Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Saygıdeğer Milletvekili Arkadaşlarım, Medyamızın Değerli Temsilcileri, Bu haftaki Meclis Grup Toplantımız münasebetiyle sizlerle paylaşacağım düşüncelerime geçmeden evvel hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum. Yurt içinde ve yurt dışında, televizyon ekranları, sosyal medya platformları, radyo kanalları vasıtasıyla toplantımızı takip eden aziz vatandaşlarımıza, gönül ve kültür coğrafyalarımızda yaşayan değerli kardeşlerimize en kalbi selamlarımı iletiyor, şükranlarımı sunuyorum. Beşeriyetin, her zamankinden daha fazla huzura, sükûna, sakinliğe, dayanışmaya ve uzlaşmaya ihtiyacı olduğu bir tarih döneminden geçtiğini düşünüyorum. Çatışma dinamiklerinin yaygınlık kazanması, cepheleşme eğilimlerinin genişlemiş olması, hakimiyet ve hegemonya mücadelelerinin yaygınlaşarak bir üst faza, ileri bir aşamaya, tehlikeli bir evreye sıçrama emaresi taşıması bu düşüncemin temelini teşkil etmektedir. Şayet bugünün güven arayışları, bugünkü güvenlik çabaları geleceğin dünyasına hizmet etmiyorsa ahlaken ve manen yok hükmündedir. Tarih, geçmişe dönerek anlatılır, geleceğe bakarak anlaşılır. Haklının güçsüz, güçlünün haklı görüldüğü; hukukun hükümranlığı yerine hükümranlığın hukuk olduğu bir dünya düzeni adaletli ve hakkaniyetli olmadığı gibi, insani ve vicdani hiçbir değerle de bağdaşmayacaktır. Maalesef genel geçer dünya düzeni milyonlarca insanın ölümüne yol açan küresel bir savaşın ardından galip ve muktedir devletlerin eliyle ve onların lehine inşa edilmiş, hâkimiyet ve nüfuz alanları kalın hatlarla çizilmiştir. Bu nedenle barış ve istikrara duyulan haklı talepler her seferinde kesintiye uğramış, husumetin yalçın kayalıklarına çarpıp dağılmıştır. Medeniyet ve milletler arasındaki fay hatları, yıllar içinde biriken gerilim düzeyi yüksek enerjiyi bazen sudan sebeplerle, bazen suizan vesilelerle, bazen de daha fazlasını elde etme hırsıyla çatlamıştır. Bu çatlamayla tetiklenen şiddetli deprem etkisi zincirleme felaketleri beraberinde getirmiş, sonuçta insanlığın umutlarını birer birer devirmiştir. 24 Şubat 2022 Perşembe günü, sabahın erken saatlerinde Rusya Federasyonu komşu ülkesi Ukrayna’ya karşı haksız ve hukuksuz, hiçbir şekilde tasvip edilemeyecek bir işgal hareketi başlatmıştır. Bu askeri operasyon uluslararası hukuka, Ukrayna’nın egemen toprak bütünlüğüne, bağımsız siyasi varlığına ve Minsk sürecine bütünüyle terstir. 45 yıl boyunca Avrupa’yı bölen Demir Perde, Soğuk Savaş’ın nasıl ki simgesiyse, Ukrayna’nın işgali de Soğuk Savaş sonrasının en ciddi krizlerinden birisi olarak sivrilmiş, alarm veren küresel cepheleşmeyi sertleştirmiştir. Rusya aynı şekilde, Ukrayna’nın sınırlarını güvence altına alan, üstelik taraf olarak imza koyduğu anlaşmaları da Kırım’ın ilhakında olduğu gibi aleni olarak çiğnemiştir. 5 Aralık 1994 Budapeşte Memorandumu ile Ukrayna’ya karşı güç kullanmayacağının garantisini veren, sınırlarına ve egemenliğine saygı duyacağını taahhüt eden Rusya sözünde durmamış, 2014’den itibaren işgal planlarını aşama aşama tatbik etmiştir. Nitekim Putin’in mütecaviz tutumu devletlerarası ilişkilerde geçerli kuralların A’dan Z’ye ihlali ve hiçe sayılmasından başka bir manaya gelmemiş, gelmeyecektir. Birleşmiş Milletler üyesi bir devletin toprakları, sınır güvenliği, insan varlığı, siyasi birliği ve egemenlik hakları çok tehlikeli şekilde saldırıya uğramıştır. Sekizinci güne giren bu saldırı bütün vahametiyle sürmektedir. Ne var ki, aynı Birleşmiş Milletler yasa dışı ve gayri meşru askeri harekât karşısında cılız ve zayıf kınama mesajlarından başka hiçbir şey yapamamış, suya sabuna dokunan hiçbir irade gösterememiştir. Tarih nehrinde kan akarken, dünya utanç verici bir seyre dalmış, ekonomik ve finansal mahreçli yaptırım kararlarıyla oyalanmıştır. Söz konusu yaptırımların fırlatılan balistik füzelerle nasıl boy ölçüşebileceğini, ağır silahlarla mukayese edildiğinde nasıl bir etki uyandıracağını nedense hiç kimse ağzına alma gereği şu ana kadar duymamıştır. 1 Ağustos 1975 Helsinki Zirvesiyle kurulan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı bize göre işlevini ve iddiasını yitirmiş, ilkesel bazda inandırıcılığını da kaybetmiştir. Ukrayna’nın işgaliyle, devletlerarası ilişkilerde makuliyet ve meşruiyet dışı yeni bir sayfa açıldığı, gelişigüzel tarih yorumu üzerinden bir ülkenin varlığının yargılandığı ve işgalin arka dekorunun hazırlandığı anlaşılmıştır. Putin’in tarihe yalancı şahitlik yaptırarak kanlı işgali haklı çıkarmaya kalkışması mahsurlu bir mantık, çelişki içinde bocaladığının marazi ve trajik bir örneğidir. Yine Putin’in 19’uncu yüzyıl jeopolitiğini diriltme gayesi çok tehlikeli bir Rus ruleti oynama girişiminden başka bir manaya gelmeyecektir. Ayrılıkçı Donbas’ın tarihsel olarak Rusya’nın parçası olduğunu söylemesinin yanı sıra, Ukrayna kıyılarını Osmanlı’ya karşı koruduklarını iddia etmesi de yanlıştır, kafa karışıklığının yoğunlaşmasıdır. Hatırlatırım ki, daha düne kadar Karadeniz adete bir Türk gölüydü. Karadeniz’in kuzeyi bir zamanlar Türk yurduydu, Kavimler Göçü diye bilinen ve atalarımızın üstüne basarak Batı’ya geçtikleri topraklardaki hatıralarımız Türklüğün vicdanında hala kor gibi yanmaktadır. Şayet tarihin şahitliğine müracaat edersek bırakınız Putin’i, Türk milletinin karşısında konuşmaya, ahkâm kesmeye, tarih hatırlatmasına hiç kimsenin, hiçbir devletin ne yüzü ne de cüreti yetecektir. Tarih dile gelirse, tarihi gerçekler şakır şakır konuşmaya bir kez başlarsa, Türk milletinin okunan fermanını duymayan da, dinlemeyen de, hatta dize gelmeyen de kalmayacaktır. Etnik ve kültürel yakınlıktan bir ülkenin işgal bahanesi çıkartılıyorsa o zaman üç kıta bizi söyleyecek, üç kıta bizi anlatacak ve coğrafyalar durmaksızın bizi çağıracaktır.
Değerli Arkadaşlarım, Donbas’ı Ukrayna’dan koparma hamlesi bölücülüktür. Bu bölgenin sözde bağımsızlığının ve egemenliğinin Rusya Parlamentosu tarafından tasdiki evrensel hukuk kurallarını infaz etmektir. Putin’in Donetsk ve Luhansk’ı tanınma kararının ardından sözde barışı sağlamak üzere ayrılıkçı bölgeye asker sevk ettiği malumlarınızdır. Söz konusu askeri işgalin iki amacı olduğu anlaşılmaktadır: İlki, NATO desteği olan Ukrayna’nın Rusya’yı tehdit eder halden çıkartılması, ikincisi de Ukrayna’daki Rus nüfusun güvenliğinin sağlanmasıdır. Rusya, Ukrayna’nın NATO’ya alınmaması hususunda yazılı güvence talep etmiş, fakat bu güvenceyi alamamıştır. Ukrayna krizinin bir ucunda Rusya zorbalığı varken, diğer ucunda NATO ve Batılı ülkelerin tahrik ve provokasyonlarının yer aldığı açıkça meydandadır. Esasen Ukrayna arada kalmış, güç blokları çemberine sıkışmış, deyim yerindeyse filler tepişirken çimenler ezilmiştir. Ateşlenen füzelerin yıkım sahneleri, Putin’in nükleer silah tehditleri, tankların palet gürültüleri, askeri konvoyların sürekli gösterimi, masumların feryat figan sesleri, meskun mahal çatışmaları, yollara dökülen suçsuz günahsız insanların dramı, dünyanın çaresizlik içinde kıvranışı, tuzu kuruların beyanat üstüne beyanat vermeleri aslında güç konsolidesini hedefleyen ülkelerin vahşi hesaplaşma özetidir. Dün kanlı gündemin üst sıralarında Bosna vardı, Bağdat vardı, kabil vardı, Kosova vardı, Sana vardı, Şam vardı, bugün emperyalizmin vizyonuna Kiev girmiştir. Putin’in, NATO’nun doğuya genişleme stratejisinden duyduğu rahatsızlık sır değildir. Bu kapsamda muhataplarıyla ters düşmesinden dolayı Ukrayna işgaline mecbur kaldıklarını söylemesi de henüz çok yenidir. 1962’de Küba füze krizinde dönemin ABD Başkanı, dönemin Sovyetler Birliği Başkanı’na güvence vermesiyle dünyanın büyük bir savaşın eşiğinden döndüğü insanlığın ortak hafızasında kayıtlıdır. 2008 yılında gerçekleştirilen NATO Zirvesi’nde Ukrayna’nın üye yapılmasına ilişkin alınan kararın sürüncemede bırakılması, kutuplaşmayı ve Kafkaslardaki gerilimi tırmandırmaktan başka bir işe yaramadığı bugün daha da gün yüzüne çıkmış durumdadır. Ukrayna madem NATO üyesi yapılmayacaktı, bunca yıldır ABD tarafından neden boş vaatlerle avutulmuş, hangi gayelerle demirin tavında dövülmesi geciktirilmiştir? Bu kapsamda, Ukrayna’yı ateş çukuruna çeken, savaş ortamına hapseden bir yanda Rusya iken diğer yanda batılı ülkeler değil midir? Gürcistan’ın NATO’ya girdi giriyor dedikleri bir süreçte, Abhazya ile Güney Osetya’yı Rusya’ya kaptırmak, perde gerisinde kızışan bir pazarlığın mı yoksa bir akılsızlığın veya bir strateji zafiyetinin eseri mi olduğu hala tartışmaya açık bir muammadır. ABD ile AB ülkeleri, küresel sahnenin ön tarafında yaptırım üstüne yaptırım kararları açıklarken, arka tarafında Rusya’yla müzakere ve mutabakat zemini aramadıklarını hiç kimse iddia edemeyecek, bize de yutturamayacaktır. ABD Başkanı, Rusya’ya karşı askeri güç kullanmayacaklarını, böyle bir niyetlerinin olmadığını defalarca duyurma ihtiyacı hissetmiştir. Çok geçmeden NATO da aynı hizaya girmiştir. Ekonomik, finansal ve siyasi yaptırımların peyderpey artırılması, Rus uçaklarına uçuş yasağı getirilmesi Rusya’nın saldırganlığına şimdiye kadar engel olamamıştır. Batı sürekli top çevirmiş, yavan açıklamalarla zamana oynamış, otomatik pilota bağlanmış kınama mesajlarıyla durumu kurtardığını zannetmiş, Ukrayna’yı Rusya’nın kucağına ve kursağına teslim etmiştir. ABD, AB ve NATO, tehditleri öngörme, ölçme, önleme ve karşı koyma kabiliyet ve yeterliliğinden ne kadar mahrum olduklarını ispatlamışlardır. Bize göre, Ukrayna’nın bugüne kadar ki talihsizliği bağımsız kararlar alamamış olmasıdır. Biliyoruz ki, Ukrayna’nın işgali yeni değildir. 2014 yılından itibaren sistematik bir kuşatma, planlı askeri operasyonlar, ele geçirme süreci bu ülkeyi rehin almış, felç etmiştir. Kaldı ki Kırım’ın haksız ve hukuksuz ilhakına hiçbir güçlü cevap verilemediği gibi, caydırıcı ve müessir yaptırımlar da devreye sokulamamıştır. Donbas bölgesi sekiz yıldır kaynayan kazan, patlamaya hazır bombadır. Ayrılıkçılığın ve bölücülüğün ana damarı olan, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü yıllardır tehdit eden Donetsk ile Luhansk’da sözde bağımsızlık ilanları yeni bir vaka da değildir. 6 Nisan 2014’ten beri Donbas bölgesinde sürmekte olan çatışmalarda bugüne kadar 13 binden fazla kişi hayatını kaybetmiştir. Rusya Federasyonu, Ukrayna üzerinden eski hakimiyet havzalarına tutunmayı ve buraları kontrol altına almayı hedeflerken, ABD de afişe ettiği Rus tehlikesine dayanarak Avrupa’yı ve NATO müttefiki ülkeleri ortak tehdit mimarisi etrafında toplamaktadır. Yani kazan kazan politikası devrededir. Yeni dünya düzeni diye hikayesi yazılan, tanımı yapılan çok vektörlü, çok bilinmeyenli karmaşık denklemin, ABD ile Rusya arasında yeşeren adı konmamış bir al-ver sürecinin mahsulü olduğunu görmek lazımdır. Ukrayna, kesintisiz devam edegelen nüfuz ve güç mücadelelerine bahane olan ülkelerden sadece birisidir. Süreli ve bölgesel çatışmalar dönemi irtifa kaybederken, sürekli savaşlar döneminin kapısı maalesef ki açılmaktadır. Mazlumların canı ve kanı üzerinden kurulmak istenen küresel siyaset ve strateji dengeleri milyarlarca insanın müşterek geleceğini, dünyanın ekolojik ve ekonomik mirasını, bugüne kadar ki ahlaki, hukuki ve vicdani kazanımları uçuruma sürüklemektedir. Ukrayna krizinin görülen yüzüyle gösterilmeyen yüzünü dikkatle tefrik ve tefsir etmek daha iyi, daha huzurlu, daha gelişmiş, daha adaletli bir dünya için ertelenemez bir mecburiyettir. 2006 yılında, dönemin ABD Dışişleri Bakanı tarafından telaffuz edilen “yıkıcı kaos” dalgası, Asya-Pasifik’ten Atlantik’e, Ortadoğu’dan Orta Asya’ya, Balkanlar’dan Kafkaslara kadar her yeri tesiri altına almıştır. Ukrayna’dan Tayvan’a, Güney Çin Denizi’nden Adriyatik kıyılarına, Afrika düzlüklerinden Hicaz çöllerine varoluş trajedisi yaşamayan coğrafya neredeyse kalmamıştır. Türkiye de çatışma haritasının tam ortasındadır. Karşımızda yeni bir dünya düzeninden ziyade, yeni sömürgecilik akımının, formatlanan, zaman zaman forma değiştiren yepyeni bir emperyalist dayatmanın karanlık oyunları sahnelenmektedir. Başkent Ankara’dan dünyaya göz attığımızda, tarihi tecrübelerimizin ışıklarını bu karanlık oyun sahnesine tuttuğumuzda gördüğümüz gerçekler korkunç risk ve tehditlerin vahim boyutlara dayandığıdır. Şunu bir defa kararlılıkla söylemek isterim ki, küresel emperyalizmin dünya tasarımında insan insanın canavarıdır. Türk-İslam medeniyetinin prizmasından baktığımızda ise insan insanın canı, cananı, can beraberidir. Bizi diğerlerinden ayıran bariz fark da burada yatmaktadır. Ukrayna’nın zalim işgali, buna karşı gösterilen nevzuhur ve etkisiz tepkiler kerameti kendinden menkul yeni dünya düzeni hakkında hepimize ipucu vermektedir. NATO’nun kuru gürültüden farksız taktik açıklamaları üzerine, Putin’in “Rus Nükleer Caydırıcı Kuvvetleri”ne yüksek alarma geçme emri vermesi korkunç senaryoların tedavüle girmesini hızlandırmıştır. İnsanlığın bu zamanında nükleer savaş kaynaklı bir dünya savaşı ihtimaline vurgu yapılması küresel vicdanın, küresel adaletin, insan hakları müktesebatının mahvıdır. Dünyanın dehşet verici bir riskle muhatap olması bile felakettir, akıl kaybıdır, demokrasi ayıbıdır, skandal bir hüsrandır. Diğer yandan Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi devletlerarası yeni bir usulü, yeni bir yöntemi de gün ışığına taşımıştır. Böylelikle silah gücüne güvenen, küresel yaptırımları göğüslemeye hazır olan bir devletin, üzerinde hak iddia ettiği bir başka devlete saldırmasının önü açılmıştır. Rusya’nın, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde kendisiyle ilgili alınan kınama kararını veto etme hakkına sahip olması başlı başına çarpıklık, bu kuruluşun iflas ilamıdır. Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın toplanıp toplanıp dağılması şu ana kadar hiçbir sonuç vermemiş, üstelik bu kuruluşun baştan ayağa reforma muhtaç olduğu ayan beyan ortaya çıkmıştır. Dünyanın kaderi beş devletin keyfine emanet edilemez. İnsanlığın güvenliği beş devletin çıkarlarıyla bir ve aynı görülemez. Rusya Federasyonu’nun Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde pasifize edilerek bu konseyin ana yapısının değiştirilmesi, ayrıca farklı ülkelerin dönüşümlü olarak Konsey’de yer almasının sağlanması uluslararası toplumun öncelikli hedefi olmalıdır. Geldiğimiz bu aşamada, Milliyetçi Hareket Partisi olarak Rusya-Ukrayna arasındaki silahlı çatışmaların ivme kaybetmesi, süren yüksek gerilimin hafifletilmesi, barış için güçlü bir adım atılabilmesi maksadıyla, Türkiye ve dünya kamuoyuyla paylaşmak istediğimiz görüş ve düşüncelerimiz maddeler halinde şunlardan ibarettir: 1- Ukrayna’nın siyasi ve toprak bütünlüğüyle egemenlik haklarına mutlak surette saygı duyulmalıdır. 2- Rusya ile Ukrayna arasında çok acil ateşkes rejimi tesis edilmelidir. 3- Rusya işgalden derhal ve önşartsız vazgeçmeli, askeri unsurlarını geri çekmelidir. 4- NATO, doğuya genişleme stratejisini kesinlikle gözden geçirmeli, sanal korkular üreterek, gücünü ve üye ülkeleri devamlı bir arada tutma arayışından vazgeçmelidir. 5- Krizin çözülmesi için tek seçenek diplomasi ve diyalogdur. Müzakere masası silahlı çatışmaya üstün gelmelidir. Rusya ve Ukrayna heyetleri arasında mutabakat arayışları memnuniyet vericidir. Şu ana kadar Belarus sınırında iki görüşme yapılmıştır. Ancak barış için yüreklere su serpen bir karar alınamamıştır. Gelişmeler ve gerçekler göstermiştir ki, hem Rusya hem de Ukrayna ile doğrudan temas kuracak, görüşecek ve masaya oturabilecek tek ülke Türkiye’dir. Sayın Cumhurbaşkanımızın, bölgesel ilişkileri göz önüne alıp, çok yönlü siyasi, ekonomik ve ticari ilişkileri kullanarak “aktif arabuluculuk” girişimi, ateşkesin sağlanması için samimi gayretleri bize göre barışın, huzurun, istikrarın ve kalıcı çözümün anahtarıdır. Türkiye’nin hakemliğinde, İstanbul merkezli bir müzakere ikliminin vasat bulması barışçıl çabaları destekleyecek, krizden çıkışın orta yolu inanıyorum ki arana arana bulunacaktır. Rusya-Ukrayna arasındaki çatışmalara bizim bakışımız insanidir, ilkeseldir, uluslararası hukuk temellidir. Kategorik olarak hiçbir ülkenin ne yanında ne de karşısında bir pozisyonumuzun olması düşünülemeyecektir. Buna ilave olarak dostluk ve komşuluk hukukumuz olan hiçbir ülkeyi gözden çıkarmamız da söz konusu değildir. Türkiye, cephe ülkesi olmayacaktır. Türkiye, Batı’nın nam ve hesabına silah kuşanmayacaktır. Milli çıkarlarımız neyi gerektiriyorsa, başkent Ankara’nın politik dinamikleri neye vurgu yapıyorsa adresimiz ve konumumuz orasıdır. Dış politika hassas bir alandır, maceranın sonu acıklıdır, milli beka her zaman önceliğimizdir. Ukrayna’yı işgal eden Putin haksızdır, bu haksızlığın cezasız kalması mümkün değildir. Fakat bu durum Rusya ile siyasi, ticari ve ekonomik ilişkilerimizi de zedelememelidir. Dış politikamız dengelidir, akılcıdır, sağduyuludur, çok boyutludur, millidir ve ön alıcıdır. Biz sırtımızı ona buna yaslamayız, ondan bundan medet ummayız. Savaşın karşısındayız, işgal ve istilaların karşı cephesindeyiz. Kalıcı ve köklü barışın yanındayız, adaletle yaşamanın yolundayız. Devletlerarası ilişkilerin karşılıklı egemenlik haklarına saygı esasına dayalı ve hukuk normlarına bağlı kalması anlayışındayız. Küreselci değiliz, eyyamcı değiliz, entrikacı değiliz, oncu değiliz, buncu değiliz, hamd olsun kaynağını Türk-İslam Ülküsünde bulmuş Türk milliyetçileriyiz. Başı yalnızca secdede eğilen Milliyetçi-Ülkücü Hareketiz. Bastığımız vatan topraklarını baktığımız ülkülerin sancağı gören bir davanın neferleriyiz. Zalimlerin hasmı, mazlumların dostu ve sığınayız. Haksızlık karşısında susmanın dilsiz şeytanlık olduğunu çok iyi biliriz. Yolumuzdan şaşmayız, çizgimizden sapmayız, davamızı satmayız, esen her rüzgârla savrulmayız. Çift Başlı Selçuklu Kartal’ından ilhamını alan bir kavrayış marifetiyle hem doğuya hem de batıya elimizi uzatır, her iki yöne başımızı ve bakışımızı çeviririz. Çünkü biz Milliyetçi Hareket Partisi’yiz.
Değerli Milletvekilleri, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırması sonucunda Batı’nın ikiyüzlülüğü iyice belirginlik kazanmış, içimizde yuvalanan işbirlikçilerin gerçek hüviyetleri de bir kez daha görülmüştür. Konu Türk ve Müslüman oldu mu üç maymunu oynayan, katliamlara sessiz kalan uluslararası toplumun insanların deri rengine, etnik ve köken niteliklerine göre politika geliştirmesi, sınırlarda ayrımcılık yapması bir defa su katılmamış ırkçılıktır. Ukrayna Cumhurbaşkanı’nın, kendi ülkesinin AB üyesi yapılması çağrısına, Avrupa Komisyon Başkanı’nın, “Ukrayna bizden biri ve onları içimizde istiyoruz” sözleri hastalıklı bir yaklaşımdır. Yani bu zamana kadar Türkiye’nin AB’ye alınmaması, size benzemediğinden dolayı mıdır? Bunu mu söylüyor, bunu mu itiraf ediyorsunuz? Avrupa barışının tehdit altında olduğunu iddia edenler, sırayı Türk ve İslam ülkeleri aldı mı ne gariptir ki, çıtlarını çıkarmaktan, seslerini yükseltmekten kahredici şekilde uzaktır. Başını ABD ile Birleşik Krallığın çektiği Batı ülkeleri sekiz yıldır Ukrayna ile Rusya’yı birbirine kışkırtırken, demokrasi tacirleri, insan hakları misyonerleri, özgürlük havarileri ne hikmetse kayıplara karışmıştır. Dünya adaletsizliğin pençesinde sıkışıp kalmıştır. Biz ve onlar ayrımı insanlığın başına nice felaketleri musallat etmiştir. Avrupa Birliği, Ukrayna krizinde demagojiden, ucuz polemikten, çürük eleştiriden başka hiçbir şey yapmamıştır. Dahası ırkçı ve faşist bir söylem çıkmazına sürüklenmiştir. Bu nedenle Dünyanın geleceği adına endişemiz daha da katlanmıştır. Türkiye, Ukrayna krizinde milli bir duruş sergilemiş, gelişmeleri isabetle okumuş, yeri ve zamanı geldiğinde gerekli uyarılarını çekinmeden yapmıştır. Ne var ki, zillet ittifakı bundan bile rahatsız olmuştur. Rusya-Ukrayna arasındaki çatışmaları neredeyse hükümete fatura edecek kadar kötü niyetli, taş kalpli ve gafil hale düşmüşlerdir. Ukrayna’da mukim vatandaşlarımızı Türkiye’ye büyük bir mücadeleyle getiren hükümete kara çalanlar, İstanbul’a kar yağdığında iki mahalle arasındaki ulaşımı sağlamaktan aciz kaldıklarını ne çabuk unutmuşlardır? Bu çirkin muhalefet zihniyeti, iktidarı düşürmek adına vatanı düşürmeye çoktan hazır olduğunu her defasında göstermiştir. Rusya’nın askeri operasyonu esnasında CHP Genel Başkanıyla İP Başkanı ağız birliği halinde, S-400 Füze ve Hava Savunma Sistemi’nin aleyhine açıklamalar yapmışlardır. Kılıçdaroğlu daha da ileriye gitmiş, NATO’nun 21’inci yüzyılda demokrasinin güvencesi olduğunu ileri sürerek halt etmiştir. Zillet ittifakının ana ortakları Ukrayna krizi esnasında majestelerinin muhalefeti olarak sivrilmiş, Biden’ın muhbiri olarak serpilmiş, fener ışığı gibi emperyalist ülkeleri selamlamışlardır. Kanaatimiz odur ki, NATO’yu demokrasinin güvencesi görmek, Türk milletinin demokratik ve tarihsel egemenliğine büyük bir karşı çıkış, aymaz bir itirazdır. Demokrasinin güvencesi NATO değil, millettin tertemiz iradesi ve egemenlik hükmüdür. CHP yönetiminin zulme yandaşlığı ve küresel güçlere yaranma siyaseti geçmişiyle birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine tamamen aykırıdır. Türkiye sözüne güvenilir bir ülkedir. Türkiye taahhütlerine bağlı bir devlettir. S-400 ihtiyaç doğduğunda kullanılacak bir silah sistemidir. CHP Genel Başkanı kime karşı kullanacağız, diye soruyor. Sayın Kılıçdaroğlu, “YPG bize mi saldıracak?” dediğinden beri şuursuz bir şekilde konuşuyor, hayal aleminde geziyor, Türk ve Türkiye düşmanlarını aklamak için uğraşıyorsun. Düşman her kimse, her nerede ise S-400’ün hedefi orasıdır. Tehdit nereden geliyorsa S-400’ün yönü oraya dönecektir. Yine Kılıçdaroğlu Türkiye’nin Rusya’ya bağımlı hale geldiğini söylemiş ve bu ülkenin buğday vermemesi halinde aç kalacağımızı iddia etmiş. Bir de şalteri indirirse karanlıkta kalacağımızdan bahsetmiş. Tasa etme Sayın Kılıçdaroğlu, üzerinde yaşadığımız topraklar dualıdır, bereketlidir, verimlidir, buğday ambarıdır, şehit kanıyla sulanmıştır. Ne aç kalırız, ne de açıkta yaşarız. Zillet ittifakı yeter ki gölge etmesin, Allah’ın izniyle karanlıkları yarar da çıkarız. Bağımlılık bağımsızlığın zehridir. Türkiye Cumhuriyeti hür ve bağımsız bir ülkedir. Kılıçdaroğlu hala bu gerçeğin farkında değildir. CHP Genel Başkanı’nın tam da Ukrayna krizi esnasında Rusya’yı kötülemeye başlaması ilkesel bir duruş değil, akıntıya kapılan sinyalci ve teslimiyetçi bir iradenin ağır kusurlu tezahürüdür. Ön sıralarda CHP olmak üzere, Ukrayna’da çatışmaların yaygınlaştığı bir sırada, Montrö’yü kasıtlı olarak yanlış yorumlayanlar, Kanal İstanbul’un çöktüğünü yazıp çizenler Türkiye’nin elini zayıflatmanın hesabını yapan çevreler olarak dikkat çekmiştir. Montrö Konvansiyonu, Boğazlar Bölgesi’nden geçiş rejimini düzenlemektedir. Sözleşme, Boğazlar Bölgesi’nden geçişi, ticaret gemileri ve savaş gemileri açısından dört ayrı ihtimali öngörerek belirlemektedir. Bunlar Türkiye’nin tarafsız olduğu savaş hali, Türkiye’nin taraf olduğu savaş hali, Türkiye’nin kendisini çok yakın bir savaş tehdidi altında gördüğü şartlar ile barış halidir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin 19. Maddesinin 1. Fıkrasında Türkiye’nin tarafsız olduğu savaş durumunda, tarafsız olan devletlerin savaş gemilerinin, barış zamanı için belirlenen esaslara göre Boğazlar Bölgesi’nden geçip Karadeniz’e çıkabilecekleri tespit edilmiştir. Savaşan devletlerin savaş gemilerinin Boğazlar Bölgesi’nden geçişi ise yasaklanmıştır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi hususunda Türkiye’nin duruşu sağlam, tutumu dengeli ve berraktır. Zillet ittifakının Montrö hatırlatması siyasi tuzak, sözleşmenin gerçek boyutuyla terstir. Küresel ve bölgesel gelişmelerin kurşun gibi ağır olduğu bugünkü ortamda, zillet ittifakının haksız, mesnetsiz ve ahlaken çarpık eleştirileri vatan ve millet sevgisiyle ters düştüğü gibi, sorumlu muhalefet anlayışıyla da çelişmektedir. Ukrayna’da mevcut Cumhurbaşkanıyla son seçimdeki siyasi rakibi aynı anda çelik yelek giyip ülkelerini savunurken, zillet ittifakı Allah muhafaza sırtımıza hançer vurmanın hazırlığı içindedir. Bu ittifakın sözcüleri, Türk milletini kimlik siyasetiyle bir görecek kadar millet muhalifi, dar bir anlayış olduğunu iddia edecek kadar da köksüzdür. Siyaset yapmak başka, milli ve tarihi meselelerde ortak bir duruşa sahip olmak başkadır. Esas olan önce ülkem ve milletim diyebilmektedir. Asıl olan milli hedefleri ortaklaşa benimseyebilmektir.
Değerli Milletvekilleri, 28 Şubat post-modern darbesinin yıl dönümünde, Ankara Bilkent Otel’de uzun bir masanın etrafında dizilen güdümlü altı parti “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” adıyla 48 sayfalık bomboş bir metni kamuoyuna açıklamışlardır. Yarının Türkiye’sini inşa etmek için adım attıklarını söyleseler de, metinde Türkiye yoktur, Türk milleti yoktur, inanç yoktur, tutarlılık yoktur, insicam yoktur, irade yoktur, milli birlik ve kardeşliğe en küçük atıf yoktur. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem teklifi, güçsüzleştirilmiş Türkiye’nin taslak beyannamesidir. Ve bizim nazarımızda buruşturulup atılacak kağıt parçasından farksızdır. Neymiş, Türkiye’nin yıllardır umut ettiği tarihi bir çalışma için bir araya gelmişler. Kılıçdaroğlu’na bakarsak, altı partiye tarih bir sorumluluk yüklemiş. Tarihi anlamayanların, milleti takmayanların, Türkiye’nin hak ve çıkarlarını tanımayanların küresel güçlerin telkiniyle buluşmaları omuzlarına binen sorumlulukla değil, onurlarını lekeleyen suçluluk psikolojisiyle izah edilecektir. 48 sayfalık metnin içeriği tamtakır kuru bakırdır, hiçbir somut ve yeni bir öneri de yoktur. Bu metni tarihi yapan tek şey, 28 Şubat zihniyetine uygun olarak “güçlendirilmiş istikrarsızlık” bildirisi olmasıdır. Açıklanan metin nitelik olarak bir anayasa önerisi değil, yeni bir 28 Şubat bildirisi olarak tarihe geçecektir. Bütüne bakıldığında bir uzlaşma değil, “uzlaşamama metni” olduğu çok açıktır. 6 partinin ortak çalışmasında ne yeni bir anayasa ne içeriğine ilişkin somut teklifler ne de bir yol haritası vardır. Bu durum aslında zillet ittifakının hiçbir konuda uzlaşamadığını ve milletimize söyleyecek sözlerinin olmadığını işaret etmektedir. 28 Şubat bildiri metninde uzlaşılan tek nokta milletin ortak iradesi ile kabul edilen Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi karşıtlığıdır. Mezkur metin ile 1982 Anayasası’nın da gerisine giderek 1961 Anayasası’nda olduğu gibi “devletin güçsüzleştirilmesi” amaçlanmaktadır. 1961 Anayasası ile getirildiği gibi Cumhurbaşkanının bir defalığına 7 yıllığına seçileceği söylenirken nasıl seçileceğinin kurnazca üzeri örtülmektedir. 1961 Anayasası döneminde olduğu gibi olağanüstü hal kararnamesinin kaldırılacağı, olağanüstü hal şartlarında devletin mücadele gücünün zayıflatılacağı görülmektedir. Hâkimler ve savcılar kurulunun birbirinden ayrılarak geriye gidişin yargısal çatısı örülmek istenmektedir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ortaya konulan mutlak millet iradesi ve güçlü devlet modeli tersine çevrilerek devletin etkisizleştirilmesi, Ayrıca “düşürülemeyen istikrarlı hükümet” anlayışı yerine, Parlamenter Sistem’de “gensoru yoluyla düşürülebilen istikrarsız hükümetler” dönemine geçiş hedeflenmektedir. Ortaya çıkacak istikrarsız hükümetler baştan kabul edilerek, çözüm adına “yapıcı güvensizlik oyu” önerisi getirilmektedir. Almanya’da uygulanan bu yöntemde hükümeti düşürme çoğunluğuna sahip partilerin yeni hükümeti kurması gerekmektedir. Bu öneri istikrarsız hükümetlerin kurulacağını baştan kabul ederek, hükümeti düşürenin alternatifini oluşturması önerisidir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde kabul edilen seçim ittifakı sayesinde ne oy aldığına bakılmadan tüm partiler Meclis’te temsil edilebilirken, Parlamenter Sistem’e geri dönülüp barajın yüzde 3’e çekileceğini ve Meclis’in daha güçlü hale geleceğini söylemek, ne söylediğini bilmeyenlerin şuursuzluğudur. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde Meclis’te kaç partinin olduğu hükümetin istikrarına hiçbir şekilde tesir etmemektedir. Parlamenter Sistem’de yüzde 3 barajı getirmek, hükümetin kurulmasını zorlaştırırken, düşürülmesini kolaylaştıracaktır. 28 Şubat bildirisi 1961 Anayasası gibi zayıf ve istikrarsız hükümetler dönemine ülkeyi mahkum etmek istemektedir. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ortaya konulan güçlü ve istikrarlı hükümet modeli 15 Temmuz darbe girişiminin yaralarını sarmış, milli beka kararlılıkla ve kahramanca müdafaa edilmiştir. Irak, Suriye, Libya, Karabağ gibi bölgesel sorunların üstesinden gelinmiştir. Dünya tarihine geçen küresel bir salgınla mücadelede kararlı bir yönetim sergilenmiştir. Rusya-Ukrayna Savaşı’nda dirayetli bir yönetim ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin rüştü yeniden ispat edilmiştir. Parlamenter Sistem döneminin istikrarsız ve zayıf yürütme modeline geri dönmeyi istemek tarihin akışını tersine çevirmeye kalkışmaktır ve sonuçsuz kalacağı kesindir. 28 Şubat günü zillet ittifakı hiçbir öneride bulunmadığı gibi, yeni bir anayasa vaadini de paylaşamamıştır. Hâlbuki Milliyetçi Hareket Partisi olarak, aylar önce Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni kurumsallaştıran 100 maddelik yeni anayasa metnini hazırlayıp kamuoyunun bilgisine sunduğumuz herkesin bildiği bir gerçektir. Parlamenter Sistemi kötü bir makyajla tekrar sunan bu 28 Şubat bildirisine karşı milletimizin ortak iradesi ile kabul ettiği Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini ve 2023’ü yeni bir anayasa ile taçlandırmak temel hedefimizdir. Ölmüş ve ortadan kalkmış bir sistem güçlendirilemez. Milletin geleceği nasıl ve ne zaman yapılacağı belirsiz bir hükümet sistemi değişikliği ile karartılamaz. HDP’nin Dolmabahçe Mutabakatıyla ilgili açıklaması zilletin altı partisine atılmış pas, gönderilmiş selam, biz de varız ve sizinleyiz mesajıdır. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem çalışması, PKK’ya, FETÖ’ye, küresel çevrelere, bölücü ve yıkıcı mihraklara ikramdır, itinayla uzatılan kirli elin ibrasıdır. Yasama, yürütme ve yargı alanında yapılan tespit, değerlendirme ve hedeflerin hiçbir yenilik taşımadığı ortadadır. Açıklanan metin geçmişe dönüş beyannamesidir. Yarının Türkiye’sine değil dünün Türkiye’sine özlemdir. Koalisyonlar dönemini tekrar canlandırma niyetidir. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem dedikleri beyhude bir oyalanma, yükselen Türkiye’nin önünü kesme gayesidir. Türk milleti bu zillete inanıyorum ki müsaade etmeyecektir. Türkiye’yi tarihin gerisine düşürme emelini hiç kimse başaramayacaktır. Sıradan, basit, etkisiz, kimliksiz, ruhsuz, eskinin kötü bir kopyası olan 28 Şubat Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem açıklaması zillet partilerinin elinde patlamış, hevesleri kursaklarında kalmış, deyim yerindeyse nal topladıkları açığa çıkmış, alayı birden havlu atmıştır. Türkiye’nin geleceği Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, gelecek ümidi de Cumhur İttifakı’dır. Türk milleti emsalsiz kararını 16 Nisan Halkoylamasıyla vermiştir. Zillet ittifakı ya bu muazzam yönetim sistemine kuzu kuzu alışacak, ya da Türk milleti bunların hepsini birden ayıklayıp, önüne kattığı gibi tarihin bodrum katına süpürecektir. Bu duygu ve düşüncelerle sözlerime son verirken hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyor, başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi temenni ediyorum. Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun diyorum.
|