğrudan doğruya olumsuz yansımıştır.

BOP’un bir senaryosu olan Arap Baharı’nın Suriye ayağı kanlı çekişmelere sahne oldukça ve üstelik Esadla muhalifler arasındaki vuruşma uzadıkça AKP’nin tüm önermeleri birer birer çökmüştür.

Dışişleri Bakanı’nın “Irak’ta masada yoktuk, Suriye’de varız” çıkışları bir yönüyle Suriye’nin parçalanmasına ve işgal planlarına yeşil ışık yakan ve onaylayan bir zihniyetle örülmüştür.

Başbakan Erdoğan’ın, yabancı bir medya kuruluşuna verdiği mülakatta, ABD’nin müdahalesi halinde karadan destek veririz açıklaması, sonra da bundan çark ederek uçuşa yasak bölgeyi destekleriz noktasına gelmesi Suriye hakkındaki ana fikrini tüm yönleriyle ifşa etmiştir.

Bu siyaset anlayışı, Suriye konusunda uzun süredir savaş tamtamları çalmış ve uluslararası toplumu duyarsızlıkla itham etmiş, ABD’ye görev hatırlatması yapmıştır.

Muhtemeldir ki, Başbakan’ın ABD Başkanıyla bu hafta yapacağı görüşmenin ana gündemini Suriye oluşturacaktır.

ABD’nin Suriye meselesi hakkında Rusya ile mutabakata varması, bu ay içinde, geçen yılki Cenevre Konferansı’nda belirlenen 6 maddelik uzlaşmanın esas alınacağı yeni bir uluslararası toplantının düzenlenecek olması AKP’yi kuşkusuz açığa düşürmüştür.

Başbakan Erdoğan’ın tüm çabaları, tüm gözdağları ve tüm mesnetsiz kuru gürültüsü kendisini mahcup etmekle kalmamış, Türkiye’ye kan ve gözyaşı olarak sirayet etmiştir.

Esad rejimi, bölgesel kaostan nemalananlar, Türkiye’yi Suriye’ye sokmaya çalışan küresel aktörler taşeronları vasıtasıyla Türk milletini kışkırtmışlar ve ölüm saçmışlardır.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Başbakan Erdoğan geçtiğimiz Pazar günü buruk bir şekilde idrak ettiğimiz Anneler Günü münasebetiyle, partisinin İstanbul İl Başkanlığı Kadın Kolları’nın düzenlediği toplantıda akla ziyan değerlendirmelerde bulunmuştur.

İlk olarak dile getireceğim şu sözleri son derece çelişkili görülmüştür: “Türkiye'yi, Suriye'deki kanlı bataklığın içine çekme yönündeki her provokasyon, her tahrik eylemi karşısında son derece dikkatli, son derece hassas, en önemlisi de son derece soğukkanlı olmak zorundayız.”

Bu sözler aynısıyla Başbakan’a aittir.

Türkiye’yi Suriye bataklığına bizzat sokmaya çalışan birisi anında u dönüşü yapmış ve soğukkanlılıktan, aklıselim düşünmekten bahsetmiştir.

Bu sözler başlıbaşına Türkiye’nin büyük bir yönetim sorununa işaret sayılmalıdır.

Başbakan yine bu konuşmasında, Suriye’nin Banyas şehrindeki hazin olaylara vurgu yapmış, ekran başında, katledilmiş çocukların haline bakarak ağladığını belirtmiştir.

Ve Başbakan Banyas’daki bebeklerin ölümüne değinerek şunları söylemiştir: “Eğer ben o bebekleri görmeyeceksem, eğer ben minicik cansız bedenler için sesimi yükseltmeyeceksem, olmaz olsun böyle siyaset, olmaz olsun öyle bir dış politika. O bebeklerin, o çocukların, o annelerin içler acısı manzarası karşısında susmaktansa, ben Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı kimliğimi şu kürsüye bırakır, çeker giderim.”

Peki Sayın Başbakan, sen Türkiye’deki bebekleri katleden alçaklarla pazarlık yaparken hiç mi yüreğin sızlamamıştır?

Yoksa Banyas’daki bebekler, Türkiye’deki bebeklerden daha mı kıymetli, daha mı sempatiktir?

