16.06.2009 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısı Konuşması.
16 Haziran 2009

 

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Kıymetli Basın Mensupları,

Hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Geçtiğimiz hafta Pazar günü yüksek öğrenim görecek gençlerimizin belirleneceği Öğrenci Seçme Sınavı yapılmıştır.

Rakamların büyüklüğü dikkate alındığında belki de dünyanın eş zamanlı yapılan en kapsamlısı olan bu sınava, bu yıl 1 milyon 349 bin 423 genç katılmıştır.

Sınav bütün yurt çapında ve Lefkoşe'de olmak üzere toplam 4 bin 602 binada, 70 bin 850 salonda, 207 bin 857 kişinin gözetiminde gerçekleşmiştir.

Katılan adaylara ve ailelerine hayırlı ve başarılı sonuçlar diliyorum.

Elbette ki kazanacaklar açısından olumlu gelişmeler doğuracak olan bu sınavın sonucunda maalesef yine yüzbinlerce gencimiz yüksek öğrenime girme şansı bulamayacaklardır.

Bu durum, yıllardan beri ülkemizin yalnızca eğitim alanında değil sosyal sonuçları itibariyle de kanayan bir yarası durumundadır.

8 yıl ilköğretim, 4 yıl orta öğretim görerek 12 yılın sonunda 18 yaşında mezun olan milyonlarca evladımızın sıkıntıları onların ve ailelerinden önce, toplumumuzun ortak sorunu olarak görülmelidir.

Uzun ve yorucu bir eğitim sürecinin maddi ve manevi bütün hasılasının, büyük bir hazırlık ve heyecanla girilen 195 dakikalık, 180 soruya indirgenmesi büyük bir sorun olarak yıllardır karşımızdadır.

Bu konuda ilgili kurum ve kuruluşların, sınavları yıllara dağıtarak basamaklandırmaya yönelik iyi niyetli çalışmalarının sonuç vermesi bir nebze olsun rahatlık sağlayabilecektir.

Ancak sorun, artan nüfusumuza da bağlı olarak her geçen sene daha fazla adayın dahil olduğu sınav ortamı ve yöntemiyle, çocuklarımızı bu sınavla test eden eğitim sistemimiz arasındaki kopukluk ve uyumsuzluktur.

Nitekim, bu uyumsuzluk sonucu artık vazgeçilmez bir eğitim destek kurumu haline gelmiş olan, yüz binlerce öğretim görevlisinin emek verdiği ve bizim dersane olarak tanımladığımız bir özel eğitim sektörü oluşmuştur.

Bu konuda faaliyet gösteren özel eğitim destek kurumları ve personeline söyleyeceğimiz bir sözümüz yoktur. Mevcut yapıda onlara en az okullar kadar ihtiyaç vardır ve onlar da bunu rekabet ortamında karşılamaktadırlar.

Ne var ki, bu uygulama giderek milli eğitim sitemini tali, dersane kültürünü esas haline getirme yolunda hayli mesafe almıştır.

Bu konuda özellikle Milli Eğitim Bakanlığı ciddi, kapsamlı ve köklü değişikliklere kısa sürede gidemez ve uygulayamazsa, milli eğitim okulları gençleri yüksek öğrenime hazırlayan değil, dersaneleri destekleyen kurumlar haline dönüşecektir. Gidişat bunu işaret etmektedir.

Buradan partimizin özel eğitim destek kurumlarını istemediği anlamı çıkarılmamalıdır. Bu kurumlar milli eğitim sisteminin açıklarını dolduran ve destekleyen önemli bir fonksiyon üstlenmişlerdir. Eleştirilmesi gereken onlar değil Milli Eğitim sistemimizdir.

Milliyetçi Hareket Partisi için yüksek öğretim süreci, öğrencilerimizin kıyasıya yarıştığı bir sınav maratonu değil, milletimizi aydınlık geleceğe ulaştırmak için yararlanılması kaçınılmaz olan sosyal cevherin özenle işlenmesi sürecidir.

Bu itibarla yüksek öğretime devam edecek öğrencilerin seçimi ve eğitimini ülkemizin kalkınma hedeflerinden ayrı tutmak, çağdaş ve büyük bir ülke olma vizyonundan ayrı düşünmek mümkün değildir.

Geçtiğimiz yıl, üniversite seçme sınavı olduğu gün, altı yıldır hükümet olduğunu unutan Başbakan Erdoğan, "öyle bir sistem var ki okulda öğrendiği bilgiden imtihan edilmiyor, onun dışında bir bilgiyle imtihana tabi tutuluyor." diyerek sistemden şikâyetçi olmuştu.

Biz de Meclis Grubu olarak sorunu çözmeye yönelik girişimlere destek olacağımızı bu kürsüden açıklamıştık.

Ne var ki Başbakanın bu beyanatının da, bundan öncekiler gibi günü kurtarmak için olduğu, aradan geçen bir yıl içinde siyasal iktidarın hiçbir girişiminin bulunmayacağı ortaya çıkmıştır.

Parti Programımızda "üniversitelerin

  • Ülkemizin ihtiyaç duyduğu insan gücünü yetiştiren,
  • Araştırma yaparak bilim ve teknoloji üreten,
  • Toplumsal gelişmeye önderlik eden,
  • Bilimsel yöntemlerle meselelere çözüm üreten, ve
  • Dünya üniversiteleriyle yarışan" eğitim kurumları hâline getirilmesi esas alınmıştır.

Bu hedefe ulaşmanın ilk ve en önemli şartı, elbette ki yetişmiş genç nüfusu üniversite kapısına kadar getiren sistemin yaygınlığı, kalitesi ve verimliliğinin artırılmasına bağlıdır.

Bu itibarla, üniversite sisteminin vazgeçilemez insan kaynağını daha fazla ihmal etmemiz düşünülmemelidir. Münferit başarılar haricinde, üniversitelere 12 yıl boyunca öğrenci yetiştiren milli eğitim sistemi mutlaka gözden geçirilmelidir.

Partimizin 2007 yılı Seçim Beyannamesinde de yer aldığı gibi, üniversite giriş sınavının kaldırılarak yerine, orta öğretim başarısını ve orta öğretim sonunda yapılacak "Olgunlaşma sınavını" esas alan ve fırsat eşitliğini gözeten üniversiteye geçiş sistemi üzerinde çalışmalar başlatılmalıdır.

Muhterem milletvekilleri,

Türkiye; ekonomik sosyal ve siyasal alanlarda yaşanan ağır sorunlarına ilave olarak, bir süredir iktidar ile ana muhalefetin birbirini yolsuzlukla suçlayan tartışmalarına sahne olmaktadır.

Bildiğiniz gibi "Allahtan korkan ve kuldan utanan bir iktidar vaad ederek, "hortumları kestik" diyerek, bundan yaklaşık yedi yıl önce temiz ve namuslu yönetim sözü veren AKP, iddialarının aksine bugün yolsuzlukların da odağı haline gelmiştir.

Özellikle son zamanlarda yaşanan gelişmeler yıllardır süregelen adam kayırma, rant sağlama, devlet imkanlarını peşkeş çekme, yandaşları himaye olarak görülen ahlâki yozlaşmanın bütün boyutlarını gözler önüne serilmeye başladığını göstermektedir.

Bunlardan en önemlisi, Almanya'daki soydaşlarımızın tertemiz vicdanlarını istismar ederek gerçekleştirilen zekat ve sadaka soygunculuğunun Alman mahkemelerince hukuken belgelenmesi olmuştur.

Mütedeyyin kitleleri vaadlerle aldatarak, inançlarını basamak yaparak kendilerine çıkar ve ikbal sağlayan ve kul hakkı yemekten asla utanmayan şahıs ve çetelerin varlığı bu yolla ve bütün gerçeğiyle ortaya çıkmıştır.

Kamuoyunun da yakından takip ettiği üzere, Almanya'nın en büyük dolandırıcılık davası olarak ilan edilen bir dava geçtiğimiz aylar içinde sonuçlanmış ve yargılananların bir bölümü suçlu bulunarak mahkûm olmuşlardır. Ancak işin vahameti dava kapsamında hakkında suç iddia edilen şahısların bir bölümünün Türkiye'de bulunuyor olmasıdır.

Alman Mahkemesi bizim vatandaşlarımızın ve soydaşlarımızın karıştığı bir hukuki süreci sonuçlandırmış, verdiği karar ve yaptığı açıklamalarla milletimizi ve adalet sistemimizi açıkça töhmet altında bırakmıştır.

Bu durumda sorumlu bir siyasal iktidarın yapması gereken, iddialara konu olan suçun Türkiye'deki ayağının da ortaya çıkması için adaleti acilen harekete geçirmek ve konuyu sonuna kadar takip etmek olmalıdır.

Oysa gelişmeler bunu doğrulamamış, ucu AKP'ye de dayandığı söylenen bu davanın Türkiye uzantılarını ortaya çıkarmamak için hükümet tarafından işin ağırdan alındığına, dava dosyasının intikali ve tercümesinde yavaş davranıldığına dair haklı bir kanaat hasıl olmuştur.

Değerli Arkadaşlarım,

Elbette temenni edilmez ama yanlış yapan, kusur işleyen, suça neden olan insanların her toplum, her siyasi görüş, her sosyal zümre içinde olması yadırgatıcı bir durum değildir.

Ancak burada esas olan olayın duyulması ile birlikte faillerin tespiti ve hukuki sürecin başlatılarak adaletin ve aklanmanın önünün açılması olmalıdır. Doğru ve doğal olanı budur.

Dava konusu olan şahısların bir kısmının ideolojik anlamda ortak bir siyasi amaç için birlikte mücadele ettikleri; bir kısmının iktidar partisinin desteği ile kamu kurumlarında kadro buldukları ve hatta bazılarının ticari ve siyasi ortaklıklarına kız alıp verme şeklinde tecelli etmiş bir aile yakınlaşmasını da katmış oldukları görülmektedir.

İlgili yasa gereği Adalet ve Kalkınma Partisi kontenjanından Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Başkanlığına seçilen bir şahısla ilgili yaşanan tartışmalar, dürüstlüğü ağzından düşürmeyen AKP zihniyetinin gerçek yüzünü ortaya çıkartması bakımından anlamlı olmuştur.

Türk milletinin yardımlaşma geleneğini ve temiz din duygularını hırsızlık aracı haline getiren Deniz Feneri soygunculuğu karşısında Başbakan Erdoğan'ın "temiz bir arkadaş" olduğunu söyleyerek kefil olduğu RTÜK Başkanını korumak için çırpınması bu açıdan yadırganmamalıdır.

Hakkında çok ciddi iddialar bulunan ve bu nedenle mahkeme tarafından mal varlığı üzerine tedbir konulan bu "temiz arkadaşının" yargı sürecinin selameti ve asgari ahlakın gereği olarak kamu görevinden istifa etmesinin gerekmediğini savunan Başbakan'ın bu tavrı bizi şaşırtmamıştır.

Bu konuda Başbakan Yardımcısı olan hükümet üyesinin durumu vicdanına sindiremeyip, açıkça ve yüksek sesle haklı eleştiri ve istifa çağrısı "kendi görüşü" olduğu gerekçesiyle Başbakan Erdoğan'dan dönmüş ve bu noktada Başbakan aslında kendisine yakışanı yapmıştır.

AKP bünyesinde bulunan sağduyu sahibi insanların Başbakan'a itidal ve adalet yolunu gösterememeleri, gösterenlerin de yalnız kalmaları, Başbakanın giderek kirlenen ve kirlendikçe öfkesi artan siyaseti açısından en büyük bir talihsizliktir.

Bu tartışmalar, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin atadığı bir görevlinin işgal ettiği makamdan soruşturmanın selameti ve aklanması açısından istifa etmekten kaçınmasının nedenini ve bu cüreti kimden aldığını ortaya koymuştur.

Başbakan'ın bu konudaki konumuna ayarlama yaparak kamu adına savcılık değil, bizzat avukat rolüne soyunduğu bu süreçte ortaya çıkan gerçek şudur:

AKP'nin sahte ampulü ile deniz fenerinin sararmış ışığı aynı kirli yolu aydınlatmaktadır.

Değerli Arkadaşlarım,

Bildiğiniz gibi Sayın Başbakan, yolsuzlukların üzerine nasıl gittiğini izah etmek için çetelerle ve mafyalarla verdikleri mücadeleleri defalarca anlatmış ve bunu yolsuzlukla savaşının bir sonucu olarak kamuoyuna takdim etmiştir.

Biz Milliyetçi Hareket Partisi olarak bütün yasa dışı oluşumların, çetelerin, organize suç örgütlerinin, hırsızın, arsızın, sahtekârın üzerine kararlılıkla gidilmesinden sadece memnun olur ve alkışlarız.

Ancak arka bahçesindeki yandaşlarının etrafa saçılmış pisliklerini çöpe atacağı ve adalete havale edeceği yerde, halının altına süpürmeye çalışanların varlığını gördükçe, namus ve ahlak iddialarının göz boyamadan öteye geçemeyeceğini de biliriz.

Bu olayın bütün yönleriyle ortaya çıkartılması, ticari, siyasi ve ahlâki boyutlarının incelenerek aklanılması halinde Adalet ve Kalkınma Partisi'nin lekeli siyaset sicilinin tıkanmış damlarlarından biri belki temizlenmiş olacaktır.

Şayet bu olay kapatılmak istenirse, durmak yok yola devam denilerek yandaşlarla beraber yürüdükleri yolsuzluk yolunda karşılarına utanç belgesi ve mahkeme safahatı olarak sürekli çıkacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi için yolsuzluk ithamlarından kurtulmanın, yolsuzlukları önleyebilmenin yolu öfke ve hakaretle üste çıkmaya çalışmaktan ve muhataplarını sindirmekten geçmemektedir.

Yolsuzluk suçlamaları partisinin yöneticilerine kadar ulaşmış olan Sayın Başbakan'ın bu konuda yapması gereken;

  • Konuyu saptıracak girişimleri terk ederek, hukuki sürecin hiçbir siyasi etki ve müdahale olmaksızın süratle işleyeceği yolunda kamuoyuna güvence vermektir.
  • Bu davaya adı karışan RTÜK Başkanının hukuki süreçte aklanana kadar görevden ayrılmasını sağlamaktır.

Başbakan ve AKP'nin bu şaibeden kurtulması ve vicdanlarda aklanmasının yegâne yolu budur.

Şeref ve haysiyet sahibi olmanın ilanı, inançları paravan yaparak meydan okumakla değil, yargı nezdinde hesap vererek ve vermeyi kolaylaştırarak aklanmakla mümkündür.

Aksi halde Adalet ve Kalkınma Partisi'nin kısaltması olan AKP yerine Ak Parti denilerek ne siyaset ağaracaktır, ne çalınmış kara lekeler, laf ebeliği ile ak-pak hale gelecektir.

AKP de desek, AK Parti de desek yüzünüz hep kara kalacak ve ilelebet de böyle anılacaktır.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

AKP hükümetinin temsil ettiği siyaset, hukuk ve demokrasi anlayışının temelden sakat ve çarpık olduğu son dönemde yaşanan gelişmelerle bir kere daha anlaşılmıştır.

Türkiye'nin çıkarlarını şahsi ve siyasi hesaplara kurban eden bu anlayışın yıkıcı etkilerinin devlet ve toplum hayatımızın her alanındaki tahribatı giderek yaygınlaşmaktadır.

Siyasi hayatımızda "serseri mayın" gibi sürüklenen ve bu hüviyetiyle temel bir güvenlik riski ve gerginlik odağı haline gelen AKP için çatışmacı siyaset anlayışı, siyasi varlığını sürdürmenin yegane vasıtası olarak görülmektedir.

Bu bakımdan Başbakan Erdoğan'ın siyasi gerilimi sürekli tırmandırmasının gerçek nedenleri, "dertli olmasında" değil, çatışma ve kavgayı siyasi varoluş sigortası olarak gören tehlikeli anlayışında aranmalıdır.

Siyasi terbiye, nezaket ve üslup düzeyinin giderek düşmesinin nedenleri de, aynı şekilde, yetişme tarzı ve kavga ederek gündem saptırma alışkanlığıyla izah edilebilecektir.

Suçüstü yakalandığı ve sıkıştığı durumlarda, suçluluk paniği içinde çamur, iftira, yalan ve karalama yoluna sapması da, siyasi ahlak anlayışının zafiyetle malül olmasının doğal bir sonucudur.

Geçtiğimiz günlerde başlatılan "edep-adap" ve "mertlik-namertlik" tartışmaları ve Suriye sınır bölgesindeki mayınların temizlenmesi yasası konusunda Başbakan'ın sergilediği ilkesiz tutum, kendisine hakim olan ruh halinin ve yalan ve iftiraya dayalı karalama alışkanlığının yeni tezahürleri olarak görülmelidir.

Milliyetçi Hareket Partisinin mayın yasasına haklı tepkileri karşısında sıkışan Başbakan, dikkatleri başka yerlere çekerek sinsi niyetlerini örtme telaşına düşmüştür.

Bunun için de hükümet ortağı olduğumuz 57. hükümet döneminde İsrail ile gizli anlaşmalar yapıldığı, gizlilik kaydı olmasa bunların açıklanabileceği yalanına sarılmıştır.

Başbakan'ın siyasi ahlak zaafiyetinin derinliğini gösteren bu hezeyan karşısında, bizim dönemimizde İsrail ile yapılmış hiçbir gizli anlaşma olmadığını buradan açıkça belirtmek ve kendisini dürüst ve namuslu olmaya davet etmek isterim.

Edep ve mertlik tartışmasıyla bu hasletlere sahip olduğu izlenimi yaratmaya çalışan Başbakan'ın şimdi yapması gereken, mertliğin gereğini yerine getirerek, iddia ettiği gibi böyle bir anlaşma varsa bunu açıklamak, ya da özür dileme erdemini göstermeye çalışmak olacaktır.

İddiasının arkasında durarak kamuoyu önünde olduğunu söylediği bu anlaşmayı açıklamak veya özür dilemek Başbakan için kaçamayacağı bir ahlaki zorunluluktur.

Aleni iftirasına kılıf olarak "gizlilik kaydı" yalanına sığınmaya yeltenmek Başbakan'ı bu ahlaki vecibeden kurtaramayacaktır.

Başbakan siyasi ahlaktan, onur ve haysiyetten nasibini aldıysa bu iddiasını ispatlamak durumundadır.

Bunu yapamadığı takdirde, yalandan medet uman müfteri Başbakan sıfatını kabul ettiği anlaşılacak ve partisinin isminin başındaki "AK" yakıştırması ile "adımız da, alnımız da aktır" söyleminin içi boş bir aldatmaca olduğu gerçeği milli vicdanda tescil edilecektir.

Karar ve tercih Başbakanındır.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

4-7 Haziran 2009 tarihlerinde yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleriyle önümüzdeki beş yıllık süre için Avrupa Birliği'nin yasama organının yeni siyasi kompozisyonu belirlenmiştir.

Seçim sonuçları Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkan partiler ile ırkçı, İslam ve göçmen düşmanlığı yapan partilerin kazançlı çıktığını ve Parlamento'daki konumlarını güçlendiklerini ortaya koymuştur.

Bunun yanı sıra, 30 Türk kökenli adayın sadece 4'ü Parlamento'ya girebilmiş, Hristiyan Demokratlar en büyük grup olarak temsil imkanı kazanmış ve özellikle Almanya ve Fransa'da Türkiye'ye imtiyazlı ortaklık adı altında özürlü bir statü verilmesini savunan partiler seçimlerin galibi olmuştur.

Avrupa Parlamentosu'nun Türkiye'ye karşı önyargıların en yoğun olarak karşımıza çıktığı, Türkiye hakkında hazırlanan dönemsel raporlarda bunların kaba ifadelerle dışa vurulduğu bir AB kurumu olduğu bilinmektedir.

Seçim sonuçları hakkında Türkiye'de yapılan bazı yorumlarda dile getirilen, Avrupa Parlamentosu'nun istişari bir organ olduğu, Türkiye'nin üyelik sürecinde rolü ve ağırlığı bulunmadığı yolundaki değerlendirmeler büyük ölçüde maksatlı ve yanıltıcıdır.

Avrupa Birliği'nin Konsey ve Komisyonla birlikte üç temel organından birisi olan Avrupa Parlamentosu'nun fonksiyonu Lizbon Anlaşması'nın onaylanması sonrası güçlenecek ve Parlamento genişleme sürecinde çok etkili bir konum kazanacaktır.

Bu bakımdan Avrupa Parlamentosu seçimlerinden Türkiye karşıtlarının güçlenerek çıkmalarının sanal bir zeminde yürütülen sözde müzakere sürecinde Türkiye için bir önem taşımadığı söylenemeyecektir.

Esasen buradaki temel sorunun başta Almanya ve Fransa olmak üzere Türkiye'nin üyeliğine karşı olanların Konsey'de belirleyici konumda bulunmaları olduğu unutulmamalıdır.

Avrupa Parlamentosu yeni siyasi tablosuyla bu konuda munzam bir Türkiye karşıtlığı odağı olarak bu denklemdeki yerini almıştır.

Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki içi boş ve göstermelik müzakere süreci Kıbrıs nedeniyle tıkanmış, 2009 yılı sonu, Kıbrıs konusunda Türkiye'nin AB'nin dayatmalarını karşılama durumunun değerlendireceği vade olarak belirlenmiştir.

Gümrük Birliği'ni Kıbrıs'ı içine alacak şekilde birliğe yeni üye olan ülkeleri dahil etmek amacıyla imzalanan Ek Protokol sonrası, Avrupa Birliği Türk limanları ve havaalanlarının Kıbrıs Rum bandıralı gemilere ve uçaklara açılması dayatmalarına hız vermiş ve Aralık 2006'da Türkiye'nin bu dayatmayı yerine getirmesine kadar sekiz fasılda müzakereler askıya alınmıştır.

Geçtiğimiz hafta yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleri vesilesiyle Türkiye'nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinin geleceği konusunu yeniden siyasi gündemin merkezine oturmuş, bu konuda AKP hükümetinin atabileceği teslimiyet adımları basında geniş ölçüde yankı bulmuştur.

Bu kapsamda Türk limanlarının Rum gemi ve uçaklarına açılması mümkün olamazsa, Avrupa Birliğini tatmin etmek amacıyla Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılması ve Fener Rum Patriği'nin "ekümenik" statüsünün tanınması konuları tartışmaya açılmıştır. 

Bu tartışmalara katılan Başbakan'ın bazı örtülü ifadeleri ile AB ile müzakerelerden sorumlu Devlet Bakanı'nın bu konudaki beyanları, AKP hükümetinin ihtiyatlı bir yaklaşımla da olsa, müzakerelerin kesilmesini önlemek için tavizler vermeye hazırlandığı ve bu amaçla kamuoyu oluşturma sürecini başlattığı izlenimini vermiştir.

Avrupa Birliği'nin genişlemeden sorumlu komiserinin sanal müzakerelerin görünürde sürdürebilmesi için Türkiye'nin din özgürlüğü kapsamından bu iki talebi karşılaması düşüncesini seslendirmesi, Brüksel'in de bu süreci teşvik ettiğini göstermektedir.

Başbakan Erdoğan'ın 11 Haziran günü bir televizyon kanalında verdiği mülakatta "Ruhban okulunun açılması konusunun tartışılabileceği, 1972 yılına kadar açık olan bu okulun yeniden eğitime başlamasının çok da önemli bir konu olmadığı" yolundaki beyanları, iflah olmaz teslimiyetçi ruh halini göstermesi bakımından üzerinde dikkatle durması gereken sözler olmuştur.

Aynı yaklaşımın Rum Ortodoks Patriğinin "ekümenik" statüsünün tanınması konusunda da sergilenmesi bu bakımdan çok iyi değerlendirilmelidir.

Lozan Antlaşmasına göre Patrikhane'nin "Sen-Sinod" Meclisi üyelerinin Türk vatandaşı olması gerektiğini söyleyen Başbakan, Patriğin bu meclise Türk vatandaşı olmayan üyeler atamasına göz yumduklarını yine kendi sözleriyle itiraf etmiştir.

Lozan Antlaşmasına aykırı olarak Türk vatandaşı olmayan metropolitlerin atanmasına ses çıkarmadıklarını bizzat kendisi söyleyen Başbakan, bu konuda Patriğe hile yolunu da gösterdiklerini ve bunların Türk vatandaşlığına geçme başvurusu yapmalarını önerdiklerini açıklayarak, Lozan Antlaşmasının Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın eliyle delindiğini ikrar etmekten çekinmemiştir.

Başbakan'ın sözleri, Avrupa Birliğinden sorumlu Bakan'ın "Heybeliada Ruhban Okulu'nun Avrupa istediği için değil, insan hakları sorunu olarak açılması gerektiği" yönündeki beyanlarıyla birlikte ele alındığında, AKP hükümetinin Türk kamuoyunun tepkisini yumuşatacak bir zemin hazırlayarak, bu iki konudaki AB dayatmasının gereğini yapmaya hazır olduğu sonucu çıkmaktadır.

Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi eşit haklara sahip bir üye olarak içine almaya niyetli olmadığı artık bütün çıplaklığıyla anlaşılmıştır.

Sanal müzakere sürecinde Türkiye'nin tam üyeliği nihai hedef olmaktan çıkarılmış, bu müzakereler AKP hükümetinin de rızasıyla böyle bir zeminde başlatılmıştır.

Türkiye'nin önüne konulan hedef, ucu açık bir sanal müzakere sürecinin sonunda Avrupa Birliği'nin yörüngesinde kalacağı bir taabiyet ilişkisidir.

Bu ikinci sınıf ortaklık ilişkisi için bile uzun süre beklemek gerekecek ve bu statünün kazanılması Avrupa Birliği'nin dayatmalarının karşılanması şartına bağlı olacaktır.

Avrupa Birliği'nin bu niyetleri ortadayken AKP hükümetinin baskı, dayatma, şantaj ve önşartlar manzumesine hapsedilmiş böyle bir denklemi kabul etmiş olması ve AB reform heyecanını kaybetmediğini göstermek için Brüksel nezdinde siyasi rüştünü ispat çabası içine girmesi, Türk milleti için bir tam bir talihsizlik ve utanç sayfasıdır.

Bunu kabul etmeye hazır ve razı olan bu siyasi anlayışın, fırsatlar ve açılımlar yılı ilan ettiği 2009'da Erivan, Erbil ve etnik bölücülük için siyasi çözüm açılımlarından sonra, Avrupa Birliğini, Rumları ve Yunanlıları tatmin etmek için uygun bir kılıfla liman ve papaz okulu açılımları yapmaya teşebbüs etmesi hiç kimse için şaşırtıcı olmayacaktır.

Değerli Milletvekilleri,

Başbakan Erdoğan ile dönemin Genelkurmay Başkanı arasındaki Dolmabahçe görüşmesi etrafında süregelen spekülasyon ve tartışmalar ile Başbakan'ın son beyanları, bu konuyu esrarlı bir mecraya sokmuştur.

Başbakan'ın kendisiyle birlikte mezara gideceğini söylediği görüşmenin içeriğini açıklamanın Genelkurmay Başkanı'nın takdirine kaldığını belirtmesi, ancak son beyanında şantaj anlamına gelecek şekilde ne konuştukları kamuoyuyla paylaşılırsa kendisinin de bazı şeyleri açıklayacağını ifade etmesi bu konu etrafındaki sır perdesini daha da ilginç hale getirmiştir.

Dolmabahçe'de iki yetkili arasında devlet işleri ve güvenlik konularında mahrem bir görüşme yapıldıysa, bunun devlet sırrı kapsamında kamuoyuna açıklanmaması devlet geleneklerinin doğal bir icabı sayılacaktır.

Ancak, Başbakan'ın Genelkurmay Başkanı isterse bunu açıklayabileceğini söylemesi, ele alınan konuların göreve ilişkin devlet sırrı kapsamına giremeyeceğini göstermektedir.

Hal böyle ise Dolmabahçe görüşmesinde demokratik rejimi ilgilendiren bazı hassas konuların veya çok özel şahsi meselelerin ele alındığı tahmininde bulunmak yanlış sayılamayacaktır.

Bu durumda görüşmenin içeriğinin açıklanmaması, bu konudaki spekülasyonları daha da arttıracak, herkes kendisine göre bir kanaat oluşturacak ve bir sonuca varacaktır.

Bu bakımdan konunun çok ciddi bir demokrasi sorununa dönüşmesini önlemek ve görüşmenin iki tarafını ve temsil ettikleri kurumları şaibe altında kalmaktan kurtarmak bakımından, sır perdesinin kaldırılması gerekli ve kaçınılmaz olacaktır.

Devlet ciddiyeti ve sorumluluğunun gerektirdiği hareket tarzı budur.

Muhterem milletvekilleri,

Aziz milletimizin 1920 yılının 23 Nisanından itibaren tercih etmiş olduğu siyasal sistemimize göre, millet iradesinin temsil yeri ve tecelligâhı Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir.

Bu durumun elbette ki Meclis üyelerine millet üzerinde bir yetki alma veya millete tahakküm etme yetkisi verme anlamı taşımayacağı gibi, bu yetkiyi almamışlara da millet adına hareket etme izni ve imkânı vermeyeceği açıktır.

Demokratik rejim ve devlet düzeni, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin varlığından ve uygulamalarından güç ve anlam kazanır, devamlılığını yine Meclis icraatları ile sürdürür.

Hal böyle iken milletin kendilerine verdiği yetkiyi yine millete karşı kullanan temsilcilerinin varlığı bizim siyasal tarihimizin talihsiz gerçeğidir.

Öte yandan, millet temsilcilerinin mevcudiyetini içine sindiremeyen mihrakların, millet adına sahip olduklarını ileri sürdükleri güçle Meclis iradesine müdahale arzusu içinde oldukları da yine yaşadığımız tarihi vakıalardır.

Demokrasi dışı müdahale arayışlarının en önemli dayanağı, bugüne kadar kendilerinde millet devlet adına taşıdıklarına vehmettikleri kendiden menkul milli vazife ve sorumluluk duyguları olmuştur.

Bu noktada, Türkiye'nin bugüne kadar Meclis iradesiyle iyi yönetilip yönetilmediği ayrı bir konudur. Bunun takdirini demokrasimiz yüce milletimize bırakmış, seçimle gelenin seçimle gitmesinin yolunu sonuna kadar açmıştır.

Buna rağmen, demokratik siyasal sistemin tercihlerine demokrasi dışı arayışlarla müdahale etme niyeti ve daveti eksik olmamış, "millete dayatmayı, milleti iknaya" tercih eden zihniyet bugünlere kadar yaşayagelmiştir.

Unutmayalım ki, siyasetin alternatifi yine siyasettir ve yine siyaset olarak kalmalıdır. Demokratik rejimin ve işleyişin eninde sonunda mutlaka sorunları çözeceğine inanmak ve bunu ısrarla savunmak lazımdır.

Kırkıncı yılını yaşayan partimizin varlık nedeni bir yandan millet ve devlet bekasını savunmak, diğer taraftan ise demokrasinin bütün yönleriyle işlemesini ve işletilmesini sağlamaktır.

Parti Programımızda da ifade edildiği gibi, "Türkiye'de birlik ve beraberlik içerisinde toplumsal barışın, huzur ve güven ortamının tesis edilebilmesi; demokratik rejimin bütün kurum ve kuralları ile sağlıklı işleyebilmesine ve demokrasiyi özümsemiş, halkını küçümsemeyen ve onun millî ve manevî değerleriyle barışık aydınlar ile siyasî ve sosyal aktörlerin çabalarına" bağlıdır.

Ne var ki, yaşadığımız dönem, demokrasi dışı müdahale arayışlarının, heveslilerinin ve çağrılarının bitmediğini; artık siyasete doğrudan müdahalenin yerini, dolaylı ve münferit müdahale yöntemlerinin aldığını ve alacağını göstermektedir.

Geçtiğimiz günlerde bir medya organında çıkan habere ilişkin yapacağımız yorumlarımızın da bu kapsamda ele alınmasının yararlı olacağı düşüncesindeyim.

Değerli Milletvekilleri,

AKP zihniyeti ile beraber yedi yıla yaklaşan sürede yaşadığımız gelişmeler, neyin doğru, neyin yanlış; neyin gerçek neyin sahte olduğu anlamamıza imkân vermeyen bilgi ve haber kirliliğinin de karanlık dönemi olarak hatırlanacaktır.

Siyasete, adalete, üniversiteye, emniyete ve orduya olan güvenin azaltılmak istendiği karmaşık senaryolar özellikle son yıllarda bütün yönleriyle sahnelenmek istenmektedir.

Bu itibarla, her söylentiye, her iddiaya hatta belge adındaki yayınlara ihtiyatla bakmak, çabuk karar vermeden, yanlış bir şeyler söylemeden konuları hukuk çerçevesinde çözmek ve sonuçlandırmak en makul yol ve yöntem olmalıdır.

Bildiğiniz gibi iki yıldır yürütülen bir soruşturma kapsamında gözaltına alınan şahsın bürosunda bulunduğu ileri sürülen bir belge gazetede yayınlanmıştır.

Bu yayının toplumun haber alma özgürlüğü çerçevesinde olup olmadığının tespiti, konunun yasal boyutlarını da değerlendirecek olan hukuk mekanizmalarının işidir ve bu aşamada bir yorum yapmak doğru değildir.

Ancak, yayınlanan belgeye önem kazandıran konu yayının yasallığından da önce, doğru çıkması halinde metnin içeriği ve siyasal hayatımız için taşıdığı tehdittir.

Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı bir birim tarafından "İrtica ile Mücadele Eylem Planı" başlığı ile hazırlandığı iddia edilen bu belgede hükümete yönelik demokrasi dışı müdahale arayışı açıkça görülmektedir.

Konuya ilişkin bilgilerimiz basında yer aldığı kadarıyla olduğu için bu konuda kesin bir hükme varmadan, olay ayrıntıları ile ortaya çıkmadan şimdilik söyleyeceklerimiz şunlardır:

İddialar Türk Silahlı Kuvvetlerini zan ve töhmet altında bırakacak kadar ağır ve ciddidir. Olayın aydınlatılması için Genelkurmay Askeri Savcılığının vakit kaybetmeden soruşturma başlatmış olması bu açıdan son derece önemlidir.

Bu aşamada soruşturmanın büyük bir süratle tamamlanması ve sonuçlarının kamuoyuyla paylaşılması, bu güzide kurum hakkında oluşan bütün kuşkuların ortadan kaldırılması için kaçınılmaz hale gelmiştir.

Konu askeri yargının kısa sürede çözemeyeceği boyutlara ve kapsama ulaşmış ise sivil yargının konuya derhal el atması demokratik hayatımızın ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarı açısından zorunlu ve gereklidir.

Ancak, haberin doğru olması kadar, yanlış çıkması da vahim sonuçlar doğuracak gelişmelere davetiye çıkartmaktadır.

Bu durumda ise bazı mihrakların Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı tam bir psikolojik savaş hali ilan etmiş oldukları olduğu ortaya çıkacaktır.

Böylesi bir gelişme halinde, bunların kim oldukları, nereden güç aldıkları, kim tarafından yönetildikleri, neyi amaçladıkları, hangi kurumların içine sinmiş ve sızmış oldukları gibi konuların ayrıntılı soruşturulması ve sonuçlandırılması hükümetin, istihbarat ve emniyet birimlerinin ve adalet teşkilatının sorumluluğundadır.

Bu konuda, en mahrem devlet belgelerini ve mahkeme evraklarını, sorgulama kayıtlarını yayınlayanlar hakkında hükümetin geçmişte hareketsiz kalmış olduğu düşünülürse bu kanaldan sonuç alınması zor görünmektedir. Bu durumda zan ve töhmet altında kalacak ve bunun hesabını verecek olan da hükümet olacaktır.

Her iki ihtimalde de soruşturmanın sonuçlarını beklemek ve sorumluların adalet önünde hesap vereceği sürecin açılmasını takip etmekten başka bu aşamada başka yapacak ve söyleyeceğimiz yoktur.

Milliyetçi Hareket Partisi, gerekçesi ve niyeti ne olursa olsun demokrasimizin yaralanmasına, sekteye uğramasına izin vermeyecek ve asla hoş görmeyecek, bu niyet sahiplerine karşı duracaktır.

Yine aynı şekilde, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yönelik karalama ve lekeleme kampanyalarına ısrarla karşı çıkacak, milli güvenliğimiz açısından asla vazgeçemeyeceğimiz bu milli kuruma ve mensuplarına sahip çıkmaya devam edecektir.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Son günlerde bazı ekonomik verilerin iyimser beklentilere neden olduğu, krizin dibinin görüldüğü ve krizden çıkış sürecinin başladığı yönünde yorumlarda bir artış yaşanmıştır.

Bu aşırı iyimserlik taraftarlarının krizin neden olduğu sosyal yıkım ve ekonomik tahribatı ne kadar dikkate aldıkları ve bundan ne ölçüde rahatsız oldukları ayrı bir tartışma konusu olsa da, beliren manzara krizin anlaşılmasında bile derin zafiyetler ve ciddi müşkülatlar olduğunu göstermiştir.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak, ekonomide biriken ve yükselen sorunlar kapsamında hükümete yönelik her uyarımızın arkasında ve altında ülke olarak krizden bir an önce kurtulmamız olduğu tartışma götürmez bir gerçektir.

Krizin ilk belirtilerinin görülmeye başlandığı andan itibaren konusunun değerli uzmanları ile birlikte partimiz bünyesinde "Küresel Finans Krizi İzleme ve Değerlendirme Komisyonu" oluşturduk ve ülkemize olan yansımalarını günü gününe takip ve kontrol ettik.

Yaptığımız tespitleri 22 Ekim 2008, 05 Kasım 2008, 19 Kasım 2008, 08 Ocak 2009, 20 Şubat 2009, 17 Nisan 2009 ve en son 10 Haziran 2009 tarihinde olmak üzere kamuoyu ile yedi kez paylaştık.

Gerek Grup toplantılarımızla, gerek söz konusu komisyonumuz vasıtası ile bu zamana kadar, uyarılarımızı devamlı olarak rasyonel ve dürüst tespitler doğrultusunda milletimize açıkladık.

Bunu yaparken de siyasi görüşlerimizi asla kötümser bir bakış açısıyla değil, aksine her bir vatandaşımızın her şeyin en güzeline layık olduğu inancıyla ortaya koyduk, hükümetin krizi algılamasında rehberlik yapmak istedik. Bu konuda müsterihiz.

Maalesef gerek bizim bu mekanizmalarla, gerekse de toplumun her kesiminin yaptığı uyarılar ve tespitlerin hükümet nezdinde bir karşılık bulmadığı tecrübelerle ortadadır.

Birbirinden kopuk tedbirlerle, krize karşı mücadele edeceğini zanneden siyasi iktidar, her şeyden önce ekonomideki açmazları bütün boyut ve safahatıyla tahlil ve izah edecek anlayışa bile sahip olmadığını bu güne kadarki icraatıyla göstermiştir.

Sadece bir şey yapmış olmak için bazı adımlar attığı anlaşılan AKP hükümetinin ekonomiyi istila eden krizi ortadan kaldıracak inancı, gücü ve kararlılığı olmadığı bugün çok daha net görülmektedir.

Geldiğimiz bu zaman diliminde; ekonomik beklentileri yönlendirmesi bakımından iyimserliğin psikolojik anlamda olumlu etkisi olacaksa da, Başbakan Erdoğan'ın dile getirdiği; ‘krizden en az etkileneceğiz' yaklaşımlarıyla iyimserlikten anlaşılanın aslında gerçekleri örtmek ve gerçeklerden kaçmak olduğu daha iyi görülebilecektir.

Ekonomideki sorunlara makul ve objektif hamlelerle derinlikli ve teferruatlı çareler üretmekten çok uzak olan AKP hükümeti, politikalarına hâkim olan ağır ve atıl görünümle hiçbir meselenin üstesinden gelememiştir.

Tesadüflerin bileşkesinde siyasal zemin bulan bu kafa yapısının, artık ülkemize yapacağı, katacağı ve sağlayacağı hiçbir değerin olmadığını milletimiz net olarak anlamıştır.

Bu zamana kadar krizi küçümseyip bize bir şey olmaz diyerek, avantajları birer birer kaybeden hükümet şimdi son çırpınışlarla görmezden geldiği krize karşı çözüm arayışlarına başlamıştır.

Ekonomide yığılan sorunlardan kurtulabilmek amacıyla gündeme gelen sözde programların ve kararlılık beyanatlarının gecikmiş ve nafile çabalar olduğu açıktır.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak; Türkiye ekonomisindeki sorunlar yumağının böylesi bir değerlendirme acziyle aşılamayacağına ve giderilemeyeceğine inanıyoruz.

Bu kısır ve vizyonsuz anlayışın iktidar olarak milletimizin gündemini meşgul etmesini de en büyük talihsizlik olarak değerlendirdiğimizi ifade etmek istiyorum.

Muhterem Milletvekilleri,

Değerli Basın Mensupları,

Konuşmama son verirken milletimizin huzur ve güvenliği için tam 170 yıldır en zor şartlar altında hizmet veren Jandarma Teşkilatının kuruluşunu kutluyorum.

Özellikle bölücü terörle mücadelede hayatını kaybedenler olmak üzere Jandarma Genel Komutanlığı mensubu şehitlerimizi rahmet, gazilerimizi minnet duygularımla anıyor, millete hizmet yolunda başarılarının devamını diliyorum.

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı