Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 8 Aralık 2015
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
8 Aralık 2015

 

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Değerli Misafirler,

Yazılı ve Görsel Medyamızın Değerli Temsilcileri,

Bu haftaki Parti Meclis Grup Toplantımıza başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Siyaset millete hizmet ve hürmetin ana vasıtalarından birisidir.

İçe kapanan, durgunlaşan, bundan dolayı katılaşan siyasetin değer üretmesi şöyle dursun, anlaşmazlıkları derinleştirmesi, fikir ayrılıklarını husumet zeminine sıkıştırması kaçınılmazdır.

Fikir, hareketin ana yakıtı, ana kaynağıdır.

Hareket ise gelişmenin, büyümenin, yükselmenin, ilerlemenin kıvılcımı ve kılavuzudur.

Fikirsiz, hareketsiz, hepsinden önemlisi samimiyetsiz ve iyi niyetten yoksun bir siyaset planlamasının başarı şansı görülmüş şey değildir.

Ezbere dayanmış, hamasete yaslanmış, dedikoduya bel bağlamış bir siyaset anlayışı yeni ufukları, yepyeni arayış ve fırsatları yakalayamayacaktır.

İstismardan beslenen siyasal üslubun, inkâr ve iftiradan nemalanan siyasi duruşun geleceğin inşasına katkı vermesi de düşünülemeyecektir.

Türkiye uzunca süredir siyasetteki değer aşınmasını, eksen kaymasını bütün yönleriyle yaşamaktadır.

İşin özünde muhatabı olduğumuz sorunların bir nedeni de budur.

Türk siyaseti kısır bir döngü içinde yalpalarken, vizyonsuz bir kulvarda da bocalamaktadır.

Kasten tetiklenen ve tırmandırılan çatışma alanlarının siyasi bir dille yoğunlaştırılması, özgül ağırlığı olmayan yöntemlerle derinleştirilmesi milli birliğimizde hasar bırakmaktadır.

Kardeşçe yaşamak dururken kutuplaşmanın teşviki,

Huzur ve barış ortamını güçlendirmek dururken kaosun tahriki,

Uzlaşma ve işbirliği kanallarını açık tutmak dururken kargaşanın tahkimi siyaset değildir ve böyle de gösterilemeyecektir.

Siyaset kirlenmişliği savunmak değildir.

Siyaset karanlığa ümit bağlayıp kavgayı baş tacı yapmak hiç değildir.

Türkiye’nin milli ve manevi dinamiklerle temellenmiş etkili ve yerli siyasi çıkış ve toparlanmaya ileri düzeyde ihtiyacı olduğu su götürmez bir gerçektir.

Bunun için tüm siyasi aktör ve kurumlar kendilerini gözden geçirecek özgüven ve cesareti sergileyebilmelidir.

Milletin gündemiyle tutarlı olmayan, hayatın bizatihi gerçekleriyle bağdaşmayan bir siyasetle mesafe almak, iş ve hizmet üretmek beyhude bir çabadır.

Bize göre Türkiye’de siyaset anlayışları temelden gözden geçirilmeli ve değişmelidir.

Gerginlikten geçinen, hukukla sorun yaşayan, ortak değerlerle ihtilaflı olan siyaset alışkanlıkları artık çıkmaz sokaktır.

Ahlakla yollarını ayıran, adaletle ters düşen, demokratik olgunluğa ulaşmak gibi bir kaygısı bulunmayan siyaset önermelerinin millet nezdinde itibar ve kalıcılığı görülemeyecektir.

Aşırılıkları törpüleyerek, ayrımcılıkla mücadele ederek, Türkiye’nin milli ve manevi değerleri ortak paydasında buluşmayı hedefleyerek içinde kıvrandığımız sorunlardan çıkabileceğimizi düşünüyorum.

Devletin temel niteliklerine, milletin hak ve tarihi kazanımlarına azami saygı duyup demokratik rejim ve ortak değerler etrafında kenetlenerek karşı karşıya olduğumuz badireleri aşabiliriz.

Öncelikle müşterek ve müessir bir iradenin ortaya çıkması için herkesin sorumlu ve duyarlı davranma mecburiyeti vardır.

Ne var ki Türkiye’nin yaşadığı onca mesele ortadayken, kişisel heves ve hedeflerin peşinden koşmak, makam ve mevki hesabı yapmak, bencilliğin ve egoizmin tuzağına düşmek hiç kimseye bir yarar sağlamayacaktır.

Kaldı ki bu siyaset de değildir.

Devlet adamlığı ise hiç değildir.

Türkiye’de ortak akıl işletilmemektedir.

Bu yüzden iç ve dış politikada yaşanmadık rezillik kalmamışken, hala ve inatla sistem değişikliğine kafa yormak, yeni yeni unvanların hayalini kurmak çok yanlış, çok marazidir.

Demem odur ki, ülkemiz bu kadar ağır sorunlarla boğuşurken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlık sevdası fırsatçılık ve ganimet avcılığıdır.

Türkiye sıcak savaş sınırlarında gezinirken Erdoğan’ın makam tutkusu hakikaten de samimiyetsizlik ve sorumsuzluk örneğidir.

AKP Seçim Beyannamesi’nde Cumhurbaşkanı ile Başbakanın siyasal sistem içindeki yetki ve görev paylaşımının yeni bir düzenlemeyi zorunlu kıldığı ifade edilmektedir.

Yine bu çerçevede, mevcut sistemin Cumhurbaşkanı ve Başbakanın farklı siyasi geleneklerden gelmeleri durumunda kriz üretme potansiyeli taşıdığı öne sürülmektedir.

Ve AKP Seçim Beyannamesi’nde muhtemel yönetim sorunlarının başkanlık sistemiyle aşılacağı yazılmaktadır.

Bu elbette AKP’nin kendi görüşü, kendi sanal gündemidir.

Cumhurbaşkanı ile Başbakanın yetki ve görev sahaları Anayasa’nın amir hükümlerinde belirtilmiş, bu konuda flu, kafa karıştıran bir husus bırakılmamıştır.

Erdoğan ve Davutoğlu Anayasa’yı açıp okudukları takdirde her şeyi bütün açıklığıyla görüp öğrenebileceklerdir.

Türkiye’nin yeni bir sisteme değil düzgün, kapsayıcı, adil, dürüst, namuslu ve milli yönetime ihtiyacı olduğunu kimse inkar edemeyecektir.

Gördüğümüz kadarıyla Erdoğan’ın başkanlık talebi tedavisi olmayacak kadar kronikleşmiştir.

Yani Erdoğan başkan olursa, Cumhuriyet’in kuruluş ilke ve esasları teker teker yıkılırsa her şey güllük gülistanlık olacak, birden bire Türkiye uçuşa geçecektir.

Buna da yeni Türkiye denecektir.

Propagandası yapılan budur.

Alttan alta işlenen, servis edilen, medya ve devlet gücüyle kabullendirilmek istenen sistemin eskidiği, çözüm üretmediği, tıkandığı söylemleridir.

Elbette bu iddia ve dolaşımdaki bahanelerin tutar ve kayda değer hiçbir yanı yoktur.

Mesele Türkiye’yi değil, Erdoğan’ın ikbal ve geleceğini güvenceye almaktır.

Mesele sistemin reforma tabi tutulması değil, Erdoğan’ın kişisel gayesinin tatmin ve doyurulmasıdır.

Aslında Başbakan Davutoğlu zor durumdadır.

Manevra alanı daralmakta, zaman zaman sitem yüklü, farklı yerlere çekilebilecek dolambaçlı sözlerle itirazını dillendirmeyi denemektedir.

Fakat Erdoğan’ın baskı ve dayatması karşısında Davutoğlu’nun dirayet ve direnç göstermesi şu güne kadar pek mümkün olamamış, sonuç da doğurmamıştır.

Davutoğlu geçtiğimiz ay katıldığı bir televizyon programında, başkanlık tartışmalarına ilişkin olarak;

“Parlamenter sistem mi, başkanlık sistemi mi tercihini ortaya koyamamış bir sistem var. Ortada problem var. Bu problemi yaşıyorum. Başbakan ile Cumhurbaşkanı arasında problem çıkarmaya yönelik bir sistem var” demiştir.

Davutoğlu yüzde 49,5 oy almış bir partinin genel başkanıdır.

Vesayet altında olması, kararlarına şerh düşülmesi, bunu da sineye çekmesi milli iradeye tarihi bir saygısızlıktır.

Başbakan Türkiye’nin hangi sistemle yönetildiğini hala bilmiyor ve idrak edemiyorsa bu durum vahim bir kırılma, millet adına ciddi bir handikaptır.

Davutoğlu Erdoğanla hangi problemleri yaşamaktadır? Neyi istemiş, neyi planlamıştır da Erdoğan önüne geçmiş, elini tutmuştur?

Misal olarak Bakanlar Kurulu listesi oluşurken fikri alınmamışsa, sarayın adamlarına gönlü razı olmadan evet demek durumunda kalmışsa çıkıp bunu Türk milletiyle paylaşacak cesareti de gösterebilmelidir.

Davutoğlu neyden korkmaktadır?

Davul kendi boynundayken tokmağın sarayda olmasına nasıl tahammül etmekte, izzet-i nefsi buna nasıl boyun eğmektedir?

1 Kasım’dan bu tarafa önemli ve hayati tüm meselelerde Davutoğlu gecikmeli ortaya çıkmış, evvela Erdoğan’ın konuşma ve değerlendirmesini beklemek durumunda kalmıştır.

Türk milleti Erdoğan’a Cumhurbaşkanı olması yönünde oy vermiştir.

Davutoğlu’na da Türkiye’yi yönetmesi konusunda yetki verilmiştir.

Erdoğan’ın aldığı oy ve destek başkaca yorumlanmamalı, başka taraflara hiç çekilmemelidir.

Halkın seçtiği ilk Cumhurbaşkanı sözleriyle başkanlığın kılıfını dikmek, sistem değişikliğinin kazanını kaynatmak işgüzarlık ve irade dolandırıcılığı olarak görülecektir.

Buna da hiç kimsenin, hele ki bir numaralı 17-25 Aralık failinin hakkı yoktur ve olamayacaktır.

Başbakan ülkemizin birinci gündem maddesinin başkanlık olmadığını söylemekte, önce gerilimin düşürülmesini gerekli görmektedir.

Bu isabetli bir yaklaşımdır.

Türkiye’nin ana gündemi kesinlikle başkanlık değildir.

Sistemin fiilen değiştiğini geçtiğimiz yaz aylarında Rize’den ilan eden Erdoğan bu gerçeği artık hazmetmeli, ülkemizin hassasiyetiyle daha fazla oynamamalıdır.

Hatırlarsanız, Erdoğan bir televizyon programında “Cumhurbaşkanı başka telden Başbakan başka telden çalarsa o zaman netice alamayız” sözleriyle Davutoğlu’na aba altında sopa göstermiş, senkronize olmaktan bahsetmişti.

Elbette devleti yönetenlerin başka başka tellerden çalması doğru değildir.

Ancak kimin neyi, ne zaman çaldığı, çırptığı bir yana, hukuk devletinde herkesin sorumluluğu, taşıdığı görevin mahiyet ve muhteviyatı açık seçik belirlenmiştir.

Erdoğan’ın bundan rahatsızlık duymasına gerek yoktur.

Bin dereden su getirmesi de ahlaki ve hukuki sayılamayacaktır.

Erdoğan yeri ve zamanı geldiğinde 13 yıldır Türkiye’nin ilkleri yaşadığını tekrar tekrar söylemektedir.

Lafın gelişi de olsa bu ilkler yaşanırken, sözde Türkiye büyüyüp zenginleşirken devlet ricali arasında hangi sorunlar yaşanmıştır da bugün bundan şikâyet edilmekte, yeni bir sistemin temelleri kazılmaktadır?

Bu kadar yalan, dolan, ayak oyunu ve kandırmaca nerede görülmüştür?

Erdoğan Katar dönüşü uçakta bulunan gazetecilere aklının ambarında ne varsa birer birer dökmüştür.

Başkanlık için uzlaşma olmaması halinde partili cumhurbaşkanı formülü ile çift başlılığın kaldırılabileceğini, böylece Fransa modelinin bir versiyonuna geçileceğini söylemiştir.

Erdoğan daha da ileri gitmiş ve şöyle demiştir: "Çift başlılığı ortadan kaldırmak lâzım. Aksi takdirde birbirinizi ne kadar sevseniz de, geçmişte ne kadar beraber olsanız da zaman zaman sıkıntılar söz konusu olabilir.”

Cumhurbaşkanı çift başlılıktan yakınmaktadır.

Aynı Erdoğan 11.Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün zamanında ve sağduyulu müdahalelerine içerlemiş ve öfkelenmiş, o tarihlerde de çift başlılıktan dert yanmıştır.

Gül’ün, 29 Ekim 2012’de Ulus’ta yapılan kutlamalarda, Ankara Valisi’nden polis barikatlarının kaldırılmasını istemesine alınmış, “bu ülkeyi bugüne kadar çift başlı bir sistemle yönetmiyoruz” sözleriyle kardeşini eleştiri yağmuruna tutmuştu.

Erdoğan Başbakanken de, Cumhurbaşkanıyken de çift başlılıktan muzdariptir.

Çünkü tek adam, tek bilen, tek karar veren olmak için yanıp tutuşmaktadır.

Sözünün üstüne söz koyulmasına sinirlenmekte, kim olursa olsun şuurunu kaybetmiş halde saldırmaktadır.

2012 yılında, Cumhuriyet Bayramı’nın nezih bir şekilde, olaysız ve sorunsuz kutlanması konusunda devreye giren Abdullah Gül’e Erdoğan’ın tahammülsüzlüğü demokratik bir tavır, kardeşlikle bağdaşır bir davranış şüphesiz değildir.

Erdoğan’ın mizaç ve müktesebatı tehlike saçmaktadır.

Devleti kendi aile şirketi gibi yönetmek istemektedir.

Ve işin düşündürücü tarafı ise, her gittiği ülkeye özenmesi, her gittiği ülkenin yönetim modeline hayranlık duyarak sahiplenmesidir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan;

ABD’ye gitmiş, ABD modelini övmüştür.

Meksika’ya gitmiş, Meksika modeline methiyeler düzmüştür.

Fransa’ya gitmiş, bu kez da Fransa modelini konuşmaya başlamıştır.

Zaman zaman da Türk tipi başkanlık sistemini diline dolamıştır.

Allah’tan şu sıralar Kuzey Kore’ye gitmemiş, kabileler arası savaş yaşanan bazı Afrika ülkelerine de yolu düşmemiştir.

Yoksa Türkiye’nin hali harap, geleceği ise kapkara olmaktan kurtulamayacaktır.

Geçmişte başkanlık sistemini özenti ve emperyalizmin bir dayatması gören Erdoğan, bugün tüm gücüyle başkanlık demektedir.

Bu yaman ve örtülemez çelişkinin Türkiye’de resen egemenlik ve fiilen hanedanlık kurması bozuk bir fıtratın, bozguna uğramış demokrasinin eseridir.

Bize göre kuvvetler ayrılığı ilkesi demokratik hukuk devletinin hayatiyet kaynağı ve sigortasıdır.

Devletin üç temel fonksiyonu olan yasama, yürütme ve yargının görev ve yetkilerinin en rasyonel şekilde dengelenmesi ve bunların uyumlu bir şekilde icra edilmesi önem taşımaktadır.

Bu nedenle Türkiye’nin yeni bir sisteme değil, eğer varsa eksik, yetersiz ve düzeltilmesi gereken taraflarının ele alınması gerekmektedir.

 

Değerli Milletvekilleri,

Erdoğan ve AKP’li yöneticilerin partili Cumhurbaşkanı önerisi işin bir başka trajik kısmıdır.

Türkiye partili cumhurbaşkanı modelini 1960 öncesi yaşamıştır.

Ne getirdiği ise milli hafızada kayıtlıdır.

Erdoğan’ın 1930’lu yılları reddetmesi, bu dönemleri mahkûm etmesi, anti demokratik bulması unutulmuş değildir.

Şimdi Türkiye geriye mi gidecektir?

Yeni Türkiye, eskinin makyajlanmış hali mi olacaktır?

Recep Tayyip Erdoğan ne yapmaya çalışmakta, Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut yönetim sistem ve gerçeği hangi konforuna, hangi açgözlülüğüne yetmemektedir?

Bu milletin tek işi, yegâne derdi Erdoğan’a koltuk mu imal etmektir?

Partili Cumhurbaşkanı ne demektir, nereden çıkmış, kimlerin memnuniyetini sağlamak için planlanmıştır?

Hadi diyelim ki, Erdoğan başkan veya partili Cumhurbaşkanı oldu, peki bundan sonra krallık talep etmeyeceğini kim garanti edecektir?

Damat bakan olduktan sonra, evladın da ikinci Erdoğan olarak tahta geçmesi nasıl engellenecektir?

Değerli arkadaşlarım, Türkiye çukurdadır, uçurumun kenarındadır, çorak ve çölleşmiş bir siyasetin çemberindedir.

Fırsat bulmuşken, Erdoğan her şeyi isteyecek, her yolu deneyecek, yargı, yürütme ve yasamayı tekeline alarak demokrasiyi havaya uçuracaktır.

Putin’i eleştirenler dikkat etsin, Türkiye’nin yeni bir Putin’i yavaş yavaş doğmakta, Türkiye’yi baştan ayağa ele geçirmektedir.

Davutoğlu’nun ise Medvedev olmaya talip olması işin bir başka pürüzlü yanıdır.

Ülkemiz on yıllardır düzlüğe çıkmayı, dirliğe ulaşmayı beklemektedir.

Türk milleti on yıllardır hak ettiği ilgi ve iktidarı istemektedir.

Her seferinde yaşanan sadece hüsran, yalnızca hezimettir.

Bugünkü ülke tablosuna bakar mısınız? Her gün şehit veriyoruz.

Geçtiğimiz Cumartesi günü, lütfen dikkat buyurunuz, PKK’lı katiller, Cizre’de otomobillerinin lastiğini değiştiren sivil kıyafetli askerlerimize ateş açmış ve ikisini şehit etmiş, ikisini de yaralamıştır.

Diyarbakır Sur’da bir polisimiz hunharca katledilmiş, birisi de yaralanmıştır.

Cizre’de şehit olan Astsubay Mehmet Burak Demirci memleketi Osmaniye Düziçi’nde, Uzman Çavuş Halil Karakuşoğlu Gaziantep Nizip’te, Sur’da Kurşunlu Cami içerisinde kalleşçe vurulan Polis Memuru Mustafa Katırlı ise Kahramanmaraş Pazarcık’ta gözyaşları içinde ebediyete uğurlanmışlardır.

Tüm şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyor, heder olmuş yürekleriyle, ağlamaktan kan çanağına dönmüş gözleriyle yavrularının yasını tutan ailelerine başsağlığı temenni ediyorum.

Şehitlerimizin acıları acımız, anıları anımız, geride bıraktıkları da namusumuza emanettir.

Akıtılan kanların damla damla hesabı sorulmadan,

Alınan canların tek tek bedeli ödetilmeden,

Çiğnen ümitlerin karşılığı alınmadan; yetim bırakılan çocukların, evladını yitirmiş anaların, dul kalmış kadınların, yanmış ocakların feryat figanlarının faturası canilere çıkarılmadan bu iktidara her şey haramdır.

Erdoğan başkanlığı bıraksın, partili cumhurbaşkanlığıyla avunmayı terk etsin de Türkiye’nin ne hallere düştüğüne vicdanı varsa yansın.

İşte Nusaybin, işte Sur, işte Cizre, işte Yüksekova; her gün katliam, her gün kayıp; ama ortada ne devlet vardır, ne de haysiyetli bir iktidar görülmektedir.

Türkiye azap yaşıyor, Erdoğan uçaktan inmiyor, yine mangalda jül bırakmıyor ve orada burada kahramanlık taslıyor.

Türk milleti çile üstüne çile yaşıyor, ıstırap sanki saltanat kuruyor, fakat Davutoğlu bana mısın demiyor?

Aziz milletimin tercihlerine saygı duyuyorum, ama oy verdiği partinin maksat ve ruhunu artık anlamasını da yürekten niyaz ediyorum.

Doğu ve güneydoğuda her yer hendek, her yer barikattır.

Diyarbakır’ın Sur ilçesinde PKK’lı teröristler tarafından düzenlenen saldırıda, kentteki ilk Osmanlı eseri Fatih Paşa Camii yakılmıştır.

İş artık bu raddeye kadar gelmiştir.

Bu tehlikeli süreci ne pahasına olursa olsun durdurması gereken devlet ve hükümet idaresi Erdoğan’ın hezeyanlarına yetişmek, onu pışpışlamak için yarışmaktadır.

Türkiye’nin milli birliği, huzuru, dayanışma ve kardeşlik hukuku ateş altındadır.

Tahir Elçi’nin evine ziyarette bulunan, arkasından Diyarbakır Barosu’nda konuşan ana muhalefet partisi genel başkanı, “barikatları kuran arkadaşlar” diyecek kadar teröre arka çıkmıştır.

Davutoğlu ve Erdoğan’ın dağdaki gençler sözünden sonra, Kılıçdaroğlu’nun arkadaşlar ifadesi kurşun gibi adresini bulmuştur.

PKK militanları güpegündüz roketli saldırılarla Diyarbakır’da savcıların görev yapmasını engellemişlerdir.

Terör örgütü şiddet ve saldırıları kent merkezlerine doğru yaygınlaştırma stratejisini takip etmekte, kırsaldan şehirlere doğru açılmaktadır.

PKK, örgüte destek vermeyen, katılmayan hatta karşı tavır alan veya alabilecek kim varsa kitlesel göçe zorlamaktadır.

Bu şartlar altında, terör yandaşlarından hükümete yeniden masaya oturma çağrıları, müzakere teklifleri gelmektedir.

Endişemiz şudur: Erdoğan ve AKP zihniyeti başkanlık karşılığında her tavizi verebilecek kıvam ve konuma gelmişlerdir.

Başkanlık diyeti olarak yeni anayasada Türklüğün ayıklanması, devletin doğu ve güneydoğudan vazgeçmesi karambole ve oldubittiye getirilebilecek, masada müzakeresi yapılan özerklik geç olmadan devreye alınabilecektir.

Kaldı ki fiilen özerklik uygulanmaktadır.

Nitekim devletin egemenlik hakları ihlal edilmekle kalmayıp, Türkiye’nin bölünmesi için tam bir mutabakat olduğu anlaşılmaktadır.

Ve daha vahimi Türklük hançerlenmekte, kendi öz yurdunda garip, mahkum, mazlum ve çaresiz bir şekilde yaşamaya zorlanmaktadır.

Bu gelişmelere bakınca Milliyetçi Hareket Partisi’yle neden uğraşıldığı sanıyorum daha iyi anlaşılacaktır.

MHP’siz siyaset Türk’süz vatan demektir.

MHP’siz siyaset vatansız Türk demektir.

MHP’siz siyaset Balkanlaşmış ülke, batmış Türkiye demektir.

MHP’siz siyaset Türkiye Cumhuriyeti’nin kefenlenmesi, Türk tarihinin sökülüp atılması demektir.

Buhrana, bunalıma ve kargaşaya hapsedilmiş bir MHP; AKP-PKK ve küresel cinayet şebekelerinin eline koz vermek demektir.

Bu can bu tende olduğu müddetçe Türk düşmanlarına ve MHP üzerinde hesap yapan çevrelere asla, ama asla izin vermeyecek, imkan tanımayacağım.

Türkiye’nin çivilenmesi, Türk milletinin etnik moleküllerine ayrılması rüyası görenleri sevindirmeyeceğiz, onların heveslerini kursaklarında bırakacağız.

Milliyetçi Hareket Partisi için Türkiye Ötüken mirası, ecdat yadigarı, kahramanlıklarla geçen asırların mükafatıdır.

Milliyetçi Hareket Partisi Türk milleti uğruna her türlü fedakarlığı ve mihneti göze almaya değecek beşeri ve mahşeri nitelikli şeref ve onur mihveridir.

Biz Ne Mutlu Türküm Diyene sözünü, bütün mevcudiyetimizle, bütün samimiyetimizle, hücrelerimize kadar hissederek haykırdık, bundan da hiç pişmanlık duymadık.

Türk tarihi bugün biz evlatlarına büyük vazifeler vermektedir.

Bu itibarla kötümserliğe teslim olmak bize yabancıdır.

Karamsarlığa kapılmak bizim kitabımızda yazmamaktadır.

Kim ne derse desin, kim neyi söylerse söylesin; Türklüğün cellatlarına bırakacak ne bir vatan, ne bir bayrak, ne bir ülke, ne de bir devlet vardır.

Sadağımızın içinde atılmayı bekleyen oklarımız vardır.

Henüz söylenmemiş sözlerimiz vardır.

Henüz okunmamış destanlarımız vardır.

Ve henüz çıkmadık canımız, kırılmadık umudumuz, susmadık dimağımız vardır.

Mücadelemiz son nefese, son nefere kadar sürecektir.

Türkiye’yi sistem nakilleriyle, sultanlık özentileriyle Kandil’in yörüngesine sabitlemek, küresel bataklığa çekmek isteyenlere karşı milli direnişin adres ve toplanma merkezi dün olduğu gibi bugün de Milliyetçi Hareket Partisi’dir.

Biz; yeni anayasa yoluyla Türkiye’yi yağmalama amacında olanlara,

Başkanlık emeliyle bölünmeyi kurumsallaştırmayı planlayanlara,

Yıkım, çözüm, barış adı altında milleti dağıtmayı umanlara,

Milli değerleri yerle bir etmeye çabalayan yerli ve yabancı odaklara karşı sarsılmadan dimdik duracağız, milletvekili sayımızı küçümseyenleri de şaşkına çevireceğiz.

Tek kişi kalsak da bu davadan dönmeyecek, şehidin şühedanın izinden, sözünden ve hatırasından ayrılmayacağız.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Dış politikanın şekillenmesinde kabul gören kurallardan birini çıkarlar, gerçekler ve idealler arasında bir dengenin kurulması ve korunması ilkesi oluşturmaktadır.

Başarılı ve etkin dış politika da bu dengenin hayata geçirilmesini mümkün kılan kararların ve araçların bütününü ifade etmektedir.

Her ülke teknolojik, askeri ve ekonomik gücü oranında, tarihi birikimleri ile jeopolitik konumunun ışığında dış politikasına vücut vermektedir.

Bunun dışında bir düşüncenin, bir devletin başta varlığı olmak üzere, saygınlığını ve etkinliğini tartışmaya açık hale getireceği de ortadadır.

Soğuk savaş sonrası ortaya çıkan yeni uluslararası süreç ve hız kazanan küreselleşme olgusu, dış politika alanında ve ülkeler arası ilişkilerde köklü değişikliklere yol açmıştır.

Her ülkenin, her milletin jeopolitik konumuyla jeoekonomik ve jeokültürel gücü ölçüsünde iddiaları ve işbirliği çabaları farklılaşmaktadır.

Diğer bir deyişle, her gelişmiş ülkenin milli çıkarları yanında bölgesel ve küresel boyutta iddiaları ve projeleri bulunmaktadır.

Bunun sonucunda hem uluslararası işbirliği ağları çeşitlenmekte ve karmaşıklaşmakta hem de küresel rekabet ister istemez kızışmaktadır.

Bildiğiniz gibi herhangi bir tartışmalı konuda meseleyi yok saymak kadar hafife almak da çözümsüzlüğe eş değer bir tutukluluğu ifade etmektedir.

En az bunun kadar yanlış olan bir başka husus ise meseleye tek taraflı ya da at gözlüğüyle, tarihi ve ahlaki ilkelerden muaf yaklaşmak olacaktır.

Hava sahamızı 17 saniye ihlal eden Rus uçağının düşürülmesinden sonra başlayan kriz hem uluslararası dengeleri, hem bölgesel gelişmeleri, hem de enerji trafiğini yeniden şekillendirmektedir.

Şurası tartışma götürmeyecek kadar berraktır ki, Rusya saldırgan, agresif, uzlaşmaz, çatışmacı bir politikanın tarafındadır.

Rus yetkililerden her fırsatta gerilimi artırmaya, komşuluk hukukunu baltalamaya dönük açıklamalar arka arkaya gelmektedir.

AGİT Zirvesinde Rus ve Türk Dışişleri Bakanlarının bir araya gelmesi de sonuç doğurmamıştır.

Putin ve adamlarının dili sivri ve zehirlidir.

Rus tarafının Türkiye’yi zora sokacak siyasi ve ekonomik yaptırımları devreye almasıyla iki ülke arasında esen soğuk rüzgarların şiddeti daha da artmıştır.

Bu yaptırımlar bazı Türk mallarının ithalatı ile Türk işadamları ve işgücüne yönelik kısıtlamaları içermektedir.

Bunun yanısıra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin’e seslenerek; “Mallarımızı alsan ne olur almasan ne olur, Türkiye bununla yıkılacak ülke değil’ sözleri kuru gürültü, sanal meydan okumadır.

Putin yönetimi ilişkileri iyice germekte, uçak düşürülme olayının perde gerisinde ABD olduğunu ifşa etmektedir.

Erdoğan; “Rusya’nın orantısız tepkileri devam ederse biz de kendi tedbirlerimizi almak zorunda kalacağız” diyerek pozisyonu güçlendirmektedir.

Ateşe körükle gitmek kimsenin yararına değildir diyen de Erdoğan’dır.

Doğal gaz ve petrol fiyatlarındaki gerilemeyle ekonomik sorun ve açmazlar yaşayan Rusya’nın rüzgar ektiği yerden fırtına biçmesi akla en yatkın sondur.

Ülkemiz kullandığı doğal gazın yüzde 54,5’ini Rusya’dan, yüzde 17,9’unu İran’dan, yüzde 12,4’ünü Azerbaycan’dan, Yüzde 10,4’ünü Cezayir’den, yüzde 4,8’ini Nijerya’dan temin etmektedir.

Anlaşılacağı üzere, Rusya önde gelen doğal gaz tedarikçimizdir.

Eğer doğal gazın akışında bir tıkanıklık ve aksaklık olursa elbette Türk milleti Rusya’ya el avuç açacak kadar küçülmeyecektir.

Ancak bu tezek yakalım manasına da gelmemelidir.

Erdoğan’ın “Biz hayat boyu doğal gaz kullanmadık, bu millet çileye alışıktır” diklenmesi en başta milletimize bühtan ve haksızlıktır.

Evet doğal gazı hayat boyu kullanmadık, ama doğal olmayan gaza da kimsenin gelmesi mümkün değildir.

Düne kadar doğal gazın geldiği şehirleri anlata anlata bitiremeyen, Ayşe bacımızın çektiği sıkıntıları miting malzemesi olarak kullanan ve geçmiş hükümetleri beceriksizlikle suçlayan Erdoğan, şimdi doğal gazı hamaset gazlamasıyla karartmaktadır.

Türk milleti elbette varlığı ve egemenlik hakları için gaza, petrole, başka şeylere tamaha etmeyecek kadar büyüktür.

Madem doğal gaz hava gazı görülüyor idiyse, Erdoğan niçin Paris’ten Doha’ya geçerek Katar Petrol Şirketiyle BOTAŞ arasında sıvılaştırılmış doğal gaz alımına ilişkin mutabakat zaptını imzalamıştır?

Ve de tezek yakmak isteyenlere engel olan yoktur ve tez elden sarayla işe başlanmalıdır.

Bu millet zaten asırlardır tezekle, odunla ısınmış; sobanın, yanan ocakların etrafında buza, soğuğa dayanmıştır.

Enerji Rusya için mühim bir gelir kapısıdır, bundan vazgeçemeyecektir.

Düşürülen uçak sonrası Rus Borsası yüzde 11,3 gerilerken, Ruble yüzde 5 değer kaybetmiş ve son üç ayın en düşük seviyesine inmiştir.

Rusya’nın 1 Ocak’tan itibaren domatesimizi, soğanımızı, tavuğumuzu almayacak olması,

Vize muafiyeti anlaşmasını askıya alma kararı,

Türk vatandaşlarının işe alınmasına yasak getirmesi duygusal tepkiden öte hesaplanmış, arkası önü düşünülmüş taktik hamlelerdir.

Anlaşılan Rusya’nın Ortadoğu’ya daha da yerleşebilmesi için uçak vakası sıçrama tahtası olarak kullanılmaktadır.

Boğazdan geçen Rus donanmasına ait bir gemiden omuza alınan bir füzenin gösterilmesi Rusya’nın tahriklerine yenilerini ekleyen sorumsuz ve ahlaksız bir teşebbüstür.

Buna rağmen, her türlü silaha sahip savaş gemisinin görülmeyip, omuzda gezdirilen füzeye odaklanılması, birden bire gerilimin yükselmesi akıl karı değildir.

Bu ülkenin Lazkiye’yle, Humus yakınlarındaki El Şayrat Üssüne ilaveten 10 uçak, 15 helikopter takviyesi yalnızca düşen uçağa misilleme olarak değerlendirilemeyecektir.

Rusların halen Lazkiye’de 35 adet SU-24, SU-25, SU-30 tipi savaş uçakları, MI-24 tipi taarruz helikopterleri mevcut olup S-400 füzesi konuşlandırmaları dünyanın gözü önünde cereyan etmektedir.

S-400 sistemlerinin karadan karaya taarruz özelliği bulunmamaktadır.

IŞİD’in elinde uçak ve balistik füze olmadığı düşünüldüğünde S-400 füze sisteminin neye ve hangi stratejik hedeflere kilitlendiği daha iyi görülecektir.

Putin’in Erdoğan’ın telefonlarına çıkmaması, görüşme taleplerini geri çevirmesi, Paris’te koridorlarda bile görünmemesi planlı ve hesaplanmış bir gerilim stratejisinin varlığına işarettir.

Erdoğan’ın ise gelgitler yaşaması, bir gün yine vururduk, diğer gün Rus uçağı olsa farklı davranırdık, bir gün üzüldük, diğer gün gereğini yaptık sözleri aslında telaş ve donanımsızlığın sonucudur.

Hız kesmeyen Putin, bizzat Erdoğan ve ailesini direkt hedefine alan yaylım ateşini başlatmaktan bile çekinmemiştir.

Rusya Savunma Bakanlığı, Suriye’deki IŞİD militanlarının finansal ve mali kaynaklarını medyanın huzurunda açıklamıştır.

Bu kapsamda Erdoğan ve ailesinin, Suriye’de IŞİD’in elinde olan petrol yataklarından yapılan yasa dışı petrol sevkiyatıyla doğrudan ilişkili olduğu iddia edilmiştir.

IŞİD petrolünün binlerce tankerden oluşan canlı boru hattıyla üç güzergahtan Türkiye’ye ulaştığı söylenmiştir.

Son bir haftada Türkiye topraklarından IŞİD ve Nusra saflarına 2 bin militan, 120 tonun üzerinde askeri mühimmat ve yaklaşık 250 adet motorlu taşıt girişinin olduğu Rusya tarafından duyurulmuştur.

IŞİD tankerlerinin havadan ve uzaydan çekilen fotoğrafları gazetecilere gösterilmiştir.

Selefi örgütlerin günlük 3 milyon dolar petrol geliriyle birlikte, IŞİD’in 8 bin 500 tankerle günde 200 bin varil petrol taşıdığı Rusya tarafından ileri sürülmüştür.

IŞİD’in Suriye’deki kalesi Rakka civarında üretilen petrolün ülkenin kuzeybatı sınırına sevk edildiği, Halep’teki çatışmalara rağmen tankerlerin gidip geldiği, IŞİD petrollerinin Dörtyol ve İskenderun limanlarına intikal ettiği, işlenmek üzere buralardan üçüncü ülkelere gittiği Rusya’nın tezidir.

ABD ise, Türkiye’nin IŞİD’le petrol kaçakçılığı yaptığı iddialarını direk olarak reddetmiş, bu konuda destekleyici kanıt yoktur demiştir.

IŞİD petrolüyle ilgili suçlamalara Erdoğan, hem Paris’te hem de Doha’da “Bu iftirayı atanlar istifa etmek zorundadır. İspatladıkları takdirde ben bu koltukta bir dakika durmam” kararlılığındadır.

Diğer yandan;

“Gerilimi tırmandırma durumumuz yoktur.

Sağduyunun galip geleceğine inanıyoruz.

Duygusal davranmayacağız.

Uluslararası diplomasi neyi gerektiriyorsa öyle hareket edeceğiz.

Sorunların mevcut ilişkilerimize ve potansiyelimize zarar vermesini istemiyoruz.

Rusya’nın orantısız tepkilerini üzüntüyle karşılıyoruz.

İlişkilerin irtifa kaybetmesine gönlümüz razı değil.

Türkiye bir terör örgütünden petrol alacak kadar ahlaki değerlerini kaybetmiş bir ülke değildir” sözleri aynısıyla Erdoğan’a aittir.

Her ne kadar tasvip etmesek de, her ne kadar Cumhurbaşkanlığını tartışmalı bulup şaibeli sicilini bilsek de, Rusya Devlet Başkanı’nın sözlerine bakarak Erdoğan’ı ve ailesini petrol kaçakçısı olarak görmemiz eşyanın tabiatına aykırıdır.

Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın bu kadar aşağılanması, terör örgütleriyle ticaret yapar gösterilmesi milli gururumuzu incitmiş, devletimizin saygınlığını gölgelemiştir.

Enerji Bakanlığına saray paraşütüyle inen şanslı damat da boş durmamalı, iftira olarak görülen suçlamaları karşı tezlerle çürütmeli, kayınpederini ahlaken yalnız bırakmamalıdır.

Erdoğan’ın, Putin’i yalanmak adına IŞİD’le ticaret yapan Rusları açıklaması, bu konuda “elimizde belge var” demesi kof ve basit bir savunma halidir.

Cumhurbaşkanı makamını işgal eden şahsın IŞİD’le adının anılması, gayri meşru parasal ilişkilere bir kez daha adının karışması bile Türkiye adına tamiri imkansız bir talihsizliktir.

Muhtemelen Rusya paralel yapının eline düşmüş, montaj fotoğraflar kullanılmış, tuzluklar Putin’in aklını çelmiş, yeni bir darbenin şartları oluşturulmuştur.

Öyle ya, müfteriler Türkiye’yi kıskanmış, bu yalanı uydurmuşlardır.

Ve de havuz medyası çoktan devreye girmiş, animasyon haritalarla, manipüle edilmiş uydu görüntüleriyle Moskova’nın mumu erkenden söndü demiştir.

Barzani yönetimi ise beklendiği gibi Erdoğan’a hızır gibi elini uzatmış ve görüntülenen tankerlerin IŞİD’e değil, kendilerine ait olduğunu itiraf etmiştir.

Her şey bir yana, Milliyetçi Hareket Partisi Moskova’dan seslendirilen vahim iddialara bel bağlayarak siyaset yapmayacak, delilli ve ispatlı olmadıktan sonra bunları konuşmaya değer bulmayacaktır.

 

Muhterem Milletvekilleri,

En geç 1 Ocak’tan itibaren Suriye’de ateşkes ilan edilecek, siyasi çözüm için masa kurulacak ve Esad BM’nin tanıdığı muhalif grupla pazarlığa oturacaktır.

Viyana planı budur.

Bu kapsamda Esad ve Putin moral üstünlüğü elde edebilmek için son denemelerini, son saldırılarını organize etmektedir.

NATO Bakanlar Komitesi’nin 1 Aralık toplantısında Rusya’nın Suriye’deki varlığına karşı Türkiye’ye destek olmak için üye ülkelerden savaş uçağı ve gemileri takviye kararı çıkmıştır.

ABD, Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere, İspanya Türkiye’ye yardım bahanesiyle İncirlik Üssü’ne silah, asker ve cephanelik yığmaya başlamışlar, Ortadoğu’ya çöreklenmişlerdir.

Görüleceği üzere NATO ülkeleri bölgeye güç kaydırmaktadır.

2.Dünya Savaşı sonrasında devletlerin toprak kazanımı olmayacak ilkesi bozulmaktadır.

Rusya’nın müdahalesine kadar Irak ve Suriye’de devlet dışı aktörlerin varlığı, şimdi yerini devletlerin mücadelesine bırakmıştır.

Ve gelişmelerden çıkardığımız sonuç da, NATO’nun geleneksel savunma anlayışını ve sınırlarını değiştirdiği, Suriye ve Afrika’ya asker intikal ettirdiğidir.

İngiltere, Suriye’deki IŞİD hedeflerinin bombalanmasına izin veren tezkerenin parlamentoda kabul edilmesinin hemen ardından hava saldırılarını gerçekleştirmiştir.

Akdeniz’de halen Rusya ve Türkiye dışında 10 ülkenin savaş gemisi dolaşmakta ve mevzilenmektedir.

Rusya ise Hazar Denizinde tatbikatlara başlamıştır.

Ortadoğu’daki iç karışıklıklar, mezhep ayrılıkları üzerinden kendilerine nüfuz alanları, stratejik zeminler, hâkim cepheler oluşturmanın arayışında olan ülke sayısı fazlalaşmıştır.

Bugün Ortadoğu’da yaşanan kamplaşmanın ve yangının kökeninde mazisi bir asrı aşan paylaşım kavgaları vardır ve şu an oldukça da şiddetlidir.

Bir diğer mesele de, Türkiye-Suriye sınırının delik deşik olması, kimin girip kimin çıktığının belirsizliğidir.

Binlerce kilometre öteden kalkıp sınırlarımızda askeri operasyonlar düzenleyen, Türkmen Dağı’ndaki soydaşlarımızı bombalayan Rusya mafya devleti gibi hareket etmektedir.

Ayrıca ABD, Türkiye sınırından yabancı savaşçı ve petrol geçişinin sürdüğünü, TSK’nın daha aktif bir şekilde devreye sokulmasını istemektedir.

Bugüne kadar sınırlarımıza duvar örülmesi, devriye ve kule sayısının arttırılması bir işe yaramamıştır.

Sınırlarımızın tam korunması amacıyla entegre sınır sisteminin hayata geçirilmesi konusunda arayışlar ise sürmektedir.

IŞİD kontrolünde olan ve kamuoyunda Mare hattı olarak bilinen Suriye-Türkiye sınırındaki 98 km’lik bölgede sıkıntı en üst seviyededir.

Gaziantep’in Karkamış ve Oğuzeli ilçeleri ile Kilis’in Elbeyli ilçesi arasındaki bölgenin karşısında Suriye’nin Halep kentinin Carablus ve Azez ilçeleri bulunmaktadır.

Carablus’u tamamen, Azez’in ise köylerinin çoğunluğunu kontrol altında bulunduran IŞİD beka düzeyinde tehdit oluşturmaktadır.

PYD ise aldığı destekle burayı hedeflemektedir.

Obama, Türkiye-Suriye sınırını kapatma konusunda boşlukları olduğunu, özellikle yabancı savaşçılar için halen bir geçiş noktası ve terörist eylemleri finanse etmek için IŞİD tarafından petrol nakletmede kullanılan 98 km’lik bir alan bulunduğunu söylemektedir.

İma edilen Türkiye’nin sınırlarını koruyamadığıdır.

ABD Savunma Bakanı Türkiye’nin, sınırlarını geçirgen görmekte ve kontrolü için daha fazlası yapılmalıdır diyerek hükümete ev ödevi vermektedir.

Obama’nın, özellikle Türkiye’nin güvenli bölge istediği Fırat’ın batısından itibaren 98 km’lik şeridin kapatılmasına vurgu yapması, sonunda Türkiye’yle birlikte Suriye sınırını kapatıyoruz demesi milli gerçek ve egemenlik haklarımıza uygun şekilde yorumlanmalıdır.

Biz sınırımızı koruyamıyoruz da, bunu İncirliğe iyice yerleşen, Rusya’yla kutuplaşmamızdan istifade eden, NATO konseptinin dışına taşan ABD ve diğer ülkelerin insafına mı terk ediyoruz? Bu nasıl bir iştir?

Namus olarak gördüğümüz vatan sınırlarını korumaktan aciz bir ülke isek, ki bunun doğruluk payı da vardır, bazı itirazlara konu olsa da davet üzerine gidilen Musul’da Türkmen kardeşlerimize layıkıyla nasıl yardım edeceğiz?

Irak’ta diğer unsurların yanında, teröristlerin hedefi olan, yurtlarından yuvalarından olan Türkmen varlığının eğitim, destek ve güvenliği muhakkak sağlanmalıdır.

Türkmenler katiyen yalnız bırakılmamalıdır.

Çevremizde en az IŞİD kadar tehlikeli olan PKK-PYD silahlandırılıp desteklenirken, İran’dan Irak’a kadar dostumuz kalmamışken, milli politikalardaki çözülme, Türkmeneli’nden Bayırbucak Türkmenlerine kadar süren sistematik Türk kıyımı ne zaman görülecektir?

Bu hükümet neyle meşguldür?

Türkiye’nin hedef tahtasında olduğu görülmez midir?

Dış politika macera ve cehalet kaldırmayacaktır.

Ne hazin ki tedavüldeki dış politikada cehaletten gayri meşruluğa kadar yok yoktur.

Ve yanıbaşımızda artan riskler kuyumuzu kazmakta, Türkmenlerin varlığına kast etmekte, milli bekamızı boyunduruk altına sokmaktadır.

Buradan Sayın Davutoğlu’na çağrıda bulunuyorum:

Hükümet sizsiniz. Yeki sizdedir. Milli irade ülke yönetiminde partinizi görevlendirmiştir.

Dış politikada çok başlılık ve hükümetin atıl kalması çok mahsurludur. Cumhurbaşkanıyla mutat görüşmelerinizde ülke gündemini pek tabiidir ki istişare ediniz, diyeceğim bir şey yoktur.

Ancak dış politikanın sadece Erdoğan’ın günübirlik ve polemik üzerine bina edilen sözlerine bırakılması, hükümetin geriye atılması Türkiye’nin ciddi şekilde aleyhinedir.

Sayın Başbakan, buna müsaade etmeyiniz, üstlendiğinizin görevin gereğini yapınız, dış politikayı siz yürütünüz, Cumhurbaşkanı’nın anayasal sınırlarında kalmasını ısrarla isteyiniz.

Milliyetçi Hareket Partisi hiçbir dönemde olmadığı kadar tehditlerin mihrakında olduğumuzu görmekte, bu bilinçle ülkesinin çıkar ve güvenliği için her sorumluluğu almaya, her özveride bulunmaya hazır olduğunu cümle aleme tekraren ilan etmektedir.

Bu düşüncelerle sözlerime son verirken sizleri bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, başarılı bir hafta geçirmenizi diliyor, hepinizi Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.

Sağ olun var olun.