Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 26 Nisan 2016
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
26 Nisan 2016

 


Değerli Milletvekilleri,

Muhterem Misafirler,

Sayın Basın Mensupları,

Bu haftaki Meclis grup toplantımıza başlarken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

İnsanı toplumla bütünleştiren, toplumla kaynaştıran doğru kabul ettiği ortak değerler hazinesidir.

Ortak değerler yaşıyorsa ayrımcılık başını kaldıramaz.

Ortak değerler taban bulmuş, kökleşmişse toplumsal huzur ve işbirliği kanalları açık ve aktif olacaktır.

Bu değerler sayesinde iyiyi bulur, kötüyü budarız.

Bu değerler yoluyla milli birliğimizin duvarlarını örer, iç barış ve kardeşlik hukukunu ileri bir aşamaya taşırız.

Ne üzücü ki,  bizi bir arada tutan, bizi bir millet yapan ortak değerler kontrolsüz şekilde aşınıyor, devamlı surette tahrip ediliyor.

Beşeriyet aleminin parlayan yüzü, sönmeyen kutup yıldızı olan aziz Türk milleti içten içe eriyor, değer hükümleri, manevi emanetleri ağır bir operasyon geçiriyor.

Biz bundan dolayı oldukça kaygılıyız.

Özellikle Türkiye’nin içine düşürüldüğü şiddet sarmalından şikâyetçiyiz, bu tehlikeli gidişatın mahvımıza yol açacağını açıkça görüyoruz.

Saygı ve tahammül kültürü gerilemektedir.

Hoşgörü ve yardımlaşma anlayışı kurumaktadır.

Toplumsal huzursuzluk giderek artmaktadır.

Trafikte kavga vardır.

Sokakta kavga vardır.

Evde kavga vardır.

Siyasette kavga vardır.

Devlette anlaşmazlık hâkimdir.

Selamlaşmak eleştirilmekte, tokalaşmak çok görülmektedir.

Konuşmak yerine küsmek, kucaklaşmak yerine kutuplaşmak egemen bir tavır ve davranış haline gelmiştir.

Her insanımızın yüzü asık, kaşları çatıktır.

En küçük bir fikir ayrılığı, en ufak bir tartışma anında derin ihtilaf ve çatışmalara dümen kırmaktadır.

Stadyumlardan taşan öfke selini görüyorsunuz, Türk sporunun nasıl bir yozlaşma seline kapıldığına eminim ki endişeyle tanık oluyorsunuz.

Geride kalan hafta sonu, iki güzide futbol kulübümüz olan Fenerbahçe ile Trabzonspor arasındaki müsabakada yaşananlar hepimiz adına üzüntü vericidir.

Bir holiganın hakeme saldırması ve hatta darp etmesi doğal olarak her birimize nereye gidiyoruz sorusunu sordurmuştur.

Elbette müessif olayların Trabzonspor’a ve Trabzon ilimize tümden mal edilmesi tarihi bir yanlış olacaktır.

Hakem hataları olsa da, hiçbir sporseverin Trabzon’daki şiddet tablosunu meşru ve masum görmesi düşünülemeyecektir.

Gerekçesi ne olursa olsun, hiçbir vatan evladının Ankaragücü ile Diyarbakırspor karşılaşmasından sonra çıkan arbede ve asayişsizliklere sıcak bakması da mümkün olamayacaktır.

Bize ne olmuştur?

Türk milleti bu hiddet ve dehşet türbülansına nasıl gerilemiştir?

Türkiye nereye gitmektedir?

Husumetin yaygınlaşması, nefret ve kızgınlıkların egemen hale gelmesi karşısında milli birlik ve kardeşliğimizi nasıl koruyacağız, nasıl geleceğe taşıyacağız?

Yıllardan beri söyledik, yine söylüyoruz; ülkemiz cepheleşmenin koyu sisi altındadır.

Siyasi tansiyondaki yükseklik toplumsal zemine misliyle yansımaktadır.

Ahlak ve adaletteki erozyonlar huzursuzluk olarak yankılanmaktadır.

Suç ve suçluyu koruma ve arka çıkma gafleti ters tepmiş, her insanımızın hakkını kendisinin aradığı karanlık bir ortamı yaratmıştır.

Şiddetin sosyal, siyasal ve ekonomik kaynakları vardır.

Bu kaynaklar kurutulmadan şiddetin önüne yasal ve diğer vasıtalarla geçme çabası akılla ve hayatın gerçekleriyle bağdaşmayacaktır.

Sabır ve hoşgörünün ne kadar azaldığını görebilmek için yalnızca sokağa çıkmak, yalnızca etrafımıza odaklanmak yeterlidir.

Hepimizi telaşlandıran bu olumsuzlukların geri planında 14 yıllık AKP iktidarının affı mümkün olmayan hataları, hezeyanları ve hasmane tutumları başlıca belirleyicidir.

Millet neredeyse birbirine düşürülmüştür.

Devamlı körüklenen siyasi bloklaşmalar, teşvik edilen kanunsuzluklar, yoğunlaşan kural ve vicdan tanımayan politikalar çok ciddi sonuçlara kapı aralamıştır.

Ülkemiz yeterince şiddet tünelindedir ve yorgundur.

Teröristler her değerimize dört bir koldan zaten saldırmaktadır.

Bunun yanında toplumsal şiddet dalgasının da yükselmesi, uyarıyorum ki, Türkiye’yi dibe çekecek, projelendirilen iç kargaşa ve kavganın fitilini tutuşturacaktır.

Mesele bu kadar önem arz etmektedir.

Tehdit bu denli yakın ve dibimizdedir.

Bilmeliyiz ki, giden yıllar bir daha geri gelmiyor.

Kaçan fırsatları tekrar yakalamak da kolay olmuyor.

Aklıselimi bulmak zorundayız.

Sağduyunun rehberliğine bağlanmak durumundayız.

Artan suç ve şiddet karşısında başta iktidar partisi olmak üzere, siyaset kurumuna büyük görevler düşmektedir.

Ayrıca üniversitelerin, sivil toplum kuruluşlarının, toplumsal kanaat önderlerinin sorumluluklarını ihmal etmek de imkânsızdır.

Ne yapıp edip birlik ve dirliğimizi zincire vuran kavga ve kutuplaşma engelini aşmalıyız.

Eğer fikir ve görüş birliği tesis edemiyorsak makulü bulmalı, uzlaşmanın çare ve yollarını inşa etmeliyiz.

Başka bir Türkiye yoktur.

Kaderimizin düğümlendiği bu millet ve vatan dışında başka bir geleceğimiz de yoktur.

Var olan şartlara teslim olmadan, bu aziz vatanda bir ve kardeşçe yaşamaktan, huzuru temin etmekten başka alternatifimiz bulunmamaktadır.

Birbirimizi sevmeksek de, saygı duymak ve tahammül göstermek mecburiyetindeyiz.

Demokrasinin yaşaması buna bağlıdır.

Türk milletinin ebediyet ırmağına akması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerine sadık kalması ancak ve ancak böyle olacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi sorumluluk şuuruyla, toplumsal huzura sonuna kadar destek verecek, üzerine ne düşüyorsa gereğini yapmaktan da kaçınmayacaktır.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Teslimiyetçi bir yönetimin elinde adım adım ülkemizi içine çekmeye başlayan bir anaforun tesir alanındayız.

Bir yanda siyasetçi ve idareci elitler, diğer yanda aklı ve tercihi karıştırılmaya çalışılan millet varlığıyla bu çekime kapılmaktan kurtulamamış kurum ve kuruluşlar vardır.

Özelikle sanayi, ticaret ve finans aktörleri yanlış kurgulanan bağımlı ekonomik sürecin yörüngesine yerleşmişlerdir.

Ve milli konuları göz ardı edecek kadar menfaat bağı ile kilitlenmişlerdir.

Bu çaresizlik ortamı, geçim derdindeki vatandaşlarımızın ne üzücüdür ki seçeneksiz ve sessiz kalmasına neden olmaktadır.

Var olan tahribat ve tehlikeleri aziz milletimizin gözünden ve gönlünden kaçırmak amacıyla sinsice kurgulanan örtme, gizleme ve yönlendirme mekanizmaları çoktandır devrededir.

Kamuoyunun dikkati yapay gündemlerin neden olduğu sanal tartışmalarla alabildiğine meşguldür.

Esasen karşımızdaki oyun bellidir.

Küresel güçler, kurguladıkları gelecek projelerinin önündeki milli devlet engelini zayıflatmak, kontrol altında tutmak veya ortadan kaldırmak peşindedirler.

Buna ulaşmanın sözde çağdaş yorumu ise milli devletlerin; alt kimliklere ve kültürlere ayrılarak sosyal ve siyasal yapısının çözülmesi ve milli direncin kırılması için küresel üst birliklerle yakınlaşarak egemenliğini paylaşmasıdır.

Bugün Türkiye, iki sürecin de aynı anda karşımıza çıkardığı sorunlarla boğuşmaktadır.

Ülkemiz bir taraftan, teslim psikolojisi içinde sürüklendiği uluslararası komplo süreciyle bu tür bir üst bağlılığa itilmiş,

Diğer taraftan yine aynı sürecin dayatmaları ile etnik ayrışma ve milli kimliğini kaybetme tehlikesi ile karşılamıştır.

Bu durum ülkemizi, iki ağır tehlikeyle ve aynı anda mücadele etmekle yüz yüze bırakmıştır.

Düşe kalka gelinen bu aşamadan sonra, hükümet, başta Avrupa Birliği ilişkileri olmak kaydıyla, küresel irtibatlarını sonu karanlık bir maceraya dönüşmeden milli gerçeklere uygun şekilde yeniden gözden geçirmelidir.

Bugünkü şartlar ve müzakere zihniyetinin ortaya koyduğu gerçek, mevcut millet ve devlet yapımızla Avrupa ile birlikte müşterek bir geleceği paylaşamayacağımızı işaret etmektedir.

AB’nin Türkiye’ye bakışı ikircikli ve ikiyüzlüdür.

Karşılıklı çıkarlardan ziyade AB’nin beklentileri, dayatmaları daha ön planda, daha geçerlidir.

AKP hükümeti gönüllü girdiği, sonra da eleştirmeye başladığı Avrupa Birliği’nin çekim alanından bir türlü çıkamamaktadır.

Geçen hafta Başbakan Davutoğlu ile Almanya Başbakanı Merkel beraberce Gaziantep’in Nizip ilçesindeki mülteci kampını gezmişlerdir.

İki Başbakan Mart ayında Brüksel’de yapılan ve Türkiye’ye tahminlerin ötesinde yük bindiren Geri Kabul Anlaşmasını teyit etmişlerdir.

Merkel, Türkiye’ye ev ödevi şeklinde verilen 72 kriterin uygulanması halinde vize muafiyeti sözüne uyacaklarını ve tahsisi kararlaştırılan parayı da vereceklerini dile getirmiştir.

Davutoğlu, haklı olarak vize muafiyetinin ülkemiz için hayati bir konu olduğunu ve AB’nin gerekli adımları atması gerektiğini söylemiştir.

Almanya Başbakanı’nın mülteci kampı gezmesi göz boyamadan öte, kendi içinde tutarsız ve farklı anlamlara çekilecek fiili bir denetim girişimidir.

AB’nin, mülteci sorunundan parayla ve vize vaadiyle kurtulmaya çalışması, dahası Türkiye’ye belirli aralıklarla yön çizme teşebbüsleri doğru ve hakkaniyetli bir davranış değildir.

Suriyeli mülteciler sadece Avrupa için değil, Türkiye için de öncelikle ele alınması ve üstesinden gelinmesi gereken çok boyutlu bir külfettir.

Türkiye; mülteci deposu, mülteci yuvası, AB’nin sınır kapılarında bekleyen kiralık bekçisi olamayacaktır.

Milli onurumuz, egemenlik haklarımız asla hafife alınamayacaktır.

Tersi bir duruma Milliyetçi Hareket Partisi’nin göz yumması da mümkün değildir.

Meselenin bir başka garip ve çelişkili tarafı ise, AB’nin Suriyelilerin yanı sıra, başka ülkelerden gelen mültecileri de Türkiye’ye iade etmesidir.

Bizim nazarımızda Türk vatanına yerleşmenin bedeli asla ölçülemeyecektir.

Bu aziz vatan bin yıldır Türk milletinindir.

Bu topraklarda yaşamanın bedeli şehit kanıyla ödenmiş, savaş meydanlarındaki fedakârlıklarla ibra edilmiştir.

Farkındayız, komşu komşunun külüne muhtaçtır.

Zorda kalmışlara, çaresizlik içinde kıvrananlara, vatanından ayrı düşmüş kardeşlerimize Türk milleti alicenaplığını gösterecek, yardım elini uzatacaktır.

Ancak mülteci yığılmasının, Suriye’deki kaosun Türkiye’nin geleceğine ne şekilde etki edeceğini kestirmek, bilhassa sınır il ve ilçelerimize nasıl fatura çıkaracağını tahmin etmek bugünden çok zor değildir.

Bakınız, Kilis perişandır.

Her gün füze isabet etmektedir.

Bu ilimizde yaşayan vatandaşlarımız korku içindedir.

Kilis terör örgütlerinin adeta açık hedefidir.

Buradan göçler başlamıştır.

Hiç kimsenin can güvenliği yoktur.

Kilisli vatandaşlarımız çocuklarını okula göndermekten, toplumsal hayata güvenle katılmaktan çekinmektedir.

Kilis’in artan sorunları nedeniyle önce Kadın ve Aileden Sorumlu Genel Başkan Yardımcımız Ruhsar Demirel’i lazım gelen araştırmaları yapmak üzere bölgeye gönderdik.

Ardından, geçen hafta, Genel Başkan Yardımcımız Denizli Milletvekili Emin Haluk Ayhan, Kahramanmaraş Milletvekilimiz Fahrettin Oğuz Tor ve Hatay Milletvekilimiz Mehmet Necmettin Ahrazoğlu’dan oluşan bir heyeti geçen hafta Kilis’teki gelişmeleri incelemek üzere görevlendirdik.

Arkadaşlarımızın ulaştığı sonuç bizler açısından fecaattir.

Kilis’e bomba yağmaktadır.

Hükümet duyarsız ve atıldır.

Sosyal hayat can çekişmektedir.

Evlerde oturmak bile emniyetli değildir.

Hastaneler talep ve ihtiyaçlara cevap vermekten uzaktır.

Esnaf kan ağlamakta; vergi, sosyal güvenlik primi ve diğer ödemelerin ertelenmesini beklemektedir.

Suriyeli nüfusunun yüksekliği Kilis’in sosyal huzurunu dinamitlemiştir.

Milliyetçi Hareket Partisi Kilis’in ve Kilisli kardeşlerimizin yanında kaya gibi duracak, haklarını, hukuklarını cesurca müdafaa edecektir.

Hiç kimse bizim, AKP gibi, Kilis’e yüz çevirmemizi beklememelidir.

Kilis Türk’ündür, Türk milletinin kalbidir.

Arzu ederdik ki, Davutoğlu, Merkel gelmişken beraberce Kilise de gitseler, vatandaşlarımızın ne duruma düşürüldüğünü yerinde görebilselerdi.

Elbette Merkel’in ve diğer AB liderlerinin Kilise ateşlenen füzeler gibi bir gündemi yoktur, hiç de olmamıştır.

Bizim içimizi acıtan Davutoğlu’nun sessizliği ve acizliğidir.

Değişen angajman kuralları çerçevesinde Suriye’den atılan füzelere top atışıyla misillemede bulunduğumuz doğrudur.

Fakat bu istikrarsızlık döngüsü ne zaman bitecektir?

Sivil yerleşim yerlerini bombalayan, insan canına kast eden alçaklara hak ettikleri cezalar ne zaman verilecektir?

Sayın Davutoğlu, Kilis abluka altındayken, ne zaman ateşleneceği belli olmayan füze tehdidi varken, geceleri rahat ve huzur içinde uyuyabiliyor musun?

Hadi AB ne buyurduysa yaptın diyelim, sözü verilen para ve vize muafiyetini elde ettik sayalım; peki sorun ortadan kalkacak mı, terör tehdidi duracak mı?

Bu soruyu AB’li muhataplarına hiç sordun mu?

Davutoğlu, Merkel’in önünde “gün Suriyeli mültecilerin umut günüdür” diyor.

Tamam da, Türk milletinin umutlarına ne olacak? Milli güvenlik ne zaman sağlanacak?

Türk vatandaşları ne zaman derin bir nefes alacak?

Sayın Başbakan sorularımıza cevaben bizimle paylaşacağın bir fikrin var mıdır?

 

Değerli Milletvekilleri,

KCK’nın eşbaşkanlarından bir fitne başı, devletin operasyonları sürdürmesi halinde sözde savaşı geliştireceklerini ve tüm Türkiye’ye yayacaklarını söylemektedir.

Bununla da sınırlı kalmamakta, Türkiye’nin silah bırakması gerektiğini haince dillendirmekte, ABD ile direkt temas halinde olduklarını iddia etmektedir.

Bunun sonucunda Başbakan ve hükümeti ne yapmaktadır?

Türkiye’den intikam almak için uygun şartların tezahürünü bekleyen müstevliler koalisyonuna karşı Türk milletinin tarihsel hak ve miraslarını savunmak için hükümet neyi beklemektedir?

Bir HDP’li, 23 Nisan günü TBMM’de, Türkiye’nin iç savaşta olduğunu söyleyecek kadar pervasızlaşıp haddini aşarken, hala bunların provokasyonları alttan mı alınacaktır?

Cumhurbaşkanı 24 Nisan günü Adana’da, bu hadsizi yerinde bir şekilde eleştirmiş ve demiştir ki: “İki de bir Dolmabahçe mutabakatından bahsediyor. Ne Dolmabahçe mutabakatı? Nereden çıkmış böyle bir şey? Böyle bir mutabakat falan söz konusu değil.”

Sayın Cumhurbaşkanı’nın takdir edeceği gibi, biz de yıllarca ‘ne Dolmabahçe mutabakatı’ dedik.

Nereden çıktığını sorduk, rezalet olduğunu ifade ettik.

Dolmabahçe’de Türk milletinin gözü önünde cereyan eden AKP-PKK görüşmesini, caninin okunan sözde 10 maddelik metinini yerin dibine soktuk.

Ayaklarımızla da çiğnedik.

Bu itibarla Cumhurbaşkanı’nın söz ve değerlendirmeleri ümit vericidir.

Madem Cumhurbaşkanı Dolmabahçe mutabakatını elinin tersiyle itmektedir; o zaman PKK’nın Meclis’teki uzantılarıyla yanak yanağa oturan, hazırlanmış ihanet metinlerini okuyan AKP’li siyasetçilere de Sayın Erdoğan’ın söyleyecek bir çift sözünün olması şarttır, vaciptir.

AKP hükümeti terörle samimiyet içinde mücadele ettiği sürece diğer eleştirilerimiz baki kalmak kaydıyla, yanındayız, desteğimizi esirgemeyeceğiz.

Son terörist silahıyla birlikte ele geçirilip etkisiz hale getirilesiye kadar terörle mücadelenin istismar edilmemesi için azami sorumluluğumuzu yerine getireceğiz.

Artık demokratik açılım yoktur.

Artık milli birlik ve kardeşlik süreci kadavradır.

Çözüm süreci ise çoktan gömülmüştür.

Denenmedik, müracaat edilmedik hiçbir sakat ve mahsurlu yol kalmamıştır.

Biz, terör örgütünün silah bırakması veya silahlarını gömmesini değil, devletin güvenlik birimlerine derhal teslimini istiyoruz.

Yani kanlı silahlar devletin envanterine mutlaka alınsın diyoruz.

Can almış, kurşun atmış, bölücülük yapmış kim varsa adaletin karşısına çıkarılmasını bekliyoruz.

Teröristlerin Türk adaletinin haklarında vereceği hükme boyun eğmelerinden başka seçeneklerini olmadığını biliyor ve bunu söylüyoruz.

Terör örgütüyle pazarlık uçurumdur ve bu yol kapalıdır.

Çözüm, barış, helalleşme sözlerinin iskeleti çıkmıştır, bu seçenekler de çoktan tedavülden kalkmıştır.

Şimdi gün, terörün belini kırma, yılanın başını koparma günüdür.

Şimdi gün, Türk devletinin çelikten bileğini hainlerin başına indirme günüdür.

Milliyetçi Hareket Partisi, bahis konusu milli çıkar ve beka olunca, sanal gündemlerin peşinden koşmaz, siyasi endişelere takılmaz.

Elbirliği edip Türkiye’nin terör ve bölücülük illetinden kurtulması için güçlü bir şekilde sorumluluğumuzun gereğini yapmalıyız.

Karşımızdaki şer ve ihanet cephesi ya çökertilecek ya çökertilecektir; bunun başka bir yol ve çaresi kalmamıştır.

AB şunu istiyormuş, ABD bunu dayatıyormuş, bizim umurumuzda değildir.

Türkiye’yi hıyanet kadrosuna kurban ettirmeyiz, Türk milletini tek dişi kalmış canavara Allah’ın izniyle bırakmayız.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Bildiğiniz gibi Türkiye, her yıl 24 Nisan günü ABD Başkanı'nın 1915 olayları hakkında ne diyeceğine kilitlenmektedir.

Müşterek bahis konusu olan bu hususta televizyon ekranlarında afaki yorum ve tahminler yapılmaktadır.

"24 Nisan sendromu" Türkiye ile ABD ilişkilerinde değişmez bir gerginlik unsuru haline gelmiştir.

Bu gergin süreç ABD Başkanı Obama'nın 22 Nisan’da verdiği mesaj öncesi ve sonrasında da yaşanmıştır.

Türk tarihi ve ecdadımız için tek yanlı, haksız ve temelden yoksun bir "mahkûmiyet ilamı" niteliğini taşıyacak her açıklamanın bizim nezdimizde itibar ve inandırıcılığı olmayacaktır.

Bilindiği gibi, 1914–1915 yıllarında Ermeni komitacıların, Rusların desteğiyle Türklere uyguladığı katliam, bu çerçevede Türklerin Ermenilere karşılık vermeleri tarihi bir gerçektir.

Ancak imparatorluğun bu durumda Ermenilere karşı aldığı cebri önlemler asla bir soykırım değildir.

Böyle bir savunma refleksini soykırım olarak nitelendirmek olsa olsa tarihi çarpıtmak anlamına gelecektir.

Türk milleti, içinde barındırdığı unsurlara her zaman sevgi ve şefkatle yaklaşmış olmasına rağmen, o unsurlardan bazıları Türk milletine kinlerini her fırsatta kusmuşlardır.

Bu bitmeyen nefret maalesef 1973 yılında tekrarlamış, bu tarihten itibaren özellikle yurt dışındaki diplomatlarımıza yönelik Ermeni terör örgütü olan Asala’nın saldırıları ile toplam 34 diplomatımız şehit düşmüştür.

Yine yakın tarihte Ermeniler acımasız yüzlerini göstermişler, 1992 yılında Azerbaycan topraklarını işgal ederek yüzlerce Azerbaycan Türkü’nü katletmişlerdir.

Bu yıl da Obama "soykırım" kelimesini doğrudan zikretmemiş, ancak Ermeni terminolojisinde soykırımı tanımlamak için kullanılan büyük felaket tabirinin Ermenice aslını açıklamanın merkezine oturtmuştur.

Obama’nın "soykırım" kelimesi yerine büyük felaket ibaresi kullanmasıyla denge kurduğu, Türkiye'yi tamamen dışlamadığı yolunda bir sonuç çıkartmak bize göre abesle iştigaldir.

"Soykırım", İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde hukuki içerik ve anlam taşıyan bir terim olarak 1948 Uluslararası Soykırım Sözleşmesiyle literatüre girmiştir.

Ermeni literatüründe büyük felaket, Nazilerin yaptığı Musevi katliamı olan "holokost"un karşılığı, bununla eş değerde vahşet anlamında kullanılmıştır.

Obama'nın seçim havasına giren ABD’de, bu terime bir kez daha sarılmasının anlamı burada aranmalıdır.

Kişisel fikirlerinin değişmediğini ifade eden Obama, Ermenileri överek sancılı siyasi duruşunu teyit etmiştir.

1915 olaylarıyla ilgili büyük felaket tanımlaması getirmek bir defa 1.Dünya Savaşı şartlarında Türk milletinin yaşadığı acıları dikkate almamak, Ermeni mezalimini görmemektir.

Türkiye'nin her yıl "24 Nisan sendromu" yaşamaya mahkûm bir ülke olması düşünülemeyecektir.

Daha önceki yıllarda vurguladığım gibi, bu duruma bir son verilmesinin artık zamanı gelmiştir.

ABD’li siyasetçiler, Ermeni diasporasının siyasi desteği için Türkiye'yi feda etme gafletine düşerse, bunun sonuçlarına en başta Ermenistan olmak üzere herkes katlanacaktır.

Türkiye'nin şerefli tarihi üzerinde hiçbir bedbaht karalama kampanyası yapamayacaktır.

Türk milletini insanlığa karşı en ağır suç olan soykırım barbarlığına taraf olmuş ezik, lekeli ve yaralı bir millet konumuna düşürmeye hiç kimsenin de gücü yetmeyecektir.

Bu yılın 24 Nisan günü Ermenistan’ın başkenti Erivan’da yapılan Türkiye ve Türk milleti aleyhtarı gösterilerde tahrikler alabildiğine tırmanmıştır.

Ve gözü dönmüş göstericiler, Türkiye Cumhuriyeti ile Azerbaycan Cumhuriyeti’nin bayraklarını protestolar eşliğinde yakma küstahlığını göstermişlerdir.

Bilinmelidir ki, şanlı bayrağımız aziz milletimizin geçmişten bugüne varlığının simgesi ve kutsal bir milli değeridir.

Al Bayrağımız milletimizin doğuşunun ve felaketlerden milletçe silkinip ayağa kalkışımızın iftiharı, rengini şehit kanlarından alarak milli ruhu nesillerden nesillere aktaran bağımsızlık sembolüdür.

Kendi bayrağımız için duyduğumuz hayranlık ve saygıyı başka milletlerin de kendi bayraklarına duyduğunu kabul eden bir anlayışın temsilcisiyiz.

Bu nedenle hiçbir milletin bayrağının ayaklar altında çiğnenmesini hoş görmek bir Türk evladı için söz konusu olamaz.

Şanlı bayrağımızın bu şekilde sıradan bir bez parçasıymış gibi yakılmasına da sessiz ve tepkisiz kalmamız mümkün değildir.

Türk milleti bu alçakça girişime dün olduğu gibi bugün de cevap verecek ve def edecek kuvvete fazlasıyla sahiptir.

Buradan hükümeti, bayrağımızı yakmaya kadar vardıran tahrik ve saygısızlığa karşı daha kararlı durmaya, konuyu basit diplomatik mesajlarla geçiştirmemeye davet ediyorum.

Türk milletiyle tarihsel husumeti bulunan mihrakların saldırılarına her platformda mutlaka engel olunmalı, karşı durulmalıdır.

Milliyetçi Hareket bu konuda üstüne düşen her görevi yapmaya kuşkusuz hazır ve kararlıdır.

 

Değerli Milletvekilleri,

Toprakları Ermeni işgali altında bulunan, ata yurtlarından zorla kopartılan bir milyon göçmenin acısını yaşayan Azerbaycanlı kardeşlerimizin haklı davalarını biliyor ve yürekten sahipleniyoruz.

Dağlık Karabağ sorunu çözüm yoluna girmeden ve işgalci Ermeni güçleri tamamen çekilmeden Türkiye'nin Ermenistan'la ilişkileri normalleşemeyecektir.

Buradan Azerbaycan'ın değerli yöneticilerine ve kardeş Azerbaycan halkına seslenmek istiyorum:

Türk milleti her zaman Azerbaycan'ın yanında ve arkasında olmuştur, bundan sonra da soydaşlarını hiçbir şart altında yalnız bırakmayacaktır.

Azerbaycan halkının aleyhine ve zararına olacak herhangi bir adım atılmasına Türk milleti izin vermeyecektir.

2 Nisan’da başlayıp 4 gün boyunca süren çatışmaların ardından Azerbaycan’ın Lele Tepe gibi stratejik noktaları tekrar almasından sevinç ve memnuniyet duyduğumuzu da özellikle belirtmek istiyorum.

Türk milleti bir bütündür.

Türklüğün yaşandığı her coğrafya bizim ilgi ve duyarlılık alanımızdadır.

Azerbaycanlı soydaşlarımız Türk’tür, Türk milletinin vakur ve asil mensuplarıdır.

Coğrafyalarımız ayrı, devletlerimiz farklı olabilir; ama biz aynı milletin, yürekleri bir atan evlatlarıyız.

Ayrımız gayrımız yoktur. Çünkü biz Bakü’de Mahnı, Ankara’da oyun havasıyız.

Gence’de destan, Dumlupınar’da bağımsızlık sevdasıyız.

Dağlık Karabağ’da gözyaşı, Kars’ta zafer duasıyız.

Bir yanımız Bahtiyar Vahapzade ise diğer yanımız Mehmet Akif Ersoy’dur.

Gözümüzde Karacaoğlan neyse Kurbani odur.

Guba’da ses veren balaban, Hızı’da dile gelen Tar; Erzurum’da vuran davulun, İstanbul’da öten neyin ikiz kardeşidir.

Mustafa Kemal ne kadar Türkse, Mehmet Emin Resulzade ve Ebulfez Elçibey aynı oranda Türk’tür, Türk’ün iftihar listesindedir.

Azadlık kaderimiz, Turan ülkümüzdür.

Milliyetçi Hareket Partisi büyük Türk milletini;

Ortak bir tarihîn sunduğu zemin üzerinde,

Birlikte yaşama arzu ve iradesini ortaya koyan,

Tarihî süreçte ortak bir kaderi paylaşma duygusunu ve gelecek ülküsünü taşıyan,

Milletler camiasında kendine has vasıf ve kimliğe sahip olduğuna inanan sosyal bir bütün olarak mütalâa etmektedir.

Millet gerçeği, Türkiye’mizin bağımsız, güçlü ve demokratik bir ülke olarak ilelebet var olmasının da sosyal ve kültürel temeli ve olmazsa olmaz ön şartıdır.

İnanıyorum ki, Türk milleti taşıdığı sağduyu, irfan ve basireti gösterecek ve ne derece vahim olursa olsun her felaketi aşacak güce sahip olduğunu, dosta ve düşmana bir kez daha ispat edecektir.

Yakın milli tarihimiz, çok daha umutsuz ve karanlık günlerde büyük Türk milletinin dirilişinin ve yükselişinin muhteşem örnekleri ile doludur.

Türk milleti, karşısına çıkan bütün güçlükleri, tek vücut olarak ve ortak çabalarla aşma kudretini göstermiştir.

Bütün ümidim ve temennim, bugün vatan ve millet sevdalılarının devletimize ve milletimize ruh veren ortak paydalarda bir araya gelerek Türkiye’yi hak ettiği mutlu yarınlara taşıyacak iradeyi göstermesidir.

Bunu hem Azerbaycan ve tüm Türk coğrafyaları hem de Türkiye için Allah’tan niyaz ediyorum.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin milli bütünlüğümüzün bozulmasına yönelik tehlikelere karşı gösterdiği yüksek hassasiyet ve ısrarlı ikazların haklı yönü vardır.

Bu samimi endişelerimiz, aşırı bir korkunun ve gereksiz vehmin ürünü değildir.

Aziz vatanın kahraman evlatlarının devam eden şahadetleriyle birlikte, kritik bir yol ayrımına yaklaştığımız önümüzdeki dönemde, hiçbir mezhep, köken veya düşünce ayrımı yapmadan, herkesle kucaklaşıp harekete geçmek zamanı çoktan gelmiştir.

Milliyetçi Hareket Partisi, iş işten geçmeden, ayrılma ve kırılma yaşanmadan, herkesi, vatan ve millet sevgisi etrafında, siyasi kaygıların üstünde bir gönül birliği ve kucaklaşmaya çağırmaktadır.

Bunu gerçekleştirdiğimiz takdirde; milli mücadelenin aziz hatıraları işte o anda gerçek değerini ve yerini bulacaktır.

Ve ne zaman ki milletimizin kardeşliği üzerinden kara bulutlar kalkar ise, kutlu ceddimizin fedakârlıkları, gayretleri ve mücadeleleri daha da anlam kazanacak ve ruhları şad olacaktır.

Sözlerime son verirken muhterem heyetinizi saygılarımla selamlıyor, her birinizi Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.

Sağ olun, var olun.