Suriye’deki bebeklere sahip çıkarken, vatanımızda kundaktan çıkmadan tabuta giren yavrularımızı ne zaman hatırlayacaksın? Ne zaman faillerini itiraf edeceksin?

Bebeklerin katilleriyle çözüm ve barış konuşurken hiç mi üzülmedin? Hiç mi vicdan azabı çekmedin? Hiç mi “ne yapıyorum ben” diyerek özeleştiri yapmadın?

29 Ocak 2013 tarihli Meclis grup konuşmamda, İmralı canisi ve çetesinin bebeklere, küçücük yavrulara nasıl kıydığını tarihleriyle birlikte açıklamıştım.

Şimdi bunlara ilave olarak bebek cinayetlerinden sabıka yiyenlerin gerçek yüzünü bir kez daha deşifre etmek istiyorum.

Başbakan Erdoğan’ın elinden tuttuğu İmralı canisi ve örgütü;

√       20 Ağustos 1987 tarihinde Mardin Dargeçit’te beşiğinde uyuyan 4 aylık emzikli bebeğe kurşun sıkan canavarlardır.

√       9 Temmuz 1989 tarihinde Diyarbakır’ın Hani ilçesinde, 3 yaşındaki bebeği öldüren canilerdir.

√       19 Ağustos 1992 tarihinde, Diyarbakır’ın Lice ilçesinde kundaktaki bebeğe makineli tüfekle saldıran şerefsizlerdir.

√       24 Temmuz 1994 tarihinde, Van’ın Atabinen Köyü’nde 3 bebeğin uyurken canını alan katillerdir.

27 Eylül 2011 tarihinde Batman’da, 26 haftalık hamile olan Mizgin Doru’nun ve doğduktan bir süre sonra da hayatını yitiren o bahtsız yavrusunun kanlıları elbette Başbakan’ın çözüm ortaklarıdır.

15 günlük, 1 aylık ve 1 yaşına henüz basmış onlarca bebeği doğrayan, körpe bedenlerine mermileri saydıran Başbakan’ın pazarlık arkadaşlarıdır.

Türk milleti İmralı canisine boşuna bebek katili dememiş ve bu katile boş yere bu sıfatı reva görmemiştir.

Şu zihin bulanıklığına dikkat buyurunuz; Başbakan Erdoğan bunları unutmuştur ve Banyas’taki ölümlere ağlamaktadır.

Türkiye’de sanki bebekleri öldürenler hiç olmamıştır.

Sayın Başbakan bebek deyince senin aklına Suriye mi gelmektedir?

Irak’ta, Afganistan’da ve daha birçok Müslüman ülkelerinde katledilen yüzbinlerce bebeğin katilleriyle küresel projelerde buluşmak hiç mi seni rahatsız etmemiştir?

Bu kadar yaşanmış kayıplara rağmen sadece Banyas mı seni üzmüş, sadece Banyas’taki bebek ölümleri mi gözlerinden yaş getirmiştir?

Başbakan Erdoğan ayrıca; “Suriye’ye yüzümü dönersem şehitlerimizin yüzüne bakamam. Yarın Mahşer Günü’nde Rabbim bana soracak, o bebekleri gördün de ey Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ne yaptın, diyecek.”  kadar yönünü ve tarafını kibirli bir edayla belli etmiştir.

Sayın Başbakan, PKK’nın katlettiği bebeklerle ilgili sorgu ve sualin olmayacağını mı zannediyorsun?

Cenab-ı Allah demeyecek midir ki; bebek katilleriyle ne işin vardı? Onlarla ne yapıyordun? Ne işler çeviriyordun? Ne tezgâhlar içindeydin?

İlahi hesap gününde de çözüm istismarı mı yapacaksın? Barış masalları mı anlatacaksın?

Başbakan Erdoğan madem bebeklerin, çocukların acısı karşısında susmaktansa Türkiye Cumhuriyeti Başbakan kimliğini kürsüye bırakmaktan bahsetmektedir, o halde ilk fırsatta bu sözünü yerine getirmeli ve Türkiye’nin başından bir daha gelmemek üzere süratle gitmelidir.

Amerika’ya giderken başbakanlık hayaliyle gittin; bari dönerken utancından başbakanlık görevinden ayrıl.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Türkiye’nin sınırları belirsizliğe ve risklere havale edilmiştir.

Kimin girdiği, kimin çıktığı belli değildir.

Vatanımıza bombalar sokulmakta, katiller elini kolunu sallayarak girmektedir.

AKP hükümeti Türkiye’nin mahvına neden olacak her tedbirsizliğin, her düşüncesizliğin ve her savsaklamanın içine gömülmüştür.

Suriye’den gelen kanlı niyetler Türkiye’de deyim yerindeyse katliam yapmaktadır.

PKK’lı teröristler AKP’nin bilgi ve müsamahası altında sınırlarımızda cirit atmaktadır.

Hele ki, terör örgütünün 8 Mayıs’tan itibaren sözde geri çekilme kararı bütün tartışmaların ortasına yerleşmiş kalmıştır.

Militanların sırt çantalı, eli silahlı fotoğrafları gazetelerde yayımlanmış ve barış geliyor sözleriyle yapay iyimserlik servisi yapılmıştır.

Hatta bazı gazeteler “PKK dışarı umut içeri” manşetleri atarak kamuoyu yönlendirmesi yapmak için inisiyatif almış, pozisyon kapma telaşına düşmüştür.

Bu arada PKK’nın Meclis uzantısı BDP’li milletvekili ve eşbaşkanlar tehditlerde sınır tanımamışlar, militanların çekilmesi aşamasında herhangi bir saldırı olursa bunun sonucunun ağır olacağını ahlaksızca dile getirebilmişlerdir.

Başbakan Erdoğan ise PKK’nın geri çekilme tarihini ilan edişini yadırgamış ve nasıl geldilerse öyle gitmelerini suya sabuna dokunmadan, kimseyi ürkütmeden beyan etmiştir.

PKK’lı teröristlerin geri çekilmesi sanki terör bitmiş gibi sunulmuş, süreç ihanetinin verimli ilerlediği yorumlarına sahne olmuştur.

Değişik tarihlerde ifade ettiğim gibi, suçluların sınırlarımızdan dokunulmazlık zırhıyla çıkıp gitmesi kabul edilemez, onaylanamaz ve geçiştirilemez bir rezilliktir.

Sınırlarımızdan çıkıp gidenler göçmen değildir.

Sığınmacı veya kaçak işçi de değildir.

Bu canilerin kırmızı pasaportları ya da sınırlarımızdan geçiş üstünlükleri de bulunmamaktadır.

AKP’nin MİT kanalıyla mihmandarlık yaptığı, gözetlediği, ara ve ana istasyonlar marifetiyle koruma sağladığı kişiler Mehmetçiklerimizin, polislerimizin, korucularımızın ve masum vatandaşlarımızın kanını döken teröristlerdir.

Bunlar suçludur.

Bunlar terörü meslek edinmiş, cinayetten geçinen azılı canavarlardır.

Sınırlarımızdan teröristlerin geçişine göz yummak, ortam açmak ve fırsat vermek işlenen suçlara iştirak olup ihanete payandalıktan başka bir anlama da gelmeyecektir.

Şehitlerimizin kanlıları, analarımızın gözyaşlarına neden olan eşkıyalar AKP tarafından neredeyse törenlerle uğurlanmaktadır.

Bu çerçevede Başbakan Erdoğan şu sorularımızın cevabını mutlaka vermelidir:

1 Ağustos 2009 tarihinde başlatılan “Yıkım Projesi”nden 10 Mayıs 2013 tarihine kadar geçen sürede, toprağa düşen 557 şehidimizin katilleri de sınırlarımızdan çıkıp gidecek midir?

12 Haziran 2011 tarihinden 10 Mayıs 2013 tarihine kadar geçen sürede,  şehit edilen 371 kahramanımızın sorumluları bir şey olmamış gibi Irak’ın kuzeyindeki inlerine yürüyerek ulaşacak mıdır?

Başbakan ve hükümeti bunlara nasıl müsaade edecektir?

Bu kire, bu tavize nasıl rıza gösterecektir?

Şehit ailelerine ne denilecek, şehit analarına hangi bahaneler üretilecektir?

Başbakan Erdoğan anayasal suç işlediğinin farkında değil midir?

PKK’lıları kapsamına alan bir Erdoğan affı çıkmıştır da bizim mi bilgimiz olmamıştır?

Bundan böyle cezaevlerindeki kader mahkûmları var olan adaletsizliğe seslerini yükselterek kendilerinin de serbest kalmasını isterlerse buna kim ne diyebilecek, nasıl engel olabilecektir?

Sınırlarımızı korumakla görevli Türk Silahlı Kuvvetleri’nin şerefli mensupları, arkadaşlarını şehit edenlere sırtlarını dönecek midir? Teröristlerin önünden çekilecek midir?

Eğer bunlar oluyor ya da olacaksa, Türkiye’ye devlet demek, hukuktan bahsetmek mümkün olacak mıdır?

5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 39’ncu maddesi; suçun işlenmesine yardım eden kişiye yönelik uygulanacak müeyyideleri konu etmektedir.

Bu Kanunun 257’nci maddesi görevi kötüye kullanmayı düzenlemekte ve görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme gösterenlerle ilgili yaptırımları kapsamına almaktadır.

279’ncu maddesi ise; kamu adına soruşturma ve kovuşturmayı gerektiren bir suçun işlendiğini göreviyle bağlantılı olarak öğrenip de yetkili makamlara bildirimde bulunmayı ihmal eden veya bu hususta gecikme gösterenlerin sorumluluklarını ihtiva etmektedir.

 Bunun yanında, söz konusu Kanunun 283’ncü maddesi suçluyu kayıranlarla, 284’ncü maddesi tutuklu, hükümlü ve suç delillerini bildirmeme suçlarını düzenlemektedir.

Diğer taraftan Anayasa’nın 137’inci maddesi konusu suç teşkil eden emirlerin yerine getirilemeyeceğini, 6’ncı maddesi de, hiçbir kimse veya organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisini kullanamayacağını esas almıştır.

Bu itibarla, bugünkü ortamda çözüm süreci dahilinde atılan tüm adımlar, tüm girişimler ve tüm teklifler gayri hukuki ve gayri meşrudur.

PKK’lıların meydan okurcasına geri çekilmesi, katillerin serbestçe sınırlarımızdan çıkıp gitmelerine seyirci kalınması en ciddi suçlardandır ve buna çanak tutan kim olursa olsun suçludur.

Her zaman söylediğimiz gibi, PKK terör örgütü ön şartsız bir şekilde silahlarını güvenlik güçlerine teslim etmeli, arkasından da Türk adaleti önünde işledikleri suçların hesabını vermeli ve sonuçlarına da katlanmalıdır.

Hukuk imtiyaz kabul etmez, zaman ve zemine göre karar vermez, vermemelidir.

Bu nedenle yürekli, cevval, korkusuz, dirayetli, millet sevdalısı ve Cumhuriyet’i savunmakla görevli savcılara çağrıda bulunuyor ve onlardan bir ses bekliyorum.

Anayasa suçu işlemiş Başbakan ve bazı hükümet üyeleri, konusu suç teşkil eden emri yerine getiren, suçluyu kayıran ve kollayan kamu görevlileriyle birlikte, 63 sözde akil insanlar heyeti hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na bugün saat 14’te suç duyurusunda bulunmak üzere huzurlarınızda partimiz Genel Sekreteri ve Bursa milletvekilimiz Sayın İsmet Büyükataman’ı görevlendirmiş bulunuyorum.

Adalet bugün değilse ne zaman harekete geçecektir?

Savcılar şimdi değilse daha ne zaman Türk milletinin hak ve menfaatlerini koruyacaklardır?

Şayet olan biten tüm bu hainliklere sessiz kalınırsa bunu günahı sorumluluk noktasında olan herkesin üzerine olacaktır.

Ve Milliyetçi Hareket Partisi bunları unutmayacak, yeri ve zamanı geldiğinde gereğini de heves ve heyecanla yapacaktır.

Bu düşüncelerle konuşmama son verirken sizleri bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, hepinize Yüce Allah’tan sağlık, başarı ve huzur dolu günler diliyorum.

Sağ olun, var olun.

Ne mutlu Türküm diyene.

Ne mutlu Ülkücüyüm diyene.