Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısı konuşması. 21 Mayıs 2013
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısı konuşması.
21 Mayıs 2013

 

Çok Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Misafirler,

Sayın Basın Mensupları,

Partimizin haftalık olağan Meclis grup toplantısına başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Konuşmamın başında Türkiye ekonomisiyle ilgili görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

AKP hükümetinin ekonomide estirdiği sanal bahar havası hiçbir şekilde gerçeklerle bağdaşmamaktadır.

Zorlama yorumlar, temelsiz iddialar, dayanaksız sözler ekonomideki kara deliklerin büyümesine mani olamamaktadır.

Bugünkü ortamda gerçek boyutuyla 6 milyon 38 bin kardeşimiz işsiz ve perişandır.

Gençlerimiz arasındaki işsizlik oldukça yaygın ve kaygı vericidir.

Özet olarak döviz giderinin döviz gelirinden fazla olduğunu gösteren cari işlemler açığı birikimli olarak 47 milyar 138 milyon dolar noktasındadır.

Yoksulluk, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve yolsuzluk artan bir trende sahiptir.

Türkiye adı konulmamış bir ekonomik bozgun ve ricat hali yaşamaktadır.

Vatandaşlarımızın ekmeği küçülmekte, cepleri boşalmaktadır.

Buna karşılık AKP destekli bir zümre parasına para katmakta, servetine yenilerini eklemektedir.

Kuşkusuz oturduğu yerden şöhret ve para avına çıkanlar, çaba göstermeden her ayrıcalığı kendilerinde hak görenler AKP’yle büyümüş, AKP’yle palazlanmıştır.

Hükümet ekonomide sınıfta kalmış, söylenenlerin aksine başarısızlığın markası olmuştur.

Uluslararası derecelendirme kuruluşlarının danışıklı dövüş not artırımları gerçek manzarayı saklamaya da yetmemiş ve yetmeyecektir.

Bildiğiniz gibi, Başbakan Erdoğan ve hükümetinin şu sıralar en sık gündeme getirdiği istismar malzemesi Merkez Bankası’ndaki döviz rezervi miktarı ve IMF’ye olan borcun bitirilmesidir.

Başbakan Erdoğan hem Merkez Bankası’ndaki döviz rezervinin artışını takılmış plak gibi her fırsatta duyurmakta, hem de IMF’ye olan borcun ödendiğini her zeminde tekrarlamaktadır.

Ve “onlar borçlandı biz ödedik” diyerek durmadan yalan konuşmakta, yüzü kızarmadan milletimizi aldatmaktadır.

Merkez Bankası’nda biriken döviz rezervinin toplam tutarıyla, IMF’ye geçen hafta ödenen son borç taksiti AKP propagandasının ana temasına dönüşmüştür.

Başbakan uydurmalarla, asılsız açıklamalarla milletimize gerçekleri yansıtmamaktadır.

“Borç ödedik, kasayı doldurduk” sözleri artık Başbakanla bütünleşmiş hazır kalıp cümleler olarak dikkat çekmektedir.

Başbakan Erdoğan’ın ekonomi yorumları ve bilgisi gerçekten evlere şenliktir.

Böylesi bir zihniyetin Türkiye’de ekonomik mucize yarattığını ifade etmesi her şeyden önce hilafı hakikattir.

Hatırlatmak isterim ki, AKP iktidara geldiğinde Türkiye’nin brüt dış borç stoku 129,6 milyar dolardır.

2012 yılsonu itibariyle dış borcun miktarı yaklaşık 2,5 katı aşarak 336,9 milyar dolara çıkmıştır.

AKP’li iktidar yıllarında dış borç 207 milyar dolar yükselmiştir.

Bilhassa özel sektörün borç hacmi, 10 yılda 43 milyar dolardan 226 milyar dolara sıçramıştır.

Başbakan Erdoğan özel sektörün sıkıntısını ve finansman güçlüklerini nedense sürekli görmezden gelmiş ve hasıraltı etmiştir.

Hanehalkı borç miktarı da 10 yıl içinde yaklaşık yüzde 4 bin artış göstermiştir.

Kamu borcun seviyesi de AKP’yle birlikte tırmanmıştır.

2002 yılında 64,5 milyar dolar olan kamu dış borç stoku yüzde 60’lık artışla geçen yılsonunda 103 milyar dolar olmuştur.

10 yılda, toplam borç miktarı 230 milyar dolardan yaklaşık 580 milyar dolara yükselmiştir.

Bu veriler ışığında sormak lazımdır ki, acaba Türkiye’yi borç tuzağına çeken hangi iktidar olmuştur?

Türk milletinin geleceğini dahi borçlandıran ve ipotek ettiren AKP’den başkası değildir.

AKP borçlanmış, esnafımıza, çiftçimize, memurumuza, garibanımıza, işçimize ve yetimlerimize ödetmiştir.

Bunun müsebbibi ise tamamen AKP’nin kötürüm ve sıcak paraya bağımlı ekonomi politikalarıdır.

IMF’den alınan kredi de dış kaynaklı bir borçtur.

2002 yılında IMF, Dünya Bankası ve diğer uluslararası kuruluşlara kamunun borcu 21,8 milyar dolarken, 2012 sonunda bu tutar 23,1 milyar dolara varmıştır.

Uluslararası kuruluşların bütününe olan borçlar artarken, mesela Dünya Bankası’na olan borç miktarı AKP döneminde 5,3 milyar dolardan, 13,1 milyar dolara çıkması son derece manidardır.

2002 yılında IMF’ye toplamda yaklaşık 22 milyar dolarlık bir borç söz konusudur.

Bu miktarın 13 milyar 900 milyon doları kamuya, 8 milyar 100 milyon doları ise Merkez Bankası’na aittir.

Merkez Bankası’nın rezervlerine ilave ettiği 8 milyar 100 milyon dolarlık borcu yıllar içinde ödenmiş ve bu bahis çoktan kapanmıştır.

Buna göre AKP’ye devrolunan IMF borcu iddia edilenin aksine 13 milyar 900 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir.

Elbette IMF’ye olan borcun bitmesi, bir daha herhangi bir kredi ilişkisinin kurulmaması en içten temenni ve beklentimizdir.

Ancak Başbakan yalnızca IMF borcunun azalmasını diline dolayarak, diğer uluslararası kuruluşlara olan yükümlüğü ağzına dahi almaması makul, mantıklı ve meşru bir tavır değildir.

IMF’ye borcun kalmadığını söyleyen Başbakan Erdoğan, acaba Dünya Bankası’na yönelik artan borcu nasıl izah edecektir?

11 Mayıs 2005 tarihinde IMF’den alınan 6,6 milyon SDR, yani yaklaşık 10 milyar dolarlık borcu nereye koyacak, nasıl gizleyecektir?

Başbakan Erdoğan “onlar borçlandı biz ödedik” derken hiç mi vicdanı sızlamamaktadır?

IMF kredilerinden istifade eden ve yüksek meblağlı borçlanan bizzat AKP hükümeti değil midir?

Başbakan kimi kandırmaktadır?

Başında bulunduğu hükümet; IMF’ci, faizci, sıcak paracı olarak nam salmışken, ne hakla doğruları saptırmaktadır?

Değerli arkadaşlarım, bu kadar yalan ve dolan ne duyulmuş ne de görülmüştür.

Başbakan Erdoğan ve hükümetinin gerçekleri çarpıtmada üstüne yoktur.

IMF’ye ödendiği iddia edilen borçların önemli bir tutarını, az öncede ifade ettiğim gibi AKP almış ve bunu da hiç gündeme getirmemiştir.

Şayet hükümet 2005 yılında üç yıl süreli 19’ncu Stand-By Anlaşmasını imzalamamış olsaydı, şimdiye kadar IMF’yle yollar zaten ayrılacak, borçlar altı yıl önce sıfırlanmış olacaktı.

IMF’nin kapısına giden ve borç talebinde bulunan Başbakan Erdoğan ve hükümeti riyayı ve sinsiliği bırakmalı, ödenen borçların AKP dönemine ait olduğunu hemen itiraf etmelidir.

Bize göre siyasi namus bunu gerektirmekte ve eğer varsa şerefli olmak bunu şart koşmaktadır.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Bir diğer üzerinde durmak istediğim mesele ise Merkez Bankası’nın rezervlerindeki yükseliş konusudur.

Başbakan’a birileri şu hususları iyi anlatmalı ve kendisi de mutlaka saat ücretine bakmadan ekonomi özel dersi almak için kolları sıvamalıdır.

Uluslararası rezervleri Merkez Bankası’nın parası olarak görmek bir defa büyük bir cahilliktir.

Bankalara yatırılan mevduat ve mevduat benzeri kaynaklardan Merkez Bankasına ödenen zorunlu karşılıkları, işçi dövizlerini, kamu sektörü mevduatını da rezerv zannetmek, bunu da kasayı doldurduk diyerek çığlıklar atmak ancak Başbakan Erdoğan’a mahsus bir bilgisizliktir.

Başbakan Erdoğan’ın, Merkez Bankası rezervi üzerindeki gerçek dışı beyanları tam bir akıl tutulması örneğidir.

Kendisine, mahdumlarına ve çevresine gemi filoları kuran, devlet malını, yetimlerin hakkını önüne gelene hortumlatan birisinin başka türlü davranması da bize göre güneşin batıdan doğmasını istemek kadar imkânsızdır.

Başbakan’ın neredeyse saat başı haberleri gibi sunduğu Merkez Bankası rezerv miktarının oluş şekli bellidir.

Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki, Merkez Bankası döviz rezervi kar ve tasarruf değildir.

Merkez Bankası’ndaki rezerv para tutarı, kısa vadeli dış borcun karşılığı olarak küresel para tacirlerine yönelik bir güvence akçesi ve sigortadır.

Yani başkalarına sunulmuş garanti paradır.

Rezervin önemli bir bölümü de başta ABD olmak üzere değişik ülkelerdeki banka hesaplarında tutulmaktadır.

Buralardaki paralar yatırım ve yeni iş sahalarının finansmanı için kullanılmamakta, yalnızca faiz geliri sağlamaktadır.

Merkez Bankası rezervinin, mesela Konyalı çiftçimize bir faydası yoktur.

Merkez Bankası rezervinin Giresunlu esnafımıza, Adananlı üreticimize, Mersinli sebze ve meyve yetiştiricimize herhangi bir hayrı dokunmamış, dokunmayacaktır.

Bu rezerv Türkiye’nin dış kaynaklı borçlarına yönelik olarak tutulan bir rehin paradır.

Rezerv miktarının yüksekliği Türkiye’nin yükümlülüklerinin artışına en bariz kanıttır.

Burada ana maksat; faiz yüksekliğinden istifade etmek için ülkemize gelen sermaye sahiplerine teminat göstermek; “korkmayın, bir kriz olursa paranız hemen ödenir” demektir.

Bankaların yurtdışından aldıkları borçlarının bir kısmı da rezerv olarak Merkez Bankası’nda bulunmaktadır.

Doğaldır ki, borçların artmasına ek olarak rezervde çoğalmaktadır.

Bilhassa yurt içi mevduattaki azalışı dış borçla telafi etmeye çalışan bankalar rezerv artışının nedenleri arasındadır.

Başbakan Erdoğan milletimizi rezerv artış hikâyeleriyle yanıltmakta, yanlışa düşürmekte ve gözünü boyamaktadır.

Ve pek tabiidir ki, kendi kasasıyla Merkez Bankası’nın kasasını karıştırmaktadır.

Başbakan’ın kasası durduğu yerden dolarken, milletimizinki boşalmaktadır.

Banka hesaplarındaki sıfırlar hızla artarken, milletimiz fakir düşmektedir.

Gerçekleri yok sayarak kasamızın dolduğunu iddia etmek ancak ve ancak ekonomiyi simit çay hesabına indiren birisinin ya da ödünç olarak alınan paralardan ahkam kesen bir düşüncesizin, bir işgüzarın ve bir hayalperestin işi olarak görülmelidir.

Başbakan Erdoğan bilmelidir ki, başkalarının atına binenin tez zamanda inmesi mukadderdir.

Kendisine tavsiyemiz, ekonomide bilir bilmez konuşmaktan, boşa atıp dolu tutma arayışından vazgeçmesi, eline hemen bir ekonomiye giriş kitabı alarak gizliden gizliye çalışması, anladığı ölçüde de cehaletini süratle gidermesidir.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Başbakan Erdoğan’ın 14 Mayıs’ta başladığı ABD seyahati geçtiğimiz haftanın en çok konuşulan konuları arasında yerini almıştır.

Amerika Birleşik Devletleri, yaklaşık bir asırdır stratejik denklemlerin kurulduğu, ekonomik ve teknolojik gücüyle yerküreyi çok yakından ilgilendiren önemli bir ülkedir.

Bu nedenle dikkatle takip edilmesinde ve müttefiklik hukuku gereğince eşit ve hakkaniyetli ilişkiler kurulmasında mutlaka yarar ve zorunluluk vardır.

Bu ziyaretin Türkiye’nin bunalımlar ve tedirginlikler yaşadığı bir döneme isabet etmesi işin bir başka ilginç yanı olmuştur.

ABD turuna bakan, parti yöneticisi, milletvekili, bürokrat, işadamı ve hanedan mensuplarından oluşan kalabalık bir kafile katılmış, bunlar bol bol gezmiş, bol bol yemiş ve içmişlerdir.

Nasıl olsa devletin imkânları AKP’nin emrindedir.

Başbakan Erdoğan’ın ABD seyahati, karşılıklı görüşmelerin yapıldığı 16 Mayıs gününün öncesi ve sonrasıyla hararetle, hevesle ve iştahla tartışılmıştır.

Zannedersiniz ki, ABD’ye ikinci Kolomb çıkarma yapmış, ikinci fetih gerçekleştirilmiştir.

Yandaş basın Başbakan’ın ziyaretine kerametler ve derin anlamlar yüklemiştir.

Gece yarısı da olsa, düzenlenen mutat karşılama törenleri abartılmış, daha önce Türkiye’den giden devlet ya da hükümet başkanları için tahsis edilen konutlardan haddinden fazla ve sonradan görmeler gibi övgüyle bahsedilmiştir.

Başbakan’ın parlatılması, öne çıkarılması ve üstelik ABD Başkanı Obama’nın iltifatına mahzar olduğunun ispatı için her düzenek kurulmuş, her propagandadan medet umulmuştur.

ABD ziyaretini, Başbakan ve hükümetinin durum raporu sunması ve son gelişmeler hakkında izin ve icazet aldıkları makamlara bilgi vermesi şeklinde okumak ve değerlendirmek doğru olacaktır.

Başbakan, 6 Nisan 2009 tarihinde ABD Başkanı Obama’nın TBMM Genel Kurulu’nda AKP parti gurubunun ayakta alkışları arasında kendisine verdiği ev ödevlerinden bir kısmını yapmış olmanın huzur ve rahatlığı ile bu görüşmeye gitmiştir.

Başbakan Erdoğan, aradan geçen süre içinde ABD’ye taahhüt ettiği gibi;

√       Ermeni açılımını başlatmıştır.

√       Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması, Patrikliğin ekümenik olması için mesai harcamıştır.

√       Sözde açılım denilen yıkım projesini uygulamaya koymuştur.

√       Türk tarihini yüzleşme, geçmişle hesaplaşma, ezberleri bozma adına hakir görmüş, isyankârlardan özürler dilemiştir.

√       Irak’ın kuzeyindeki peşmerge reisleri ile kucaklaşmış, hatta çizilen sınırları dahi geçmeyi göze almıştır.

√       Afganistan’a ilave asker desteğini yerine getirmiştir.

√       Büyük Ortadoğu Projesinin eşbaşkanı olarak küresel projelerin gerçekleşmesi için var gücüyle çalışmıştır.

√       İmralı canisiyle pazarlığa tutuşmuş, PKK’nın çözüm süreci isimli ihanetle meşrulaşması konusunda epey efor sarfetmiş ve sarfetmeye de devam etmektedir.

Bunlara karşılık, ABD’den, Türkiye’nin hiçbir temel sorununa hepimizi tatmin edecek bir destek alınamamış, verilen sözler bugüne kadar yerine getirilmemiştir.

Her şeyiyle ortadadır ki, Başbakan’ın ABD ziyaretiyle ilgili Türk kamuoyunda büyük beklentiler yaratılmıştır.

Başbakan dört yıl aradan sonra ABD’ye gitmiş, mesut ve mutluluk içinde herkese gülücükler saçmıştır.

İlk önce Oval Ofis’te heyetler arasında görüşmeler yapılmış, ardından da Beyaz Saray’ın Gül Bahçesi’nde basının önüne çıkılmıştır.

Önce birlikte yürüyen, yağan yağmurda birlikte ıslanan, sonra da şemsiye yardımı alan Başkan Obama ile Başbakan Erdoğan görüşlerini açıklamışlar, sorulan soruları cevaplandırmışlardır.

Yağmurdan kaçmadığını söyleyen Başbakan gerçekte Türkiye’yi doluya mahkûm ettiğini fark edemeyecek kadar kendinden geçmiş, neşeli ve heyecanlı yüz hatlarıyla sevimlilik gösterisine soyunmuştur.

Başbakan Erdoğan’ın ABD Başkanı’nın ağzına bakan tarz ve görüntüsü, onay bekleyen ve teyit isteyen mahcup bakışları milletimizi temsil eden birisine hiç yakışmamış ve hiç de uygun düşmemiştir.

Türk milleti hükümrandır, Türk milleti dik başlıdır, Türk milleti güçlüdür ve hiçbir gücün karşısında ezilip büzülecek kadar da hamd olsun pısırık olmamıştır.

Başbakan Erdoğan bugüne gelesiye Davos sahnesinde kurgulanan One Minute oyunundan yeterince istifade etmiş ve sonunda da maskesi fikirlerinin üretim yerinde düşmüştür.

Gül Bahçesi’nden sonra, Beyaz Saray’ın Kırmızı Salonu’nda son derece dar bir katılımcıyla pişmaniye ve helva katıklı görüşmelere geçilmiştir.

Ne var ki, Kırmızı Salon’da nelerin konuşulduğu, nelerin paylaşıldığı ve hangi sözlerin alınıp verildiği hala vuzuha kavuşmuş değildir.

Burada Türkiye’yi temsilen Başbakan Erdoğan’ın yanı sıra, Dışişleri Bakanı ve MİT Müsteşarı toplantıya katılmış; ABD kanadından da Başkan Obama’ya, Dışişleri Bakanı’yla Ulusal Güvenlik Danışmanı eşlik etmiştir.

Dikkat çeken bir ayrıntı da CIA Başkanının bu toplantıya iştirak etmemesi ve o esnada İsrail’de bulunmasıdır.

Kenarda kalan bu hususun aydınlatılmasıyla birlikte Kırmızı Salon’da nelerin konuşulduğu çok önemlidir.

Kırmızı Salon’da BOP’un kan kırmızı bilançosu mu masaya yatırılmıştır?

Bu görüşmeler tutanağa bağlanmış mıdır? Devlet hafızasına kaydetmek üzere gerekli önlemler alınmış mıdır? Türk devlet geleneğine riayet edilmiş midir? Diplomasinin inceliklerine ve kurallarına uyulmuş mudur?

Başbakan Erdoğan, Obama’ya gerçekte ne söylemiş, neleri vaat etmiş ve hangi tavizleri vermiştir?

Obama, Başbakan’a neyi dikte etmiş, neleri buyurmuş ve hangi yeni talimatları sıralamıştır?

Başbakan Erdoğan Türk milletinin katlanamayacağı sözleri milli çıkarları hesaba katmadan vermiş midir?

Bize göre ABD ziyaretinin ana fikri, esas gündemi ve özeti bu Kırmızı Salon’daki konuşulanlarda saklıdır.

Burası açığa kavuşursa gerçekler de bir bir ortaya çıkacak, kimin nerede durduğu ve hangi niyetleri taşıdığı netleşecektir.

Anlaşıldığı kadarıyla Başbakan Erdoğan’ın ABD ziyaretinde belli başlı dört konu kendisini göstermiştir.

Bunlardan birincisi Suriye meselesidir.

Başbakan Suriye’ye müdahale edilmesi konusunda adeta canını dişine taksa da, “elimizde sihirli değnek yok diyen” Obama’dan yüz bulamamıştır.

Ayrıca kendisi ABD seyahatine başlamadan önce birinci Cenevre Konferansı’nın netice vermediğini, ikincisinin ipe un sermek olacağını dile getirse de bu tutumu fayda etmemiştir.

Başkan Obama’nın bu konudaki ısrar ve diretmesiyle Başbakan iki gün içinde 180 derece çark etmiş; “görüşüm değişti ve gelişti” sözleriyle hayret verici bir pişkinlik örneği sergilemiştir.

İş bununla da sınırlı kalmamış, ABD Başkanı, ikinci Cenevre Konferansıyla ilgili Başbakan’a görevler yüklemiş ve burada Türkiye’nin önemli roller oynayacağını ileri sürmüştür.

Başbakan’da kuzu kuzu bunları dinlemiş ve Cenevre sürecini ilerletmek noktasına tıpış tıpış gelmiştir.

Ve hatta yakında Rusya’yı ziyaret edeceğini belirterek, Obama’nın sözlerini yere düşürmeme konusunda ne kadar azimli olduğunu daha ABD’yken beyanlarıyla belgelemiştir.

Şu düşündürücü tabloya bakınız ki, Başbakan Erdoğan Beyaz Saray’ın ikna odalarında yeniden gömlek değiştirmiş, ıslanan elbisesini BOP kumaşından kestirdiği yenisiyle anında değiş tokuş yaptırmıştır.

Bir insanın fikirlerindeki oynaklık, ideallerindeki kaypaklık ve yönetim anlayışındaki kocaman açık olsa olsa ya ağır bir baskıdan veya siyasi anlayışındaki ahenksizlikten ve dengesizlikten kaynaklanacaktır.

Bunun her ikisi de zaaftır ve her ikisi de milli varlığın aleyhinedir.

Kaldı ki, bu somut tenakuz, Başbakanlık görevinde bulunan bir kişi açısından oldukça kaygı verici bir gelgit halidir.

Tüm çıplaklığıyla görülmüştür ki, Başbakan’ın Suriye tezleri Beyaz Saray’da ilgi görmemiş, karşılık bulmamış, uçuşa yasak bölge temennileri sonuç vermemiştir.

Bir bakıma bu gelişmeler hükümetin Suriye politikasının baştan ayağa dağıldığını ve hiçbir inandırıcılığının kalmadığını tescillemiştir.

Sıfır sorun hezeyanlarından savaş pozisyonuna, kardeş Esad’tan hasım Esed’e anında u dönüşü yapan AKP iktidarı, haylaz çocuklar gibi mızmızlansa da bir netice elde edememiştir.

Başbakan Erdoğan ne yaptıysa, ne ettiyse ABD’yi Suriye’ye yönlendirememiş, askeri seçeneği masaya getirememiştir.

ABD Başkanı Obama,; “ikimiz de Esad’ın gitmesi gerektiğinden hemfikiriz. İktidarı geçici bir hükümete devretmesi gerekiyor. Bu krizi çözebileceğimiz tek yoldur” sözleriyle yeni bir oyalama taktiğine başvurmuş, muhatabının ağzına bir parmak bal sürerek pışpışlamayı tercih etmiştir.

Başbakan Erdoğan anlamsız ve geçersiz olan teklif ve düşüncelerinin nereye varacağını kestiremeden; “Suriye’de kanlı sürecin sonlandırılması konusunda ABD’yle tam bir mutabakat içindeyiz” diyerek kendi kendini avutmuştur.

Suriye’de, Şam yönetimi tarafından kimyasal silah kullanıldığını ispatlamaya çalışarak sanki her şeye hâkim ve takip ediyormuş izlenimi uyandırmaya çalışan Başbakan yine açığa düşmüştür.

Sınırlarımızın öbür tarafında Sarin Gazı izi süren bu zihniyetin, ülkemizde patlayan bombalardan haberinin dahi olmaması ve üstelik Reyhanlı felaketini bile önleyememesi herhalde kara talihin hazin bir cilvesi olarak görülecektir.

Muhaliflerin desteklenmesi ve Esad’a yönelik baskıların artırılması konularında görüş birliğine varılsa da, bunlar kalıcı ve etkili sonuçlar vermeyecek basit ve ucuz yaklaşımlar olarak kalacaktır.

Biliyor ve görüyoruz ki, Esad kendi halkına saldıran şiddet yanlısı bir zalimdir.

Buradan Suriyeli kardeşlerimize yapılan çirkin ve insanlık dışı muameleleri kınadığımızı tekraren söylemek istiyorum.

Esadla muhaliflerin mücadelesi vahşetin zirvesine cinayetlerle oturmuştur.

Bize göre iki tarafta ölüm diline saplanmış kalmıştır.

Hele hele yüce dinimiz İslam’ın cinayetlere alet edilmesi ayrı bir aymazlık ve ayrı bir ahlaksızlıktır.

Esad’a karşılık vermek adına, insan kalbi ve ciğeri yemekten çekinmeyecek kadar gözleri dönen bu çağın yamyamları ve müşrikleri insanlıklarını çoktan gömmüştür.

Ve hükümetin bunlara çanak tutması hem medeniyetimizin inkarı hem de merhametin iflasıdır.

Ebu Süfya’nın canavar eşi Hind’in yolundan gidenlerle ittifak kurulması, insan eti yenmesine sessiz kalınması büyük milletimiz adına utanç verici bir durumdur.

Hangi vicdan, hangi fani ve hangi insanlık öğretisi böylesi bir vahşiliğe göz yumabilecek, sıradan görebilecektir?

AKP kimleri silahlandırdığının, kimlere payanda olduğunun farkında mıdır?

Bunlar günahtır, rahmet dolu dinimize açıkça karşı çıkış ve hakarettir.

Türkiye’nin komşu coğrafyalardaki yüksek tansiyona tarafsız ve dengeli yaklaşması gerekirken, ateşe benzinle gitmesi fecaat dolu hadiselere açık kapı bırakmıştır.

Nitekim Reyhanlı’daki kıyımın ve katliamın ortaya çıkışı buna bağlıdır.

Başbakan Erdoğan’ın Rayhanlı’yı kaderine bırakması, sınırlarımızdaki teröristlerle ilgili tedbir almaktansa Suriye’yi vurmaya çalışması beyhude bir uğraş, hezeyan dolu bir sapmadır.

Bu Türk milletinin asırlardır takip ettiği stratejik hedeflerini ve jeopolitik gerçeklerini ters yüz edecek bir yanlıştır.

Başbakan Erdoğan’ın zorbalıkta sınır tanımayan Esad’a odaklanması, muhalif adı altında öbek öbek toplanan terör gruplarına destek vermesi Türkiye’nin kanlı hesaplaşmaya doğrudan doğruya girmesine ve taraf olmasına neden olacaktır.

Esad’ın gitmesi konusundaki sözde uzlaşma ve mutabakat yandaş basın marifetince göklere çıkarılmış ve istenilenlerin alındığı yaygarasının koparılmasına yol açmıştır.

Nitekim, “Esad’ı bitiren zirve, Esad’ın gitmesi şart, Esad’sız Suriye için uzlaştılar, yeni Suriye’de Esad’a yer yok, Esad mutabakatı, Esad yönetimi gitmeli” türünden ifadeler 16 Mayıs’ı takip eden günde manşetleri süslemiştir.

Başbakan Erdoğan ile ABD Başkanı Obama arasındaki ikinci konu başlığı Filistin olmuştur.

Gazze’ye gitme niyetini çoktan duyuran Başbakan, ABD Dışişleri Bakanı’nın haddi aşan sözleriyle bu ziyaretini ertelemek durumunda kalmıştır.

İşin içine giren ABD, Başbakan Erdoğan’ın tüm planlarını bozmuş ve izin kâğıdını Batı Şeria şerhiyle onaylamıştır.

Yani Gazze’ye gitmenin tek yolu İsrail’in işgal altında tuttuğu topraklardan geçmek ve Tel Aviv’e yüz sürmek kaydıyla mümkün hale gelmiştir.

Başbakan Erdoğan bu konuda da geri adım atmıştır.

Filistin meselesini bir konuşmasında gündeme getirerek gönül almaya ve kendisini de teskin etmeye çabalamıştır.

Ancak Gazze için İsrail’e söylenmedik söz bırakmayan Başbakan’ın, bu ülke üzerinden ziyaretini gerçekleştirecek olması, hem bir mağlubiyet hem de keskin sirkenin küpüne verdiği zarar olarak yorumlanmalıdır.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Başbakan Erdoğan ile ABD Başkanı Obama arasındaki üçüncü konu başlığı Irak’ın kuzeyindeki ve Irak merkezli gelişmeler olmuştur.

Anlaşılan ABD, AKP’yi önce ittiği ve teşvik ettiği, arkasından da frenlemek için uğraştığı peşmerge yönetimiyle ilişkilere yeni bir ayar vermiştir.

Başbakan Erdoğan aldığı icazet ve telkinlerden dolayı Barzani’ye yanaşmış ve hemen kucak açmıştır.

Peşi sıra buradaki petrol ve doğal gaz varlıklarıyla ilgili bir dizi anlaşmalar yapmıştır.

Ne var ki, Irak Merkezi Yönetimi buna itiraz etmiş ve engellemek için her teşebbüste bulunmuştur.

Geçtiğimiz aylarda Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’nı taşıyan uçağın Erbil’e inişine izin verilmemesi de bundan kaynaklanmıştır.

AKP hükümeti, ABD ne diyorsa, neyi bekliyorsa peşine düşmüş ve hemen uygulamaya geçmiştir.

Barzani’nin Başbakan Erdoğan’ın biricik dostu ve bölgesel kader ortağı mertebesine yükselmesi de bir ABD ve dolayısıyla BOP projesidir.

Bunun Irak odaklı mahzurları ortaya çıktığından Başbakan’a nasihat verilmiş, çizilen sınırlarda kalması istenmiş ve aklına estiği gibi hareket etmemesi konusunda uyarılmıştır.

Dördüncü ve son olarak da ihanet süreci konuşulmuş, İran’ın nükleer silahtan arındırılması hususunda fikir birliği sağlanmış, Irak’taki seçimler masaya yatırılmış, İsrail ile ilişkiler ele alınmış ve diğer bölgesel meseleler değerlendirilmiştir.

Başbakan Erdoğan sözde çözüm sürecinin ABD tarafından takdirle, dikkatle izlendiğini ve ancak AKP’nin bunu gerçekleştireceğini söylediklerini nakletmiştir.

Evet doğrudur, böylesi bir ihaneti AKP’den başkasının yapması asla mümkün değildir.

ABD’nin bu teşhisi yerindedir.

Obama’nın, Başbakan Erdoğan’ın hediyesine jest ve karşılık olarak ABD’nin sembolü Kartal armağanını vermektense içinden teröristbaşı Öcalan’ın resmi çıkacak kara kaplı bir kutu veya Kandil Dağı’ndan toplanan bir buket kır çiçeği vermesi eminim daha makbul olacaktı.

Yine de Başbakan’ın, muhterem eşine sunulan “Bir diktatörün psikolojisi” isimli kitabı geceler boyunca hatmederek eksik kaldığı noktaları tamam etmesi kendisi adına tutarlılık olacaktır.

Gürültü koparan ABD ziyaretinden sonra, merak etmekteyiz ki, Türkiye ve Türk milleti ne elde etmiş ve ne kazanmıştır?

Görüşmeler hangi yaramıza merhem olmuştur?

Tantana ve şatafat içinde ABD’ye intikal eden Başbakan’ın eli boş ve yeni tavizler vererek geri dönüşü bir kayıp değil midir?

Lütfen söyler misiniz bana, Bostonbul’lu mahdumların dahi övüldüğü bu temas ve ziyaret trafiğinin turisttik geziden ne farkı vardır?

Başbakan saptırmadan, istismar etmeden ABD’nin kendisini ve hükümetini hizaya getirdiğini ve Okyanus ötesinin yörüngesine sabitlediğini itiraf edebilecek yürek ve cesarete sahip midir?

ABD Dışişleri Bakanı bir konuda haklı çıkmıştır.

Bize ait bir deyimi Başbakan’a yönelik seslendirerek “Dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşurmuş” demiştir.

Öyle ki dağ dağa kavuşmasa da Erdoğan Obama’ya yapışmış ve çekim alanına kapılmış gitmiştir.

Başbakan Erdoğan’a anladığı dilden, yani ABD menşeli üç deyimle öğütte bulunmak doğru olacaktır:

Sayın Başbakan unutma ki, “Çaydanlık bakmakla kaynamayacak, ağacın hatırladığını balta unutacak ve odununu kendi kesen iki kere ısınacaktır.”

 

Değerli Milletvekilleri,

Sınır güvenliğimizin gevşek ve başıboş olduğunu geçtiğimiz haftaki konuşmamda ısrarla vurgulamıştım.

Özellikle Reyhanlı’da 52 insanımızın hayatına mal olan menfur saldırı her şeyi gözler önüne sermiş, sınır bölgelerimizdeki felaketleri ifşa etmiştir.

Suriye’deki iç çatışmaların Türkiye’ye taşınması için çok aktörlü bir tertip ve komplo devamlı mesafe almaktadır.

Devlet otoritesi sınırlarımızda kalmamış, geniş imtiyazlar elde eden sığınmacılardan bazılarının neden olduğu olaylar giderek gerilimleri artırmıştır.

Esnaf dertlidir, sokaklar güvensizdir, özellikle Reyhanlı’ya kimin girip çıktığı belirsizdir.

Pasaportsuz sınır geçişleri her türlü riski de beraberinde getirmektedir.

Mezhep temelli kışkırtmalar iyice gün yüzüne çıkmıştır.

Reyhanlı’lı kardeşlerim mutlaka soğukkanlı olmalı, itidalli ve temkinli hareket etmeli ve sağduyunun çizgisinden ayrılmamalıdır.

Zira istenen kavgadır, etnik ve mezhep temelli çatışmadır.

Bu tuzağa düşülmemeli, huzur ve birliğimizi kast etmek amacında olanlara fırsat ve koz verilmemelidir.

Buradan 11 Mayıs günü, bombalı saldırıda vefat eden kardeşlerimize bir kez daha Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyor, halen tedavi altında bulunanlara şifa dileklerimi iletiyorum.

Reyhanlı saldırısının önlenememesinde istihbarat birimleri arasındaki kopukluğun ve iletişimsizliğin oldukça etkili olduğu anlaşılmaktadır.

Başbakan Erdoğan’ın, kendisine bağlı Teftiş Kurulu’nu görevlendirmesi, zımnen bunu kabullendiğini göstermektedir.

Bu zaafta, hükümetin istihbarat teşkilatını farklı amaç ve hedefler için kullanmasının büyük payı bulunmaktadır.

Ülkemizin her tarafından teröristler meydanı boş bulmuşçasına hareket ederken, en başta MİT’in süreç ihanetinin taşıyıcı ve hızlandırıcı unsuru haline getirilmesi affı mümkün olmayan bir gaflettir.

Reyhanlı’da patlayan bombalar hükümetin acziyetinden ve asayiş konusundaki yetersizliğinden güç almıştır.

Başbakan, devletin istihbaratını PKK’nın aklanması ve temize çıkarılması için alet ederken, terör grupları fırsatı kaçırmamış ve müsait zemini eylemleriyle kana bulamıştır.

Şayet istihbarat noktasında açmazlar ve kopukluklar varsa, sormak lazımdır ki, hükümet neden yavaş davranmış, niçin atalete düşmüştür?

2010 yılında kurulan ve terörizmle mücadele için ilgili kurum ve kuruluşlar arasındaki koordinasyonu sağlamak, bu konuda politika ve strateji geliştirmekle yükümlü olan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı neyle meşguldür?

Bu Müsteşarlık istihbarat birimleri arasındaki uyum, eşgüdüm ve irtibatı sağlamak maksadıyla kurulmamış mıdır?

Üç yıldır sağlanamayan istihbarat birimleri arasındaki koordinasyon, bundan sonra nasıl temin edilecek, tehlikeler nasıl fark edilecektir?

Görünen gerçek şudur: Devlet çalışmamakta, hükümet hainliklerle vakit geçirmektedir.

AKP hükümeti tüm güvenlik kurumlarını kirlendirmiş ve bölücü politikaların ilerletilmesi amacıyla görevlendirmiştir.

Başbakan Erdoğan’ın uğruna kanunlar çıkardıklarını müfettişlere havale etmesi aslında bir başarısızlığın ve beceriksizliğin zımnen ilanından başka bir şey değildir.

Bombacılar, katiller, suikast timleri, tetikçiler, taşeron terör örgütleri ve kanlı eller milletimize saldırı için provokasyon ortamı ararken, istihbarat birimlerinin PKK’nın sözde geri çekilmesine kılavuzluk yapmakla memur edilmesi sorumsuzluktur, hatadır ve net olarak suçtur.

Bu itibarla Başbakan özeleştiriye kendisinden başlamalı ve devletin omurgasını kırmaktan vazgeçmelidir.

Sınırlarımızdan kimin girip kimin çıktığı belli değilken, güçlü bir Türkiye’den bahsetmek kimsenin harcı olmayacaktır.

Başbakan Erdoğan Suriye tuzağına çekildikçe, İmralı canisinin avucunda haysiyetini kaybettikçe milletimiz ağır bedeller ödemekte, fenalıklarla sarsılmaktadır.

Bu yüzden hükümet kendine gelmeli, yanlıştan dönmelidir.

Türk devletinin hiçbir kurumu ihanete ve bölünmeye ortak edilmemelidir.

Başbakan ve hükümetinin günahı yeterince birikmiştir.

Ve tüm devlet kurumları da, iktidar partisinin oyuncağı değil, milletin hizmetinde olduklarını ve varlığını korumakla mükellef olduklarını iyi bilmelidirler.

Başbakan Erdoğan ABD’ye gitmeden evvel şahsıma yönelik; “Bahçeli’ye demek lazım, sen çok güçlüsün, bu bozkurtlarınla sınırları koruman altına al” mesajını iletmiştir.

Sayın Başbakan Allah’a şükürler olsun ki, milletimizden aldığımız destekten dolayı güçlüyüz, sana ve kol kola olduklarına tek başımıza kalsak da yeteriz.

Sen sınırlarda teröristlerinle bekle, ben de bozkurtlarımla birlikte sizden ve emellerinizden bu aziz vatanı muhakkak ki koruyacak iradeyi seve seve gösteririz.

Diyeceğim şudur ki, Başbakan Erdoğan, bu sözleriyle Türkiye’nin güvenliğini sağlayamadığını itiraf etmiştir ve bu sebeple Başbakanlıktan istifa etmeyi kesinlikle önceliğine almalıdır.

Daha sonra da bizim Türk milletine ve aziz vatanımıza nasıl kol kanat gerdiğimizi imrenerek ve özenerek görmeli, dayanacak takati varsa bunlara şahit olmalıdır.

Çünkü Milliyetçi Hareket emniyettir, milli vicdandır, milli ruhtur, huzurdur, istikrardır, vakardır, cesarettir ve zalimlerin korkulu rüyasıdır.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Sözlerime son vermeden önce Başbakan’ın gelecek yıl üç seçim olabilir sözüyle ilgili kısa da olsa bir açıklamada bulunmak istiyorum.

Başbakan Erdoğan’ın anayasa değişikliğini sabote etmek ve uzlaşma komisyonunu baskı altına almak için referandum kartını hatırlatması talihsiz ve tahrik edici bir yaklaşımdır.

PKK ile anayasaya yapmak için tüm hazırlıklar sürdürülmektedir.

AKP’nin aklında ve hedefinde Meclis’ten kendi hazırladığı anayasayı BDP işbirliğiyle geçirmek ve sonra da referanduma götürmek vardır.

Şimdilik şunu herkes bilmelidir ki, Milliyetçi Hareket Partisi yapılacak her seçime hazırdır.

Biz parti olarak, vehimleri devireceğiz, korkuları yıkacağız, iftiraları kıracağız, kuşatmayı yaracağız ve karamsarlığı gerileterek Allah’ın izniyle iktidar olacağız.

Samimiyetle, sabırla ve sebatla Türk milleti diyeceğiz, Türklük diyeceğiz ve sonsuza kadar var ol Türkiye sözleriyle kötülükleri ezip geçeceğiz.

Güvencemiz millettir, rehberimiz aziz şehitlerimizdir ve himaye edenimiz de Yüce Rabbimizdir.

Her aydınlığı yangın zannedip söndürmeye çalışan karanlık ve rutubetli zihniyetlerle mücadelemizin mutlaka galibiyetle biteceğine ve kutlu zafer günlerinin yakınlaştığına inancımız tamdır.

Bunun için 25 Mayıs 2013 Cumartesi günü Adana’da yapacağımız “Vatan” temalı açık hava toplantımıza tüm Adanalı hemşerilerimi ve milletimin tüm fertlerini davet ediyor, vatanımızın sahipsiz olmadığını yeniden göstereceğimizi buradan heyecanla ilan ediyorum.

Ve her ne adla olursa olsun, büyük Türk milleti geleceğine sahip çıkacak, bölücüleri, bölünme uydularını, hainleri, 63’lüklerin beklentilerini, süreç rezilliğini, AKP kâbusunu sandıkta paramparça edecektir.

Bu düşüncelerle konuşmama son verirken, siz değerli milletvekili arkadaşlarımı ve muhterem misafirlerimizi en iyi dileklerimle selamlıyor, hepinizi Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.

Sağ olun, var olun.