05.12.2000 - TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Konuşması
5 Aralık 2000

 

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Konuşmama başlarken, yüksek heyetinizi sevgi ve saygılarımla selâmlıyorum.

Ekonomimiz açısından oldukça sıkıntılı geçen bir haftayı geride bırakmış bulunuyoruz. En büyük çabamız, bankacılık sisteminde iki haftadan bu yana sarsan likidite darboğazının bir an önce aşılmasıdır. Diğer bir deyişle, bu haftanın normalleşme sürecine ev sahipliği yapması; endişe ve paniğin yerini, ekonomik programa güvenin alması önem taşımaktadır.

Bunun ön şartı, tabi ki her kurumun, kişinin ve siyasî partinin görev ve sorumluluklarının bilicinde olması, üzerine düşeni lâyıkıyla yerine getirmesidir. Sadece ekonomik değil, toplumsal ve siyasal hayatımızda da bu özellik eksik olduğu sürece, başarılı ve kalıcı sonuçlar elde etmek giderek zorlaşacaktır.

Bu gerçeğin yeryüzündeki herhangi bir ülke ve toplum açısından geçerli bir kural olduğuna şüphe bulunmamaktadır. Yine, böyle bir kuralın, hayatın her alanında, her yönetim kademesinde gerekli ve geçerli olduğunu da unutmamak lâzımdır.

Ülkemizde, özellikle son bir ay içinde yoğunlaşan Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinde gözlenen tartışma ve gelişmelere bakıldığında da sorumluluk bilincinin yeterince yaygın ve güçlü olmadığı dikkat çekmektedir. Toplumu ve ülkeyi bir bütün olarak doğrudan ilgilendiren hayatî konularda bile, farklı ideolojik bakış açılarının ve siyasî hesapların daha çok belirleyici olduğu görülmektedir. Bu durum, bir milletin tarihinde görülebilecek en ciddî zaaf anlarından birini ifade eder. Bunun için de farkına varılabilmesi ve aşılabilmesi çok önem taşır.

Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin bugününe ve yarınına, tarihî tecrübelerin ışığında çok yönlü yaklaşmak gerekir.

Bu manada, dikkat çeken hususlardan birini, gelişmelerin son bir ay içinde daha anlamlı ve gerçekçi bir boyut kazanması oluşturmaktadır. İlişkilerde her iki taraf açısından da gelinen noktanın özeti budur. Son bir yıl ile, son bir ayın üstünkörü bir tahlili bile bunu görebilmek için yeterlidir.

Katılım Ortaklığı Belgesi'nin açıklanmasının ardından yaşanan ve kamuoyunun da dikkatini çeken bazı olumsuz gelişmelerin birer tesadüf olduğunu söylemek zorlaşmaktadır. Dolayısıyla, "tesadüf" iddiasında ısrar etmek, bazı gerçeklere gözlerin bilerek ya da bilmeyerek kapanması anlamına gelecektir. Buna da hiç kimsenin hakkı olmadığı açıktır.

En son Türkiye'nin Dışişleri Bakanı'na Avrupa Parlâmentosunda yapılan çirkin saldırı ve onun hemen arkasından patlayan "mektup skandalı" haklı olarak büyük bir tepki toplamıştır. Bütün sağduyulu vatandaşlarımız gibi, bizleri de bazı şeyleri yeniden düşünmeye sevk etmiştir. Çünkü, her iki hâdise de kolay kolay geçiştirilecek cinsten talihsizlikler değildir.

Ülkemize geldiklerinde her türlü teması istedikleri gibi yapmayı alışkanlık hâline getiren heyetlerin kendi parlâmentolarında misafir olarak bulunan bir dışişleri bakanına yapılan çirkin saldırı karşısındaki tepkileri zayıf kalmıştır.

Tepkilerinin çok daha büyük ve kararlı olması gerekirdi. Bu hâdise, sadece Türkiye'ye yönelmiş bir saldırı değil, aynı zamanda demokrasiye ve dostluğa da yönelmiş çirkin bir harekettir.

Benzer şekilde, Avrupa Komisyonu Türkiye masası şefinin bölücü-yıkıcı terör örgütünün Paris'teki bürosuna gönderdiği mektup ise son günlerde patlak veren ikinci büyük rezaleti oluşturmuştur. Bilinmelidir ki böyle bir teşebbüsün teknik bir hata olarak geçiştirilmek istenmesi, meseleyi hafife almakla eş değer bir tutum olacaktır.

Her şeyden önce, Türkiye'de de görev yapmış tecrübeli bir diplomatın bu tür bir hataya meydan vermesi anlaşılır gibi değildir. Mektubun üslübu ve muhtevası, hatadan çok kasıt ihtimalini güçlendirmektedir. Bundan böyle, benzeri bir "diplomatik cinayet" in daha işlenmemesi, Avrupalı muhataplarımızın niyet ve samimiyetinin somut bir göstergesi olacaktır.

Huzurlarınızda hem parti hem de hükümet olarak bunun yakın takipçisi olacağımızı ifade etmek istiyorum.

Avrupa Birliği makamlarını da ülkemize karşı daha dikkatli, özenli ve saygılı olmaya davet ediyorum.

Bilindiği üzere, dün Brüksel'de toplanan Avrupa Genel Işler Konseyi, Avrupa Komisyonu tarafından 8 Kasım'da açıklanan Katılım Ortaklığı Belgesi'ni onaylamış bulunmaktadır. Türkiye'nin haklı tepkisini ortaya koymasıyla birlikte gözden geçirilen metinde kısmî bazı iyileştirmelere gidildiği görülmektedir. Bu olumlu bir gelişmedir, ama yeterli değildir. Türkiye'nin haklarının gözardı edilmemesi, millî duyarlılıklarına saygı gösterilmesi önem taşımaktadır.

Görüldüğü üzere, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri sancılı ve uzun bir döneme girmiş bulunmaktadır. Birilerinin zannettiği gibi, böyle bir yol sadece Kıbrıs sorununun varlığıyla izah edilebilecek ya da sadece Türkiye'nin arzusu ve çabalarıyla katedilecek bir mesafe değildir. Bilâkis, Avrupalı muhataplarımızın iyi niyetine, samimiyetine ve karşılıklı iş birliğine ihtiyaç vardır.

Bu durumda son bir ay içinde ortaya çıkan tablonun varlığına rağmen daha hâlâ Milliyetçi Hareket'in yaklaşımları hakkında ileri-geri konuşup yazmaya devam edenlerin telâşını anlamak, giderek kolaylaşmaktadır. Onların yeri, tarihimizde benzer sorunlar karşısında, benzer görüşleri ısrarla savunanların konumundan farklı olmayacaktır.

Bu çerçevede, meselenin bütün boyutlarıyla kavranması, duyarlı ve kararlı bir yaklaşımın ilke edinilmesi çok önem taşımaktadır. Bu ve benzeri konularda, özellikle de millî güvenlik politikalarında görev ve sorumlulukları daha fazla ve farklı olan kurum ve kişilerin de herkesten daha çok dikkatli olması gerekir. "Kaş yaparken göz çıkartmamak" sorumlu devlet yönetimi anlayışı ve üslübunun olmazsa olmaz şartıdır.

Bu duyarlılığın, hem demokratik hukuk devleti sistematiği hem de ülke çıkarlarının korunup geliştirilmesi açısından önemi çok büyüktür. Buna sürekli özen göstermeye çalışan Milliyetçi Hareket Partisi, herkesten de böyle bir duyarlılığı sergilemesini beklemektedir.

Unutulmamalı ki günümüzde yapılanları, bugünkü kuşaklardan çok, gelecek kuşaklar daha sağlıklı değerlendirme imkânına sahip olacaktır. Dolayısıyla, herkesin sorumluluk ahlâkını ve terazisini, böyle bir kriteri temel alarak ayarlaması zorunludur. Bu zorunluluk, tabi ki böyle bir duyarlılığa sahip olanlar içindir.

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Hem iç hem de dış siyasî ilişkiler hakkında söylediklerimizi, ekonomik sorunların çözümü hususunda da tekrarlamamız mümkündür. Çünkü, sorumlu ve tutarlı bir siyaset anlayışının ülkeye ve ekonomik gelişmeye bir zara rı olmadığı gibi, demokrasimizin ve ekonomimizin sağlığı bakımından sayısız yararı bulunmaktadır.

Türkiye'de ister siyasî, ister ekonomik alanda olsun, yaşanan belli başlı krizlerin geri plânında yatan sebeplere dikkatlice baktığımızda bu gerçekler görülmektedir. Siyasî ve ekonomik aktörler belirli özen ve duyarlılık ile hareket etmedikleri takdirde sorunların doğması ve büyümesi kaçınılmaz olmaktadır. Aynı şekilde, sorunlara yerinde ve zamanında müdahâleler yapılamadığı takdirde de krizlerin ortaya çıktığı bilinmektedir.

Geçtiğimiz günler içinde meydana gelen ve piyasaları sarsıp malî dengeleri alt üst eden sıkıntıların sebebi bir tane değildir. Zaten herhangi bir sosyoekonomik sorunu tek bir sebeple izah etmek yanlış olacaktır. Yaşadığımız kriz, Türk ekonomisi açısından yeni bir olgu da değildir.

Benzeri krizler, zaman zaman birçok faktörün bileşkesi olarak ortaya çıkabilmektedir. Son malî krizin kökeninde hem psikolojik hem de teknik sebepler yatmaktadır. Yaz aylarından itibaren bazı çevreler tarafından dile getirilen sonbahara yönelik kriz beklentisinin, zamanla ekonomik bünyeyi hassas hâle getirdiğine şüphe yoktur. Dikkatsiz ve sorumsuz bazı çevreler,farklı amaçlar ve çıkarlar uğruna çeşitli spekülâsyonlar yaparak âdeta yangına körükle gitmişlerdir.

Kasım ayı içinde, bazı yabancı sermaye unsurlarının çeşitli saiklerle yüklü miktarlarda dövizi yurt dışına çıkartması, başka dinamiklerle de örtüşerek krizin kartopu gibi büyümesine yol açmıştır. Diğer bir deyişle kriz, büyük ölçüde küresel sermayenin anî hareketliliği ile olumsuz beklenti ve spekülâsyonların birbirini besleyerek paniğe dönüşmesinden kaynaklanmıştır.

Bunları ifade ederken, krizi sadece dışsal ve psikolojik faktörlerle izah etmeye çalıştığımız düşünülmemelidir.

Hiç şüphesiz, özelleştirme uygulamalarında yaşanan aksaklıklar, bankacılık alanında ortaya çıkan sorunlar, krizin yaygınlaşmasını kolaylaştırmıştır.

Bankacılık sistemini sağlıklı bir yapıya kavuşturma çabalarının devam etmesi, bu alanda meydana çıkan soygunların yarattığı hayal kırıklıkları güvensizlik sendromunu doğurmuştur. Bankacılık sistemindeki açık pozisyonların yüksek meblâğlara tırmanması ve malî sistemin yarısına yaklaşan bir büyüklükteki tutarın çeşitli şekillerde ve zamanlarda hortumlanmış olması, tablonun ne kadar vahim bir hâle geldiğini çarpıcı biçimde ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, yapısal reformlar noktasında yaşanan gecikmeler de olumsuz gidişatın frenlenmesini zorlaştırmıştır. Bu süreçte dikkat çeken esas noktalardan biri, reel ekonomik büyüme ile malî piyasalarda ortaya çıkan krizlerin oluşturduğu çelişkili durumdur.

Hükümetimizin devam ettirmekte olduğu istikrar programının ortaya koyduğu gelişmeler ve makro ekonomik göstergeler ekonominin sağlıklı bir eğilimi sürdürdüğünü göstermektedir.

2000 yılının ilk ve ikinci çeyreğinde sırasıyla % 5.5 ve % 6 oranlarında kaydedilen gayrisafi yurt içi hâsıladaki artış, üçüncü çeyreğinde % 7.4 olmuştur. Yine, aynı dönemlerde gayrisafi millî hâsılada sırasıyla % 4.1, % 4.6 ve % 6.9 oranlarında artışların kaydedilmiş olması "reel sektör" deki sağlıklı gelişmelerin önemli işaretleridir. Görüldüğü gibi, 2000 yılının ilk dokuz ayında gayrisafi yurt içi hâsılada % 6.5, gayrisafi millî hâsılada % 5.4 büyüme sağlanmıştır.

Bunlara ilâve edilmesi gereken bir diğer önemli gösterge de enflâsyonla mücadelede elde edilen neticelerdir.

Bilindiği gibi Türkiye, yaklaşık çeyrek asırdır süren ve bir türlü önlenemeyen enflâsyona karşı ilk defa bu yıl başarılı ve kararlı bir mücadele ortaya koymuştur. Bu başarının en son açıklanan kasım ayı enflâsyon rakamlarında da devam ettiği görülmektedir.

Kasım ayında TEFE'de artış hızı bir önceki yılın aynı ayına göre % 1.7 puan düşerek % 2.4; TÜFE'de artış hızı ise % 0.5 puan düşerek % 3.7 olarak gerçekleşmiştir.

Türkiye'de enflâsyonun ilk defa on bir ayın sonunda TEFE'de % 30.2; TÜFE'de % 35.7 olarak gerçekleşmiş olması,makro ekonomik politikaların başarısının açık ifadesi durumundadır.

Burada bir hususu tekrar vurgulamak istiyorum; ekonominin makro büyüklükleri ile malî piyasalarda son iki haftada yaşanan gelişmeler arasında açık bir çelişki bulunmaktadır.

Bu çelişki, malî piyasaların, bankacılık sektörünün, sağlıksız bir yapı içinde gelişmiş olmasıyla ve spekülâsyonlara açık zayıf yapısıyla ilgilidir.

Dolayısıyla Türk ekonomisi, bu spekülâsyonları aşacak sağlam bir üretim yapısına ve istikrarı sağlayacak sağlıklı politikaları sürdürdüğü müddetçe bu çelişkiyi aşacak performansı ortaya koyacaktır. Türk ekonomisi bugün bu güçtedir, bunu önleyecek hiçbir engel ve gerekçe olamaz.

Bugün yaşanan gelişmeler istikrar politikasının yapısal reform politikalarıyla daha etkin hâle getirilmesinin gereğini ortaya koymaktadır. Önümüzdeki görev, bu etkinliği artırarak ekonomideki kısa süreli bu dalgalanmaları aşarak Türkiye'yi başarıya taşımaktır.

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Yaşanılan malî kriz, tabi ki çok önemlidir ve bazı açılardan öğretici dersler içermektedir. Ama kim ne derse desin, geçen hafta içinde akıl almaz düzeylere çıkan faiz oranlarını mazur gösterecek riskler mevcut değildir. Sizlerin ve kamuoyunun dikkatlerini bu noktaya da çekmek istiyorum.

Hükümete ve ekonomimize haksızlık etmekten kaçınmak lâzımdır.

Bu kritik dönemde muhalefet partilerinin yöneticileri de iyi bir sınav vermemişlerdir. Maalesef, ülke kritik bir dönemeçteyken hükümete yardımcı olup ekonomik unsurları motive etmeyi tercih etmemişlerdir. Bilâkis, genellikle, felâket tellâllarını çağrıştıran açıklamalar yapmayı tercih etmişlerdir.

Tabi bu çarpık ve çıkarcı yaklaşımlarının sadece ülkemize değil, kendilerine de bir faydası dokunmayacağının yeterince farkında olmamaları bir başka dikkat çekici nokta olmuştur. Ama bilinmelidir ki milletimiz, "durumdan vazife çıkartanları" ödüllendirmek bir yana, asla affetmemektedir.

İnşallah, en kısa zamanda ekonomik kriz aşılacak, "rant ekonomisi"nden "reel ekonomi"ye geçiş süreci tamamlanacaktır.

Meclisimiz ve hükümetimiz de yeniden yapılanma ve enflâsyonla mücadele programının başarıya ulaşması için üzerine düşeni yapma kararlılığını sürdürecektir.

Bu süreçte, alın teriyle kazanan insanlarımız gibi, yatırım ve üretim için çırpınan bütün sanayici ve iş adamlarımızın da yanında olmaya devam edeceğiz.

Bir taraftan Türk Milleti'ne ve ekonomisine kene gibi yapışan vurguncu ve soyguncuları ayıklamamız, diğer taraftan sağlıklı ekonomik gelişmeyi kararlılıkla ve el birliğiyle sürdürmemiz şarttır.

Aksi takdirde, geçim sıkıntısı çeken dar gelirli ve yoksul vatandaşlarımıza söyleyecek sözümüz kalmayacaktır.

Meydanlarda haykıran yüz binlerce memur ve işçimizin haklı feryatlarını vicdanlarında hissetmeyenlerin bunu anlaması mümkün değildir. Unutulmasın ki dar ve sabit gelirli vatandaşlarımızı çileden çıkartan temel sebep, yolsuzlukların ve soygunların ayyuka çıkmış olmasıdır.

Bizler, yolsuzlukla mücadelede kararlı olduğumuz takdirde, vatandaşımızın derdine bir nebze de olsa derman olabileceğimizi unutmamak zorundayız.

Sonuç olarak; bankacılık sektörü başta olmak üzere, bütün ekonomik ve malî sistemlerin ve aktörlerin yenilenme sürecini sür'atle tamamlayıp sağlam yapılara dönüşmesi gerekmektedir. Türk ekonomisi biraz zahmetli de olsa, yenilenme ve atılım kararlılığını sürdürecek ve başarılı olacaktır.

Üretken, ülkesini seven ve dürüst insanlar, bütün bu mücadelelerden mutlaka galip çıkacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak, bu tarihî mücadeleye inancımız da desteğimiz de tamdır.

Sözlerime bu duygu ve düşüncelerle son veriyor, hepinizi bir kez daha en iyi dileklerimle selâmlıyorum.

 

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı