08.01.2008 - TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma

8 Ocak 2008

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Medyamızın Muhterem Temsilcileri,

2008 yılının ilk grup toplantısında hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

Özellikle 22 Temmuz seçimlerine kadar gerilimle geçen bir yılı geride bırakmış bulunuyoruz. Bu vesileyle 2008 yılının aziz milletimize ve insanlığa; huzur, mutluluk ve esenlik getirmesini temenni ediyorum.

Diyarbakır’da meydana gelen bombalı terör eyleminde hayatlarını kaybeden 5 vatandaşımıza Cenab-ı Allah’tan rahmet, 68 yaralıya ise acil şifalar diliyorum.

Olayı, bu kanlı eylemleri yapanları terörist olarak adlandırmayan işbirlikçilerinin maskesini düşüren bir elim hadise olarak görüyorum. Bu eylemi, yalnızca Silahlı Kuvvetler mensuplarına değil aziz Diyarbakır halkına yönelik hunhar bir saldırı olarak değerlendiriyorum.

Bu eylemler ile terör örgütünün ve bölücü mihrakların bir taktik değişim içine girmiş olduklar da belirgin bir hale gelmeye başlamıştır. Gelişmeler teröristlerin kentlerde özellikle sabotaj ve kundaklama eylemlerine yönelmeye başladığını göstermektedir.

Geçmiş dönemlerde, bölücü terör örgütünün sıkıştığında hedef genişletmek ve taraftar kaybetmemek için Karadeniz ve Akdeniz Bölgelerine yaptığı açılımlar nasıl hüsranla son bulmuşsa, bu yeni eylemlerin de güvenlik güçlerinin yoğun ve etkili çalışmaları ile son bulacağına yürekten inanıyorum.

Hükümeti, araç ve ev kundaklama ile bombalı eylemlerden zarar gören vatandaşlarımızın kayıplarını bir an önce karşılamaya ve bu konuda gereken tedbirleri almaya çağırıyorum. Aksi halde öfkeden doğacak bireysel hak arama çabaları telafisi mümkün olmayan gelişmeleri de beraberinde getirecektir.

Bugünkü konuşmamda, Dünya ve Türkiye ölçeğinde 2008 yılında olacağını öngördüğüm siyasal, sosyal ve ekonomik meselelerde görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Kıymetli Milletvekilleri,

Üzülerek ifade ediyorum ki, 2007 yılının Türk ve İslam âlemi başta olmak üzere insanlık için huzur, barış ve esenlik içinde geçtiğini söylemek mümkün değildir. 2008 yılı da bu açıdan maalesef ümit verici görünmemektedir.

Özellikle tek kutuplu dünyadan çok kutupluluk arayışının sancıları, enerji ve su üzerine kurgulanan gelecek senaryolarının yarattığı çatışmalar ile dünyamızın geri kalmış bölgelerinde yaşanan kaostan zarar gören yüz milyonlarca insanın trajedileri hepimizi derinden üzmektedir.

Ne hazindir ki insanlığın en yoksul % 46’sı, küresel gelirin %1,2’sine sahiptir. Bu insanların bir milyara yakını yeterli yiyecek bulamamakta ve insan ölümlerinin üçte biri yoksulluğa bağlı nedenlerle gerçekleşmektedir.

Dünyada, aralarında vatandaşlarımızın da bulunduğu yoksulluk sınırında yaşayanların sayısının 2 milyar 800 milyon kişi ve günde bir dolarla yaşayan 1 milyar 200 milyon kişi olduğu göz önüne alındığında ortaya çıkan küresel tablonun vahameti daha iyi anlaşılacaktır.

Karmaşık slogan ve parlak makyajla takdim edildiğinin aksine, insandan uzak bir değerler sisteminin dayatıldığı; hak, adalet, paylaşma ve barışın çok uzakta olduğu bir çağa doğru adım atmış bulunuyoruz.

Yüzyıllardır süren milletler mücadelesi, bugün yeni bir perspektif ile ve tüm acımasızlığıyla devam etmektedir. Ve günümüz dünyasında geleceği belirleyen güçler aynı zamanda küresel egemen güçlerdir.

Özellikle, yakın çevremizde yaşanan toplumsal çatışmalar, suikastlar, sabotajlar, komşumuz Irak’ta ki insanlık dramı yalnızca bu bölgeyi değil bütün dünyayı dalga dalga etkileyecek bir aşamaya ulaşmış bulunmaktadır.

Geçen yüzyılın kalkınma ve modernleşme sürecini yakalayamayan İslam Dünyası, üretmekten çok tüketen, kaynaklarını israf eden, küresel menfaatlere hizmet eden anlayışı ile önümüzdeki dönemde de ümitvar görünmemektedir.

Üzülerek belirtmeliyim ki, gelişme yolunda alınan mesafeye rağmen Türk dünyası ve Müslüman toplumlar, ellerindeki büyük kaynakların ve sahip oldukları beşeri potansiyelin çok altında bir etki ile dağınık, uyumsuz ve içe kapanık bir görüntü sergilemektedirler.

Küresel bir barışın, hakkaniyetin, adaletin ve paylaşımın hâkim olmasını dilediğimiz bu sürece, gerçekçi yaklaşımla baktığımızda, bu coğrafyaya önderlik edebilecek, örnek ve model olabilecek yegâne ülkenin Türkiye Cumhuriyeti olduğu görülecektir.

Ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti de, işbaşındaki iktidarın teslimiyetçi politikaları ile küresel çekim alanına kapılmış bir halde kendi yaşama ve var olma stratejilerini üretmekten oldukça uzaklaşmıştır.

Ülkemizin başta milli ekonomisi olmak üzere, vazgeçilmez milli menfaatleri, gelecek projeleri ve hatta milli varlığı, yabancı güçlerin kurguladığı senaryoların bir parçası haline gelmek üzeredir.

Yönetici elitler, batı dünyasının ve özellikle okyanus ötesinin yörüngesine tutunmuş, böylelikle bütün sorunlarımıza dış merkezli bir bakış tarzı hâkim olmaya başlamıştır. Bugün ulaştığımız seviyede Türkiye’miz ne üzücüdür ki, sıradan bir bölge devleti haline gelmiştir.

Mali yapımızın kapısı uluslar arası tefecilere küreselleşme adına sonuna kadar açılmıştır. İktisadi yapımız denetim altında tutulmaktadır. Milli kaynaklarımız serbest rekabet adı ile yabancıların veya yerli acentelerinin kontrolüne geçmeye başlamıştır.

Milli sanayi birer birer elden çıkmakta, yerli firmalar kontrolsüz olarak ülkemize dolan yabancı malların montaj merkezi haline gelmektedir.

Yeni Dünya düzeni denen bu tehdidin önündeki en büyük engel milli devletler ve güçlü millet oluşumlarıdır. Bu nedenle küreselleşme, milli devletlerdeki yönetim iradesinin millet üstü birliklerle ve güçlerle paylaşılmasını ısrarla dayatmaktadır.

Takdir edersiniz ki, bu paylaşma, elbette ki egemen gücün lehine, mahkûm milletin aleyhine gerçekleşecektir. Ancak, bu asimetrik etki aslında milliyetçiliğin yükselmesinin de bir dayanağıdır.

Bu itibarla küresel aktörler açısından, ülkelerdeki yükselen milliyetçiliğin kırılması, dil, din veya mezhep farklılıklarının derinleştirilmesi ve bunların üzerinden federal devletler oluşturulması hedeflenmiştir.

Aslında egemen güçler kendi yayılmacı emelleri için milliyetçi perspektifle hareket ederken, ellerini uzattıkları ülkeler için milliyetçiliği bastırmaya çalışmak gibi bir ikilem de yaşamaktadırlar.

Ancak maksadı ne olursa olsun, küresel sömürünün önündeki en önemli engel milli devlet yapısı ve bu yapının temel taşı olan milliyetçiliktir. Başka bir deyişle, bir milletin yükselişinin dayanağı, milliyetçi düşünceler, milli kimliğin gücü, milli devletin sağlamlığıdır.

Bu itibarla, küresel gelişmelerin bir figüranı değil baş aktörü olmayı hedefleyen milliyetçi projeler, yalnızca Türkiye’yi değil soydaşlarımızı ve müşterek kültür dairesinde yaşayan mazlum milletleri de kurtaracak yeni bir anlayışı temsil edecektir.

Buradan çıkarılması gereken sonuç, çoğulcu yeni bir dünya sistemine duyulan ihtiyacın giderek artmakta olduğudur. Bugün bütün insanlık, çevre sorunundan enerji sorununa, bulaşıcı hastalıklardan adalet sorunlarına kadar karşı karşıya bulunduğu tehlikelerle ortak bir kaderi paylaşmaktadır.

Dünyayı daha yaşanır bir yer haline getirebilmek, Afrika'dan Amerika'ya kadar yerkürenin her köşesinde yaşayan bütün insanlık için ortak bir amaç haline gelmelidir.

Bu anlayış, bir yönüyle Türk milliyetçilerine düşen tarihi bir görev ve sorumluluktur. Aynı zamanda Cihan devleti kurmuş olan atalarımızdan kalan yönetim mirasının da bir gereğidir.

İnsan merkezli, hak ve adalet ilkelerine uygun, gönüllü paylaşımı ve işbirliğini amaçlayan, küresel kaynakları hakkaniyetle insanlığın istifadesine sunan yeni bir aydınlanma sürecinin Türk milletinden başlaması milliyetçilerin Türkiye merkezli fikirlerinin temelini teşkil etmelidir.

Bu itibarla ilhamını ve sevgisini büyük Türk milletinden alan Milliyetçi Hareket, devlet ve milletimizin bekası için dünden daha önemli ve kutsal bir görevle karşı karşıyadır. Ve Cenab-ı Allah’ın izniyle bu kutlu görevi başarıyla yerine getirecektir. İnancımız, kararlılığımız ve hedefimiz bu yöndedir.

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Dünyada bir süredir gözlemlenen ekonomik istikrarın, önümüzde ki dönemde bozulacağına dair güçlü işaretler ortaya çıkmıştır. Elbette ve öncelikle Türkiye ekonomisinin de bu durumdan etkileneceği kaçınılmaz bir gerçektir.

Küresel Ekonomideki son gelişmelerden, 2008 yılının yeni sorun ve sıkıntıların yaşanacağı bir yıl olacağı anlaşılmıştır. Yükselen petrol ve hammadde fiyatlarıyla birlikte azalan likidite, dünyanın yeni bir açmazın içine sürüklendiğinin en bariz işaretidir.

Bu zamana kadar; risk alma iştahında ve küresel likiditedeki artışın yanı sıra, ABD'nin bir trilyon dolara yaklaşan cari açığı, küresel ekonomik sistemin geçici bir bahar havası yaşamasına neden olmuştur. Bu durum geçtiğimiz yıllar içinde de Türkiye ekonomisine olumlu bir şekilde yansımıştır.

Ancak, küresel ekonomik konjonktürün aşağıya doğru bükülmeye başladığı nokta olan ABD’deki konut sektöründe ortaya çıkan krizin, özellikle gelişmekte olan ekonomileri yeni bir bunalımla karşı karşıya bırakacağı anlaşılmaktadır.

Bu çerçevede 2008 yılında küresel bağlamda yaşanacak ciddi bir kriz dalgasının Türkiye'ye yansıması da sözde istikrar havarilerinin iddia ettiği gibi hafif olmayacaktır.

 Bu krizin reel kesime sıçrama eğilimi taşıması birçok ülkede ciddi endişe kaynağı haline gelmiştir. Bu itibarla, başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkelerin merkez bankaları faizleri peşi sıra düşürerek, önemli oranda piyasalara likidite sağlamışlardır.

Hali hazırda ise küresel ekonomik sistemin kırılganlık durumundan çıkamadığı, yaşanılan olumsuz gelişmelerin daha geniş bir biçimde hissedilmediği aşikârdır.

Önümüzde ki dönemlerde ortaya çıkma ihtimali güçlü olan bu durumun; 2006 ve 2007'de yaşanan dalgalanmaların etki ve sonuçlarının giderilmesi için, merkez bankalarının piyasaya likidite sürme ve faizlerle oynama uygulamasıyla geçiştirilmeyeceği görülmektedir.

Gelecekle ilgili bekleyişlerin gerisinde, geçmişte ortaya çıkan performansın önemli bir etkisi bulunmaktadır. Bu sayede dünle yarın bağı kurularak her anlamda süreklilik sağlanmış olacaktır. Bu kapsamda, Türkiye ekonomisinde geçtiğimiz yılın program hedeflerinin birçoğuna ulaşılamamıştır. Bu anlamda geride bıraktığımız yıl ekonomide başarısız bir dönem olarak hatırlanacaktır.

2007 yılında makro ekonomik açıdan en başarısız alanlardan biri enflasyonda ortaya çıkmıştır. 2006 yılında yaşanan dalgalanmanın iyi yönetilememesi neticesinde yükselen döviz kurlarının enflasyon üzerinde yarattığı olumsuzluklarla 2006 yılsonunda yıllık enflasyon yüzde 9,65 seviyesinde gerçekleşmişti. Geçtiğimiz yıl enflasyon hedefi yüzde 4 olarak tespit edildiği halde, gerçekleşme bu oranın yaklaşık 2 katının üzerinde meydana gelmiştir. Üstelik bu sapma, kamu zamlarının seçimler sebebiyle ertelenmesine rağmen gerçekleşmiştir.

Hükümet 2008 yılı enflasyon hedefini yeniden % 4 olarak koymuşsa da, yılın hemen başında yapılan zamlar nedeniyle bu hedefin aşılacağı gün gibi ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Asgari ücretliye yılın ilk altı ayı için %4, ikinci altı ayı için %5 oranında zam yapılmasının, hedeflenen enflasyonun üzerinde diyerek kendi hanesine siyasi kazanç sağlamaya çalışan AKP İktidarı; elektriğe, doğal gaza, petrole yaptığı zamları unutmuş görünmektedir. Bu bağlamda içinde bulunduğumuz yıl da çalışanlar için ümit var değildir.

Ayrıca likidite bolluğunun ve dolayısıyla gelişmekte olan ülkelere giren yabancı sermayede ki cömertliğin önümüzdeki dönemde söz konusu olmayacağı anlaşılmaktadır. Bu daralma 2008 yılında, 35 milyar doları aşacağı görülen cari açık bağlamında Türkiye ekonomisini de çok olumsuz etkileyecek bir faktör olarak karşımıza çıkmıştır. Bu itibarla büyük bir kısmı sıcak parayla finanse edilen cari açıktaki önlenemeyen yükseliş, yeni bir ödemeler bilânçosu sorununu ortaya çıkaracak nitelik taşımaktadır.

İthalat ve dış ticaret açığındaki artış görmezden gelinerek; ihracatın yükselmesine vurgu yapmak ve bu durumu çok büyük bir başarıymış gibi sunmaya çalışmak sorumluluk mevkiinde bulunanların gerçekleri çarpıtmakta ki maharetini bir kez daha gözler önüne sermiştir.

2002–2006 arasındaki dönemde ortalama yıllık yüzde 7'nin üzerinde ekonomik büyüme gerçekleştiği halde, 2007 yılında büyümenin önceki yıllara kıyasla gerileyeceği ortaya çıkmıştır. Bu nedenle aşırı değerlenen Türk Lirası’na ve ithalata bağımlı büyümenin sürdürülebilir olması mümkün değildir.

Aynı zamanda milletimizin önemli bir kesimi yıllar içinde ortaya çıkan ekonomik büyümeyi aynı oranlarda hissetmemiş, işsizlik sorunu azalacağına artış göstermiştir. Bu sayede reel ücretler verimlilik artışlarının oldukça altında gerçekleşerek, açıklanan rakamların tersine insanlarımızın yoksulluk düzeyleri artış göstermiştir.

Bu başarısız tablo karşısında hala geliştik, büyüdük masallarının seslendirilmesi ayrıca çok manidardır.

Bir yanda ekonomik şartların zorladığı üretimde verimlilik artışları, diğer yanda tarımdaki işgücünün tarım dışına kayma eğilimi, hızla büyüyen toplam işgücü karşısında istihdam artışını daha da önemli hale getirmiştir. Görünen odur ki işsizlik sorunu önümüzde ki dönem boyunca daha çok artacaktır.

Toplam borç düzeyinin arttığı bir dönemde,  yüksek reel faiz ve aşırı değerlenen Türk Lirası nedeniyle ülkemiz maalesef küresel para tüccarlarının en çok kazanç elde ettiği bir ekonomi haline gelmiş durumdadır.

Bu kapsamda olmak üzere, beş yılı aşmış AKP iktidarında, milletimiz alıştırılmış yoksulluğa, öğretilmiş çaresizliğe, kabullendirilmiş dışlanmışlığa maruz kalmıştır.

Bugün geldiğimiz bu aşamada iktidar zihniyeti rakamlarla oynayarak gerçeklerin üstünü örtme aymazlığına kendini kaptırmıştır. Korkumuz odur ki, gelecek dönemlerde söylenenlerin aksine, üstü örtülmeye çalışılan gerçekler acımazca ortaya çıkacak, milletimiz yılların ihmalinin bedelini artan yoksulluk, işsizlik ve sefalet olarak ödeyecektir.

Değerli Arkadaşlarım,

Hepinizin bildiği gibi iktidarın ihmali ve hatta hoşgörüsü ile giderek büyüyen ve cüret bulan PKK terör örgütüne yönelik ciddi ve etkili girişimler geçtiğimiz ay başlatılmıştır.

Uzun zamandır hazır olduğunu açıklayan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne beklediği izin hükümet tarafından sonunda verilmiş ve Irak’ta yuvalanan terör unsurlarına karşı beklenen müdahale başlamıştır.

Bu kapsamda, Türk Silahlı Kuvvetleri, başta Kandil dağı olmak üzere, Irak’ın Kuzeyinde yıllardır himaye gören PKK çetelerine yönelik başarılı harekâtlar icra etmişlerdir. On binlerce vatan evladını, zor kış şartları altında -20 derecede, içte ve dışta gösterdikleri fedakârlık ve kahramanlıklarından dolayı bir kez daha kutluyorum.

İnanıyorum ki, ordumuz terör ve bölücülükle mücadelenin kendisine düşen boyutuyla sonuç alacak ve terör örgütüne son verecektir. Beklentimiz budur. Bu konuda aziz milletimiz gibi biz de Mehmetçiğin imkân, kabiliyet ve tecrübesine güveniyor ve destekliyoruz.

Unutulmamalıdır ki, Türk milletinin, bu coğrafyada güçlü bir biçimde var olabilmesi kendini savunacak kuvvet ve iradeye sahip olmasıyla mümkün olacaktır. Bu itibarla, bu ve benzer operasyonları, Türkiye’nin vatanına ve varlığına sahip çıkma uğruna, her türlü fedakârlık ve mukabele kararlılığını vurgulaması açısından da ayrıca önemsiyorum.

Yıllardır terörle mücadelede sakat ve yanlış bir strateji izleyerek, teröristin insafa gelmesini bekleyen bir Başbakanın düştüğü gafletten uyanmış olabileceğini göstermesi bakımından bu gelişmeyi ümit verici olarak değerlendirmek istiyorum.

Başbakan Erdoğan ve korosunun daha düne kadar sınır ötesi operasyonun yapılmaması için aradığı mazeretler hepinizin malumudur. “Bizi bataklığa çekmeye çalışıyorlar,” ” ikinci Sarıkamış faciası olur”, “harekât fayda sağlamaz”, “sınır ötesine karşıyım, çünkü daha önce defalarca yaptık sonuç alamadık”, şeklinde bahaneleri hafızlardadır.

Daha altı ay önce, 12 Haziran 2007 tarihinde, şehitlerin giderek artması üzerine, sınır ötesi operasyon ihtimali için sorulan bir soruya ''İçerideki 5 bin teröristle mücadele bitti mi ki, dışarıdaki 500 ile uğraşalım'' diyen Başbakan’ın verdiği cevap da hala tazeliğini korumaktadır.

Bugün gelinen aşamada mecbur kalınan bir operasyondan sonra  “AB arkamızda, gurur duyuyoruz, iftihar ediyorum, göğsüm kabardı." sözleri siyasi iktidarın ruh halini göstermesi bakımından ibret verici olmuştur.

Bu açıdan, bugün gelinen noktada, teröre yönelik müdahalede iktidarı harekete geçiren, hükümete sınır ötesine operasyon cesareti veren ve hatta okyanus ötesi gücün direncini kıran en önemli etken, aziz milletimizin baskısı ve Milliyetçi Hareketin mücadelesi olmuştur.

Hatırlayınız ki, son beş yıldır iktidar aynı iktidardır. Ana Muhalefet aynıdır. Terör beş yıldan buyana tüm şiddeti ile aynı mihraklarca sürdürülmektedir. Bölücü terör, beş yıldır sürmekte, evlatlarımız toprağa düşmektedir. Geride kalan yılların aktörleri aynıdır. Tek değişiklik vardır, o da Milliyetçi Hareketin 22 Temmuz seçimleri ile Meclise girmesidir.

İşte Milliyetçi Hareketin 70 milletvekili ile oluşan bu farkı, bugün sınır ötesi operasyon ve bölücülükle mücadele için Türkiye’yi de, Küresel aktörleri de harekete geçirmiştir.

Gelinen bu aşamanın, aziz şehitlerine sahip çıkarak iktidarı, bu harekâta mecbur eden millet iradesinin ve Mecliste görev almanın sorumluluğunu yerine getiren Milliyetçi Hareketin eseri olduğunu buradan belirtmek istiyor ve bu sonuçla iftihar ediyorum.

Bu harekâtın bundan öncekilerde olduğu gibi geçici sonuçlar doğurmaması, aksine tam ve kesin bir sonuç alınıncaya kadar, kesintisiz bir şekilde belirlenen stratejiye uygun olarak neticelendirilmesi milletimizin hükümetten beklentisidir.

Değerli Arkadaşlarım,

Geleneksel Türk siyaseti, siyasetçilerin tutunabilmek adına yarattıkları çatışma, kavga, kutuplaşma ortamı ile bu ortamın tesirinde kalarak cepheleşen seçmen kitlesinin kısır mücadele ve hatta kavgalarının örnekleri ile doludur.

Çok ciddi milli meseleleri ihmal edecek kadar içine sürüklenilen bu kısır çekişmeler, hayati önem taşıyan pek çok konunun kamuoyunun gözden kaçırmasına, toplumun bir siyasal illüzyonla, gündem dışı yapay sorunların arkasına takılmasına neden olmaktadır.

Böylesi bir sürecin sonu, tahribatın giderek artması, sanal gündemin gölgesinde kalan ağır sorunların bir çığ gibi büyüyerek artık önlenemez boyutlara gelmesidir.

Bunun en güzel örneği, geçtiğimiz dönem Meclisinde iktidar ve muhalefet arasında yaşanan kısır çekişme ve çatışma ortamı olmuştur. Milliyetçi Hareketin bugün Meclis’teki varlığının da en önemli nedenini burada aramak lazımdır.

Bu itibarla, 22 Temmuz seçimlerinin ardından TBMM’de temsil imkânı bulmuş olan Milliyetçi Hareket Partisi bir yandan siyasetin kronikleşmiş kavga ve çatışmalarını ortadan kaldırmaya başlamıştır.

Nitekim 2007 yılının sonbaharına kadar süren ve Türkiye’nin önünü tıkayan Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmaları, partimizin müdahalesi ile son bulmuş ve bu sayede Türkiye dağılan sislerin altından ciddi bir bölücü lük ve terör tehdidinin farkına varabilmiştir.

Diğer yandan ise Milliyetçi Hareket, günübirlik siyasetin çok ötesinde bir vizyon ile hareket ederek, Türkiye üzerinde yazılmış senaryoları boşa çıkarmak için sorumluluğunu yerine getirmeye başlamıştır.

Bu konuda da Meclis Grubumuz milletimizin kendisine verdiği sayısal güç oranında sürece müdahil olmuş ve yıllardır ihmal edilen terörle ve bölücülükle mücadele konusunu ülke gündemine getirmiştir.

Partimizin yoğun çabaları ve etkili muhalefeti, uyanan kamuoyunun baskısı ile birleşince sonuç vermiş, sınır ötesi operasyon yetkisi alan hükümet, bu yetkiyi kullanmak zorunda kalmıştır.

Şimdiki görevimiz ise, çekilmeye çalışılan tuzaklardan milletimizi haberdar etmek, tehdit altındaki bin yıllık kardeşliğimizi zedelemeden, üniter yapı içinde bu sorunun da çözülmesine katkıda bulunmaktır.

Fakat bu politik duruşumuzun algılanmasında yaşadığımız ve yaşayacağımız zorluklar hepinizin malumudur. Parti olarak önümüzdeki en önemli pürüz, gerginlikten doğmuş ve kutuplaşmaya alışmış, çatışmaya şartlanmış politik reflekslerdir. Üzülerek söylemek gerekirse, bu kutuplaşma oyunu, aziz milletimizi de nispeten etkisi altına almıştır.

Elbette bütün bu yoğun girişimlerimizin karşısında, partimizin icraatlarına ve yaklaşımlarına muhalif bir kitlenin bulunması da doğal sayılmalıdır. Aslında, işin zorluğu da buradadır.

Son beş yılda Meclis aritmetiğini kullanarak kendilerine yaşama alanı oluşturmuş siyasi partiler, çatışmadan beslenen yapıları ile kamuoyunun da duygularını keskin hale getirmişlerdir. Siyasetçinin propagandasına maruz kalan toplum ise kutuplaşma ve kavga seçeneklerine mahkûm edilmiştir.

“Laik olan ve olmayan”, “seçerim seçtirmem” “örterim, örttürmem” ikilemleri arasında beş yıldır birbirlerine karşı sloganlarla çatıştırılan kamuoyunun bu keskinliklerinin yumuşatılması ve Milliyetçi Hareketin politikalarını kabul etmesi elbette zaman alacaktır.

Bu, pek çoklarımızın düşündüğü gibi kendimizi ifade edememe sorunu değil, öncelikle siyasette normalleşme ve toplumsal tansiyonun normale çekilmesi meselesidir.

Yerleşmiş zihni alışkanlıklar aşıldıkça, sivrilikler törpülendikçe ve toplum milli meselelerde uzlaşmanın anlamına vakıf oldukça Milliyetçi Harekete daha çok hak verecek ve yanımızda yer almaya başlayacaktır. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.

Ancak, bize düşen bir görev de milletimizin teveccühünü zamana bırakmayıp, süreci hızlandıracak ve haklılığımızı kitlelere anlatacak şekilde bir kucaklaşma ve tanıtma faaliyetine bir an önce girmemizdir. Bu konuda çalışmalarımız sürmektedir.

Önümüzde ki dönemde de, Milli devlet yapısının önünde ki son direnç kalesi olan Milliyetçi Hareket’in, her türlü karalama kampanyasına rağmen, siyasi sorumluluğu gereğince iktidarın hatalarını aziz milletimizle paylaşacak, önerilerini vurgulayarak yapıcı muhalefetini devam ettirecektir.

Bizler, birileri tarafından algılansa da algılanmasa da, takdir edilse de edilmese de bu tarihi ve milli görevimizi yerine getirmeye devam edeceğiz. Bu süreçte karşımıza çıkarılacak her türlü engeli de Allah’ın izniyle mutlaka aşacağız.

Değerli Arkadaşlarım,

Ülkemizin içte ve dışta ağır bunalımlarla karşı karşıya olduğu, milletimizin kardeşliğinin tartışmaya açıldığı bu dönemde, Türklük değerlerine hakaret fiilini düzenleyen Türk Ceza Kanunu’nun 301 maddesinin değiştirilmesi tekrar gündeme gelmiş bulunmaktadır.

Bilindiği gibi bu konu, öteden beri başta Avrupa Birliği olmak üzere, 2. Cumhuriyetçilerin, bölücü mihrakların ve Adalet ve Kalkınma Partisi mensuplarının vazgeçemediği demokratikleşme kriteri olarak sürekli gündemde tutulmuştur.

Özellikle milli değerlerin kendilerince hiçbir anlam taşımadığı sözde aydınlar ile yıkıcı mihrakların kara propagandası sonucu ülkemizdeki her kötülüğün odağına 301.madde yerleştirilmiş, menfur cinayetlerin azmettiricisi, katillerin dayanağı olduğu ısrarla propaganda konusu yapılmıştır.

Bugün 301. madde ülkemizin geri kalmasında baş müsebbip, Avrupalı olamayışımızın yegâne suçlusu, her mahkemeye düşenin gerekçesi olarak sorgulamaya çalışılmaktadır.

Ülkemizde demokratikleşme adı altında bölücülüğün önünü açan AKP zihniyeti, toplumsal mutabakat arayışı gibi bahanelerle sivil toplum örgütlerinin arkasına sığınarak 301. maddeyi kaldırma niyeti geçmişteki uygulamalarıyla bilinmektedir.

Geçtiğimiz yıllar içindeki teslimiyetçi politikalarıyla AB’nin dayatmalarına boyun eğen ve Türkiye Cumhuriyeti’nin milli birlik ve bölünmez bütünlüğü aleyhindeki fiilleri ve terör propagandası yapmayı suç olmaktan çıkaran AKP, şimdi kendisine verilen bir görevi daha yapmak üzere harekete geçmiştir.

Bize göre, hiçbir şart altında değişmesine gerek olmayan bu yasa maddesinin tartışmaya açılması;  özellikle toplumsal huzurun yara aldığı ve kutuplaşmaların tehlikeli boyutlara tırmandığı bugünkü şartlarda,  yeni gerginlikler üretmeye müsait bir ortam da yaratacaktır.

Bizler için vazgeçilmez kutlu değerler olan Türklüğü, Cumhuriyet ve devlet organlarını, sipariş dayatmalarla aşağılamanın Hükümet nezdinde önemli olmadığı anlaşılmaktadır.

Aslında, şartlara göre milliyetçi söylemlere yönelen Sayın Başbakan’ın Türk tarihine ve milli değerlere bağlılığı ile mensubu olduğu zihniyetin gerçek kimliği böylece ortaya çıkmıştır.

301. maddenin özellikle ihtiva ettiği Türklük kavramının koruyucu unsurlarının yasadan çıkartılması veya hafifletilmesi baştan beri gerek AB ve gerekse AKP tarafından bir medeniyet ve demokratikleşme ölçüsü olarak sunulmuştur.

301. maddenin değiştirilmesini savunanların çıkış noktası, Türkiye’nin geçmişiyle ve tarihiyle sözde yüzleşmesi olmuştur. Türk Milliyetçiliğini topyekûn suçlayarak mahkûm etmeye yeltenen çevrelerle, Türk milletinin tarihini soykırım suçuyla mahkûm etmeye çalışan odakların benzerlik göstermeleri üzerinde çok iyi düşünülmesi gereken bir husustur.

Bizim için, bu maddenin değişmesini istemek, Türkiye’nin şerefli tarihini karalamak, Türk milletini hor ve hakir görmek ve Türkiye’nin milli ve manevi değerlerine hakaret etmek için fırsat kollayan çevreleri ödüllendirmek anlamına gelmektedir.

22 Temmuz seçimlerinin öncesinde milli tepkiden çekinerek bu konuyu donduran ve 301. maddenin koruduğu Türklük değerlerine aşina olmayan AKP zihniyeti, özellikle elde ettiği sandalye sayısını bir hak görerek uygun bir zemin ve zamanın geldiğini değerlendirmiş olmalıdır.

İçeriden ve dışarıdan Türklüğü aşağılamak için hevesle ve ısrarla sürdürülen bu kampanyanın hükümet eliyle resmileştirilmeye çalışılması tehlikeli ve vahim bir dönemin habercisi niteliğindedir.

Bölücülüğe giden bütün yolların, Avrupa Birliği’ne girme adına hükümet tarafından açıldığı düşünülürse, 301. maddenin gevşetilmesi ile devlete, bayrağa ve millete yönelik hakaretlere ilave olarak, Türklüğü aşağılamanın da kapıları ardına kadar açılmış olduğu görülmektedir.

Bilinmelidir ki, Milliyetçi Hareket Partisi, Türk Ceza Kanunu’nun 301.maddesiyle ilgili değişikliklere tamamıyla karşıdır, her türlü teklife kapalıdır. Maddenin mevcut ifadesinden rahatsızlık duyanlarla mücadeleye ise sonuna kadar kararlıdır.

Kıymetli Arkadaşlarım,

Millet ve devlet olarak, 2008 yılına ilişkin parolamız, ümitsizlik değil ümit; kargaşa ve kavga değil, anlayış ve dayanışma; ayrılma ve çözülme değil birleşme ve kaynaşma olmalıdır.

Bu süreçte, partimiz, üzerine düşen milli görevi layıkıyla ve ısrarla mutlaka yerine getirecektir.

Bu duygularla Cenab-ı Allah’tan 2008 yılının milletimize, size, ailenize ve insanlığa barış, huzur ve mutluluk getirmesini, afet ve felaketlerden esirgemesini diliyorum.

 

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı