08.12.2009 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma.
8 Aralık 2009

 

 

Değerli Milletvekilleri,

Muhterem Basın Mensupları

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Konuşmama, dün Tokat’ın Reşadiye ilçesinin kırsalında asayiş görevi esnasında Mehmetçiklerimize yönelik kanlı saldırıyı nefretle ve lanetle karşıladığımı belirterek başlamak istiyorum.

Bu hunhar saldırıda yedi askerimizin şehit olması ve üç askerimizin yaralanması milletimizi derinden üzmüştür.

En zor şartlar altında huzur ve güvenliği sağlamak için görev yapan aziz şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet, yakınlarına ve silah arkadaşlarına başsağlığı, yaralılarımıza ise acil şifalar diliyorum.

Değerli Milletvekilleri,

Hayatın her alanında ağır sorunların baş gösterdiği AKP yönetiminde Türkiye’nin acil çözüm bekleyen konuları giderek katlanmaktadır.

Adalet ve Kalkınma Partisi ile geçen her gün geçmişte yanlış atılan adımların faturalarını birer birer önümüze getirmektedir.

  • Geri adım atmanın diyalog,
  • Boyun eğmenin işbirliği,
  • Aldatılmanın zafer,
  • Teslim olmanın açılım,
  • Bozgunculuğun demokratik çözüm olarak tanımlandığı vahim süreçte ülkemiz ve milletimiz geri dönülmez bir batağa doğru sürüklenmektedir.

Bölücü emel, tahrik ve hayallerin demokratikleşme kriteri olarak maskelenmek istendiği karanlık gelişmelerle, milli hassasiyetlere ve milli kimliğe sahip çıkmayı, milli birliğimizi, kardeşliğimizi savunmayı ilkel bir tepki olarak mahkûm etme gayretleri hız kazanmıştır.

Başbakanın ABD, Peşmerge, İmralı ve Kandil’le tam bir işbirliği ile yürüttüğü PKK açılımıyla birlikte,

  • Etnik bölücülük meşru bir siyasi amaç sayılmaya başlanmıştır.
  • Terör örgütü, taleplerinin bile ötesinde zemin ve itibar kazanarak bölünme dinamikleri harekete geçirilmiştir.
  • Etnik kimliklerin vatandaşlığın yerine geçirilmeye çalışılması ile etnik temelde siyaset yolu ardına kadar açılmıştır.
  • Bölücü terör, kimlik sorunu olarak tanımlanarak PKK’nın siyasi hedeflerini haklı ve meşru gören tam taviz ve çaresizlik yaşanmaya başlanmıştır.
  • Aşiret reisleri ile ısrarlı kucaklaşma,
  • Bölücü taleplerin meşrulaşması,
  • Terörü, teröristi ve isyanları aklama çabaları,
  • Milli tarihimizi karalama kampanyaları,
  • Milli kimliğe mayın döşeme gayretleri,
  • Bölücülüğe anayasal kılıf arayışları ve
  • Şehadeti sorgulayan, gaziliği aşağılayan emsali görülmemiş alçalma hali geride kalan ayların hükümet açısından özeti olmuştur.

Ve en önemlisi, Başbakan Erdoğan’ın terörün demokrasi eksikliğinden ve sözde kimlik baskısından doğduğuna dair 1991 yılından itibaren açıkça gördüğümüz kusurlu algısı, kapanmaya yüz tutmuş yaraları yeniden kanatmıştır.

Milliyetçi Hareket Partisi, milli meselelere yönelik yüksek hassasiyetleri ve stratejik öngörüleri ile önümüzdeki sürecin bütün vahametini görmüş ve özetle;

  • "Demokratik açılım" ambalajı içinde, pazarlanmaya çalışılan ayrıştırma ve bölünme projesinin teslimiyet sürecinin yeni bir aşaması olduğunu,
  • Girilen yolun, PKK'nın stratejisine uygun olarak etnik bölücülüğe siyasi ve hukuki meşruiyet kazandıracağını,
  • Bu gidişatın Türkiye Cumhuriyeti'nin milli devlet niteliğini ve üniter siyasi yapısını tasfiye sürecini başlatacağını,
  • Kılavuzu Öcalan, taşeronu Erdoğan olan PKK patentli bu bölünme projesinin asla Türkiye'nin hayrına olmayacağını,
  • Farklılıkların körüklenmesinin ülkemizi kutuplaşmalara ve hatta şahit olduğunuz gibi çatışmalara sürükleyeceğini,
  • Tahribatın bu hızla ilerlemesi halinde kapanması mümkün olmayan derin toplumsal yaraların açılacağını,
  • Sürdürülen tahriklerin, devlet ve millet yapımızı yeni bir şekle sokmak için yürütülen “siyasi ve toplumsal yıkım projesi”nin ileri bir aşaması olduğunu,
  • Milli hassasiyetlere sahip çıkmanın, milli birliğimizi, kardeşliğimizi, bağımsızlığımızı ve tarihimizi savunmanın çağdışı ve ilkel bir tavır olarak mahkûm edilmek istendiğini,
  • Tahribatın sürmesi halinde bin yıllık kardeşliğin oluşturduğu milli birlik ve bütünlüğün onarılamayacak kadar zedeleneceği “yol ayrımına” gelineceğini,
  • Demokrasi açılımı”, “kardeşlik ve huzur açılımı” ve “milli birlik açılımı” gibi sürekli tazelenen makyajların gerçekleri kamuoyundan saklamaya yetmeyeceğini,
  • Şehitlerle canilerin, Mehmetçikle katillerin, güvenlik güçleri ile teröristlerin aynı çerçeveye sokulmak istenmesinin milletimizde öfkeye neden olacağını muhataplarına ikaz etmiştir.
  • Geride kalan dönem içindeki belgeli açıklamalarımız bunun sayısız örnekleri ile doludur.
  • Yine bu kapsamda olmak üzere “yıkım projesinde” ısrarlı olunması halinde;
  • “Süslü ambalajlar içinde sunulmaya çalışılan zehir şişesinin bir kez açılması halinde” aziz millet varlığının ve birliğinin devamı mümkün olmayacağını,
  • Toplumu ayrışmaya razı etmek için hiçbir vicdani sorumluluk taşımaksızın şehadet ve anaların gözyaşları dahil yapılan istismarların er geç ortaya çıkacağını açıklamıştık.

Partimiz, geride kalan günlerde Başbakan Erdoğan ve işbirlikçi cephesine milletimizin cevap beklediği sorular da sormuş;

  • Kan akmasını, Türkiye’de etnik ayrışma, çatışma ve bölünme sürecini başlatarak nasıl durduracaklarını?
  • Şehit annelerinin gözyaşlarını terör örgütüne teslim olarak nasıl dindireceklerini?
  • Türkiye’nin milli birliğini, bölücü terörün ayrılıkçı emellerinin siyaset sahnesine taşıyarak nasıl sağlanacağını ve
  • PKK ile müzakere yaparak sözünü ettikleri barışı nasıl gerçekleştireceklerini öğrenmek istemiştir.

Ve maalesef bütün sorularımız karşılıksız kalmış, AKP zihniyeti milletimizin tepkilerine rağmen dönüşü olmayan bir yola girmekte ısrarını sürdürmüştür.

Muhterem Milletvekilleri,

Bütün uyarılara rağmen, teröre sürekli prim veren Başbakan Erdoğan’ın geride kalan dönemde etnik ayrışmaya zemin hazırlayacak dinamitlerin fitillerini ateşleyerek başlattığı sürecin gerçekleri bugün bütün yönleri ile karışımıza çıkmıştır.

Maalesef, yöneldiği sapmalarla terörü ve bölücülüğü hiç olmadığı kadar dirilten iktidar zihniyeti, Kandil kadrolarını dağdan indirmek bir yana, şehir uzantılarını azdırmıştır.

Habur’dan dönüş törenleri ile başlayan gelişmelerin ardından, bölücülüğün suç olmaktan çıktığı açık bir yozlaşma ve meydan okuma yaşanmaya başlanmıştır.

Bu teröristler şimdi “barış elçisi” gibi kapı kapı dolaşarak PKK propagandası yapmaktadır.

Basın toplantıları düzenleyerek Türkiye’yi tehdit eden bu hainlerin tahrikleri karşısında da hükümet derin bir suskunluk içindedir.

Şimdi, bölücübaşının infaz şartlarını ve PKK terörünün başlamasının yıl dönümünü gerekçe gösteren mihrakların ihanet provalarında yeni bir aşamaya gelinmiştir.

Bugün AKP kadrolarınca PKK açılımı ile ortaya çıkan Türkiye’nin karşısındaki gerçek;

  • İktidar partisinin güdümlü adalet sistemince serbest bırakılan Habur girişli PKK kuryelerinin bir aydır meydan meydan gezdirildiği;
  • Adalet Bakanının İmralı Canisi’nin infaz şartlarını toplantılarla müzakere etmeye çalıştığı,
  • PKK uzantılarının Kurban Bayramında başlattıkları tahrik ve tahribatların tam on gündür sürdürüldüğü,
  • Otobüslerin, evlerin yakıldığı; patlayıcıların atıldığı; dükkânların banka şubelerinin, taşıtların tahrip edildiği;
  • Sokaklarda, yollarda barikatların kurulduğu, kamu kurumlarının kuşatıldığı, dükkânlarda kepenklerin indirildiği,
  • PKK paçavralarının alenen taşındığı, ihanet sloganlarının açıkça atıldığı, Al Bayrağımıza karşı saldırıların yapıldığı,
  • Eli kolu hükümet tarafından bağlanmış emniyet mensuplarının karakollarını taşlayanlarla, araçlarını yakanlarla sahipsizce mücadele etmeye çalıştığı;
  • Olayların gündüz saatlerinde başlayıp hiçbir tedbir alınmadan gece yarılarına kadar sürdüğü,
  • Ve Başbakan Erdoğan’ın tam bir acziyet içinde olan biteni oturduğu yerde seyrettiği teslimiyet tablosudur.

Son zamanlarda bizim Türkiye’nin bir bölgesine gidemediğimizi ağzına sakız yapan Başbakana buradan huzurunuzda sormak lazımdır:

  • Haftalardır bu yörede devam eden saldırılara karşı duracak devlet gücü nerededir?
  • Kamu düzenini sağlamakla sorumlu hükümet iradesi ne zaman ortaya çıkacaktır?
  • Şehit cenazelerinden ürken Başbakan, ihanetler için neden suskundur?

Günlerdir devam eden bu rezalet karşısında Başbakan Erdoğan sinmiştir ve ortalarda görünmemektedir.

Açılımın koordinatörü olan İçişleri Bakanı’nın yasadışı eylemlere müdahalede kararlıyız açıklaması ise gerçekte hiçbir anlam ifade etmemektedir.

Şu talihsizliğe bakınız ki, AKP’nin PKK açılımına 1 Ağustos tarihindeki toplantı ile teröre sayısız şehit ve gazi vermiş emniyet teşkilatımız alet edilmişti.

Hatırlayacağınız gibi, hükümet o tarihte etrafına topladığı “oniki kötü adam” refakatinde “PKK açılımı”nda Polis Akademisi zeminini kullanmaktan çekinmemişti.

Aradan geçen dört aydan sonra, hükümetin açılım ortaklarının saldırı hedefinin polis karakolları olması tam bir zihniyet iflasının ilanı olmuştur.

Ve çok şükür ki önceki gün Gazi mahallesindeki olaylara müdahale eden Çevik Kuvvet Polisi açılım sürecine gereken dersi vermiştir.

Kahraman polislerimiz, üzerilerindeki siyasi baskıları yırtıp atarak hep bir ağızdan “şehitler ölmez vatan bölünmez', 'Ne mutlu Türküm diyene', 'Akan kan bayrak için' sloganları”nı atmışlardır.

Teşkilatlarının başındaki Bakana gereken uyarıyı yapmışlardır, hak ettiği karşılığı vermişlerdir.

Hükümete rağmen canla başla çalışan, asayişi sağlamaya gayret eden ve AKP’nin hilafına, şehide ve bayrağa sahip çıkan Emniyet Teşkilatını kutluyorum, hepsiyle iftihar ediyorum.

Değerli Milletvekilleri,

“İyi şeyler olacak” denilerek aylardır devam eden gelişmelerin geldiği noktada iyi şeylerden söz etmek mümkün değildir.

  • Biteceği söylenen terör azmıştır.
  • Kandil Kadrolarına şehir teröristleri dahil olmuştur.
  • Kardeşliğimiz ağır yara almıştır.
  • Milli birlik denilen sözde projeden ayrışma ve husumet doğmuştur.
  • Daha dün olduğu gibi şehitler gelmeye devam etmiştir.

Ve bunların hiçbirisi ne müjdelenecek iyi bir şeydir, ne de sözde fırsat yılı ilan edilen 2009 yılındaki rezaletlerin üstünü örtmeye yetecektir.

Ağır bedeller ödemeden söz eden Başbakan Erdoğan’ın ve işbirlikçilerinin son olaylar karşısında foyası ortaya çıkmıştır.

Nitekim

  • Önce, Kandil kadrolarının hükümetin teşrifatı ile Habur’dan törenle giriş yapmaları,
  • Ardından şehadetler üzerinden yapılmak istenen alçakça istismarlar,
  • Ve sonra, İmralı canisi ile hükümet arasındaki kanlı, barutlu, taşlı sopalı pazarlıklar Başbakan Erdoğan ve hükümetinin maskelerini düşürmüş ve aziz milletimiz acı gerçeklerle ve sorumluları ile tanışmıştır.

Geçtiğimiz bahar sonunda fitili ateşlenerek ortalığa bırakılan yıkım projesinin kodları son gelişmelerle kırılmaya, şifreleri çözülmeye başlanmıştır.

İddia edildiği gibi barış ve huzurla, demokrasi ve hürriyetle, kalkınma ve refahla, kaynaşma ve kardeşlikle hiçbir şekilde alakası olmadığı da anlaşılmıştır.

Başbakan ve hükümeti Türkiye’yi ayrıştırma ve bölme projelerini İmralı, Kandil ve Barzani’nin desteğiyle hayata geçirmek için çıktığı yolculukta suçüstü yakalanmış, gerçek niyetler açığa çıkmıştır.

Yıllardır özellikle AKP ile birlikte sayısız zillete şahit olmuş bu millet, ne üzücüdür ki “açılım” adı altında yürütülen pazarlıkların geldiği noktayı görmek durumunda kalmıştır.

Sokaklarda PKK paçavralarının gezdirilmesinin, bölücü sloganlar atılmasının, etrafın ateşe verilmesinin suç olmaktan çıktığı, PKK’ya kucak açmanın cezadan muaf hale geldiği bir çürümenin odağı da artık belli olmuştur.

Barış ve kardeşlik projesi gibi sahte etiketler bu gerçeği saklayamamıştır.

Gelişmeler, gizlenmeye çalışılan oyunu ve oyuncuları giderek netleştirmiştir.

Sokaklara inmiş ihanetin, İmralı’dan diriltilen rezaletin sorumlusu ve müsebbibi Başbakan Erdoğan ve hükümetidir.

PKK’nın yirmibeş yıldır yapamadığı toplumsal ayrışmayı altı ayda başarmış olan AKP zihniyeti, yıkıcı ve bölücü dinamikleri harekete geçirmiş ve büyük bir aile olan Türk milleti arasında etnik husumet ve ayrışma tohumları ekmeye başlamıştır.

Dağdaki bölücülüğü törenle siyasete taşıyan Başbakan, Türkiye’nin milli birliğinin temellerine dinamit döşemiştir.

Yıllardır terörden ve bölücülükten muzdarip Türk milleti bu gelişmelerden son derece huzursuz, tedirgin ve endişelidir.

Bu yolda her bedeli ödemeye hazır olduğunu ifade eden Başbakan’ın Türkiye’yi ateşe attığını hala idrak edememesi çok vahim bir durumdur.

Türkiye’nin milli birliğini yıkmak için harekete geçen Başbakan Erdoğan, “PKK açılımında” dönüşü olmayan bir yola girmiştir.

Ne pahasına olursa olsun, bu yolda her bedeli ödeyerek yürüyeceğine ilişkin beyanları ortadadır.

Türkiye’yi çok tehlikeli sonuçları olacak bir toplumsal gerginliğe ve çatışma ortamına sürüklemeye kararlı olduğu görülmektedir.

Bütün bu gelişmeler AKP ile İmralı, Kandil ve DTP arasındaki ilişkilerin “çözüm ve açılım ortaklığı” ilişkisi olduğunu; bu süreçte ortaklar arasında yaşanan çekişme ve tartışmaların özü ve esasının rol paylaşımı,  statü rekabeti ve sürecin hızı kavgasından öteye geçmediğini göstermiştir.

Buradan hükümete uyarıda bulunmak istiyorum:

Türk milleti eşsiz sağduyusu ve metaneti ile yaşadığı ağır istismara ve tahriklere karşı sükunetini bugüne kadar korumasını bilmiştir.

Yaşanan bölünme tartışmaları, sınır tanımayan tehdit, bölücü saldırılar, devlete ve millete yönelik meydan okumalar toplumda çok tehlikeli bir gerilim ortamını karşımıza çıkartmıştır.

Ancak, hükümetin girdiği yoldan dönmemesi halinde milli değerlerine açıkça yapılan saldırılar karşısında milletimizin daha fazla sabır göstermesini, daha fazla sakin kalmasını beklemek mümkün olmayacaktır.

Hükümeti sorumluluklarını yerine getirmeye, idari, adli, güvenlik mekanizmalarını tam bir destekle olayların önüne geçmeye davet ediyorum.

Temennimiz ülkemizin sağ salim seçime kadar ulaşabilmesidir. Aksi halde millet ayağa bir kez kalkarsa ortada ne hükümet, ne işbirlikçi lobiler, ne de Kandil şebekeleri kalacaktır.

Mardin Nusaybin’de bir erimizin şehadeti ile şehir eşkıyalarının yaktığı otobüste yaralanan lise öğrencisi genç kızımızın vefatının ardından, dün Reşadiye’deki acı kayıplarımızla birlikte yaşanan olaylar son derece vahim ve kaygı veren bir hal almıştır.

Bu gelişmelerin tamamının sorumluluğu hükümetin sözde demokratik açılım adını verdiği yıkım projesidir.

Ayaklanma provalarının tırmandığı, şehadetlerin arttığı, saldırıların ve huzursuzlukların yoğunlaştığı, kutuplaşmaların yaygınlaştığı bu süreçte benim hükümete tavsiyem şu olacaktır.

Gelin girdiğiniz yanlış yoldan bir an önce dönün.

Daha fazla tahribata neden olmadan başlattığınız sözde açılımı terk edin.

Önce son terörist teslim oluncaya, son terör silahı ele geçinceye kadar PKK ile her şart ve ortamda mücadele edin.

Teröristin elindeki mayınları, bombaları ve silahları susturmadan insanımıza refah, huzur ve barışın gelemeyeceğini kabul ve itiraf edin.

Ve bu amaçla, hangi sınırı geçecekseniz, hangi ülkeye girecekseniz ve nereye kadar ulaşacaksanız ulaşın ve sonuna kadar mücadele edin. Terörün kökünü mutlaka kazıyın.

Milliyetçi Hareket Partisi de, aziz milletimiz de böylesi bir girişimin sonuna kadar arkasında olacak ve her desteği mutlaka verecektir.

Değerli Milletvekilleri,

Milliyetçi Hareket Partisi olarak gelişmeler ne kadar vahim olursa olsun çıkış yolunun yalnızca demokrasi olduğunu, sorunların ilk genel seçimde çözüleceğini düşünüyoruz.

Türk milletinin asla hak etmediği dayatma ve aşağılanmadan kurtulmasının yegane çözüm yolu budur.

Son günlerde yurdumuzun her yerinden yükselen şuur ve heyecan bu uyanışın müjdesini vermektedir.

Şimdi vatana, bayrağa, millete ve bunlar uğruna kendini feda eden evlatlarımıza sahip çıkma ve bu duruşu gösterme zamanıdır.

Şimdi, teslimiyete karşı durma, kardeşlikte buluşma ve geleceği paylaşma zamanıdır.

Bu amaçla 24 Ekim tarihinde duyurusunu yaptığımız “Bin Yıllık Kardeşliği ‘Yaşa’ ve ‘Yaşat’ ” açık hava toplantılarımızın ilkini 13 Aralık Pazar günü Ankara Tandoğan meydanında gerçekleştireceğiz.

İnancımız ve gayemiz, telafisi olmayan bir yanlışla milletimizin öfke ile kabaran yüreklerine yasal zeminlerde su serpmek, sahipsiz olmadıklarını dosta ve düşmana göstermektir.

Partimiz, yüreği Türk milleti için atan, kutlu vatan sevgisi ile çarpan, aziz şehitlerimizle sızlayan Türkiye’mizin tamamını, köken, mezhep, yöre ayrımı yapmaksızın kucaklamak için yola çıkmıştır.

Bayrağa, vatana, kardeşliğe ve şehadete sahip çıkmaya hazır bütün Ankaralıları ellerinde al bayraklarımızla beraber Tandoğan Meydanına davet ediyorum.

Muhterem Milletvekilleri,

Bildiğiniz gibi bu toplantının gerçekleştiği saatlerde Başbakan Erdoğan Amerika Birleşik Devletlerindedir.

6 Nisan 2009 tarihinde ABD Başkanı Obama’nın Türkiye Büyük Millet Meclisinde parti gurubunun ayakta alkışları arasında kendisine verdiği ev ödevlerinden bir kısmını yapmış olmanın huzuru ile bu görüşmeye gitmiştir.

Başbakan Erdoğan, aradan geçen süre içinde ABD’ye taahhüt ettiği gibi;

  • Ermenistanla ilişkiler başlatmış,
  • Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması Patrikliğin ekümenik olması için yeşil ışık yakmış,
  • Sözde açılım denilen yıkım projesini uygulamaya koymuş,
  • Türk tarihini yüzleşme adı altında aşağılamış,
  • Irak’ın Kuzeyindeki Peşmerge Reisleri ile kucaklaşmış,
  • Afganistan’a ilave asker desteği yerine getirilmiş,
  • Büyük Ortadoğu Projesinin Eşbaşkanı olarak küresel projelerin kılavuzluğu sürdürülmüştür.

Buna karşılık Türkiye’nin hiçbir temel sorununda ABD desteği alınamamış, verilen sözler bugüne kadar yerine getirilmemiştir.

Başbakan’ın Amerika Birleşik Devletlerini son ziyareti hakkında da Türk kamuoyunda büyük beklentiler yaratılmıştır.

Başbakan Erdoğan, hükümet kaynakları ve yandaş basın bu konuda Türk toplumuna boş hayaller pompalayarak yoğun bir yönlendirme kampanyasına girişmiştir. 

Ancak, Beyaz Saray’daki görüşme sonrası yapılan açıklamalarda bu ziyaretin sonuçlarının Türkiye için büyük bir hüsran olduğunu göstermiştir.

Bu görüşmenin Türkiye bakımından en hayati konusunun PKK terörüyle mücadelede ABD ile somut ve ciddi işbirliği yapmasının sağlanması olduğu herkesin hem fikir olduğu bir husustur. Ancak bu beklentiler bütünüyle boşa çıkmıştır.

ABD Başkanı görüşme sonrası yaptığı açıklamada hemen hemen her konuya temas etmiş, ancak PKK kelimesini ağzına almamıştır.

Bu konuda söylediği tek şey dünyanın her yerinde terörizm ile mücadele konusundaki ortak yükümlülüklerini genel ve soyut ifadelerle tekrarlamak olmuştur.

Yapılan resmi açıklamalar sonrası sorulan bir soruya cevaben Obama, PKK’nın terör örgütü olduğunu, Türkiye ve Amerika’nın NATO müttefikleri olarak birbirlerine yardımcı olmaları gerektiğini kerhen dile getirmiştir.

Devamında ise, çok ilginç bir şekilde terör konusunda tutarlı davranmak zorunluluğu bulunduğunu söylemiş ve bu kapsamda Başbakan Erdoğan’ın son açılımla Kürt toplumu olarak adlandırdığı vatandaşlarımıza kucak açmasını çok önemli bulduğunu vurgulamıştır.

ABD Başkanı, PKK ile mücadelede sadece askeri yöntemlerin çözüm olamayacağını belirterek bu konunun siyasi yönleri bulunduğunu ön plana çıkarmıştır.

PKK terör unsurlarının Irak’ın kuzeyinde yuvalandığı, bu bölgeyi Türkiye’ye karşı bir saldırı üssü olarak kullandığı ve başta lojistik ve siyasi destek olmak üzere Barzani güçlerinden her türlü himayeyi gördükleri bir vakıadır.

Amerika Birleşik Devletleri bugüne kadar müttefiki Türkiye’ye PKK ile mücadelede gerekli desteği maalesef vermemiş, Türkiye’ye karşı Barzani’yi tercih etmiş ve sözde kalan destek beyanları dışında eyleme dönük ve sonuç alıcı hiçbir adım atamamıştır. 

Bu konuda sadece “PKK ortak düşmanımızdır” gibi sudan beyanlarla ve sınırlı istihbarat paylaşımıyla yetinilmiştir.

PKK ortak düşmanımız diyen Amerika Birleşik Devletleri, bu ortak düşmandan kaynaklanan terör tehdidine karşı ortak tavır almaya yanaşmamış, sözde kalan laflarla ipe un sermiş ve Türkiye’yi oyalamıştır.

ABD’nin iznine dayalı olarak yapılabilen sınırlı hava harekâtları PKK’nın tasfiyesi amacını sağlamaya yetmemiş, Barzani ile cephe oluşturan ABD Türkiye’nin geniş kapsamlı kara harekâtına karşı çıkmıştır.

Bu konuda esasen isteksiz olan AKP hükümeti de ABD’yi buna ikna edecek kararlı bir tutum izleyememiştir.

Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde yuvalanan terör unsurlarını askeri güçle tasfiye etmesinin önüne set koyan ABD, buna karşılık Barzani’nin istediği gibi Türkiye’yi terör ve etnik bölücülük sorunu için siyasi çözüm süreci başlatmaya zorlamıştır.

Başbakan’ın taşeronluğunu yaptığı ve senaryosunu ABD’nin hazırladığı PKK açılımı nihayet siyasi gündeme resmen taşınmış ve Türkiye çok karanlık bir döneme sokulmuştur.

Başbakan Erdoğan’ın Obama ile görüşmesi böyle bir ortamda ve Türkiye’nin ısrarlı talepleriyle gerçekleşmiştir.

Beyaz Saray’da dün akşam yapılan açıklamalar ABD’nin PKK terörüyle sözde kalacak beyanlarla yetineceğini ve PKK’nın bu bölgeden tasfiyesi için gerekli somut adımları atmaya niyetli olmadığını bir kere daha göstermiştir.

Yıllardan beri yalnızca gönül okşamak üzere kurgulanmış stratejik ortak, stratejik müttefik, model ortaklık gibi boş sözlerle avunulmuştur.

Bu görüşmenin Türkiye açısından başarılı sonuç vermiş kabul edilebilmesi için tek bir temel kriter bulunmaktadır.

Bu da ABD’nin sözde ve görüntüde kalan beyanlarla yetinmeyerek PKK’nın bu bölgeden tasfiyesi için gerekli somut adımları atmasıdır.

Bu kapsamda yapılması gerekenler:

  • Barzani’nin PKK’ya lojistik desteği ile fiziki ve siyasi himayesinin kesilmesi;
  • Yönetici kadrosunun yakalanarak Türkiye’ye teslim edilmesi,
  • Irak merkezi makamlarının kontrolüne geçen Irak hava sahasından askeri amaçlarla yararlanmanın yeniden başlamasının sağlanması ve
  • Türk Silahlı Kuvvetlerinin kara harekatına olan itirazlardan vazgeçilmesidir.

Oysa bunların hiçbirisi görüşme konusu olmamış, Obama bunun yerine Başbakan Erdoğan’a PKK’nın amaçlarını karşılamak için başlattığı siyasi çözüm sürecinin sürdürülmesinin tek geçerli yöntem olacağını bir kere daha hatırlatmıştır.

Bu durumda ziyaretin tek sonucu; Başbakan Erdoğan’ın PKK açılımı konusunda gelinen nokta hakkında ABD Başkanı Obama’ya rapor sunması ve karşılığında bu ihanet yolunda durmadan yürümesi için telkin, tavsiye ve nasihat alması olmuştur.

ABD Başkanı Obama’nın görüşme sonrası yaptığı açıklamada PKK terörü ile mücadelede etkin işbirliğinden hiç bahsetmemesine karşılık,

Ekümenik olarak nitelendirdiği Patrikhane’nin sorunlarının çözümü için Başbakan’ın daha ileri adımlar atmasından, Heybeliada Papaz okulunun açılmasından ve Türkiye’nin Ermenistan’la ilişkileri normalleştirme sürecini ilerletmesinden bahsetmesi ve bu konuda Başbakan’ı desteklediğini söylemesi bu ziyaretin ve sonuçlarının tam bir fiyasko olduğunu göstermiştir.

Bu somut gerçekler, Başbakan ve yandaşlarının bu ziyareti Türk toplumuna bir başarı olarak gösterme çabalarının büyük bir aldatmaca olduğunu ortaya koymaya yetecektir.

Değerli Milletvekilleri,

Amerika Birleşik Devletlerinin Türkiye’nin Afganistan’a ilave asker göndermesi ve bunlara muharip görevler verilmesi talepleri, Türk-Amerikan ilişkileri gündeminde bir süredir yer alan endişe verici bir konudur.

Afganistan’daki mevcudiyetimizin son dönemindeki takviyelerle 1750 askere ulaştığı resmi bilgilerden anlaşılmaktadır.

Şimdi Türkiye’den istenilen bu gücü daha da artırması ve Türk askerlerinin Kabil’in dışında savaş bölgelerinde askeri operasyonlarda görev almasıdır.

Üstelik bu talebin Türkiye’nin Kuzey Irak’taki PKK teröristleriyle mücadele için bölgeye girmesine karşı çıkan Amerika’dan gelmesi, bunu daha da anlaşılmaz ve kabul edilmez kılmaktadır.

PKK’yı tasfiye etmek için Kuzey Irak’a girmesine izin verilmeyen Türk askerinin, Afganistan’da çarpışmasını istemek, AKP’yi, ABD’nin küresel stratejilerinde taşeron olarak görmekle eş anlamdadır.

Başbakan Erdoğan’ın stratejik ortaklık olarak nitelendirdiği, Türkiye ile ABD ilişkilerinin aslında bir taabiyet ve teslimiyet ilişkisi olduğunu gösteren bu gelişme karşısında, AKP hükümetinin benimseyeceği yaklaşımın önümüzdeki dönemde nasıl bir seyir alacağını yakından izlenmesi bu bakımdan önem taşımaktadır.

Milliyetçi Hareket Partisi tarihinin en zor günlerini yaşayan Afganistanlı kardeşlerimize eğitim, güvenlik, sağlık ve imar konularında yapılacak her yardımı sonuna kadar desteklemektedir.

Bu yardımlar ve destekler dışında, Müslüman Afganistan halkının iç siyasi meselelerine küresel güçlerin doğrudan müdahalelerine sıcak bakılmaması ve suç ortaklığı yapmaması hükümetten beklentimizdir.

Değerli Milletvekilleri,

Milli Eğitim sisteminin yapısal sorunları ve mesleki eğitimin sıkıntıları kronik bir toplumsal huzursuzluk kaynağı haline gelmiştir.

AKP hükümeti, yedi yıllık iktidar döneminde bu sorun ve sıkıntıların toplumsal vicdanı rahatlatacak çözümlere kavuşturulması için gerekli siyasi irade ve kararlılığı gösterememiş, bu yönde somut adımlar atmamıştır.

Bu konuda samimi olmayan AKP bunları ucuz bir istismar alanı olarak görmüş, arkasını getiremediği vaatlerle Türk milletini oyalamış ve aldatmıştır. Çözümsüzlüğe itilen bu sorunlar kangrene dönüşmüştür.

Yükseköğretim Kurulu’nun meslek lisesi mezunlarının üniversiteye giriş sınavında uygulanacak katsayı konusunda yaptığı idari düzenlemenin Danıştay tarafından yürürlüğünün durdurulması bu sorunu yeniden siyasi gündeme taşımıştır.

Danıştay kararının, Anayasa’da ifadesini bulan hukuka uygunluk denetimi ışığında tartışmalı olduğu ve milli vicdanda karşılık bulmadığı bir gerçektir.

YÖK’ün karara itirazı ile hukuki süreç devam etmektedir. Ancak, bu kararla ortaya binlerce öğrencinin mağdur olmasına yol açacak çok ciddi bir durum çıkmıştır.

Üniversiteye giriş sınav süreci ve takviminin işlemeye başlamış olması karşısında, Danıştay kararı sonrası katsayı konusunda uygulanacak esaslar bakımından hukuki boşluk oluşmuştur.

YÖK’ün bu konuda çok acil olarak idari tasarrufta bulunması ve üniversiteye giriş sınav sürecinde uygulanacak düzenlemeyi belirlemesi en öncelikli konudur.

Bunun için Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında yasal düzenleme gerekiyorsa, AKP hükümetinin bu konuda harekete geçmesi gerekecektir. AKP’nin Meclis’teki sayısal çoğunluğu bunun için yeterlidir.

Ancak, bu konuda Meclis zemininde geniş tabanlı mutabakat arayışına ihtiyaç duyuluyorsa, Milliyetçi Hareket Partisi bu yöndeki iyi niyetli çabalara katkıda bulunmaya hazırdır.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Konuşmamın bu bölümünde, ekonomideki son gelişmelerle ilgili görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Hepinizin yakından şahit olduğu üzere, son günlerini yaşadığımız 2009 yılı her anlamda zor ve sıkıntılı bir dönemin adı olmuştur.

AKP iktidarları süresince; umutlarla başlanan her yıl maalesef acı ve talihsiz olaylarla son bulmuş, geride kalan problemlerle yüklü zamanın sağlıklı ve derinlemesine muhasebesi bir türlü yapılamamıştır.

Bu kapsamda 2009’da israf edilmiş, aynı zamanda heba olmuş bir yıl olarak hatırlanacak ve özellikle ekonomik sorunların hiçbir dönemde olmadığı kadar, milletimizi zayıf ve yorgun düşürmesi akıllardan çıkmayacaktır.

Dışsal faktörlerin belirleyiciliğinde; siyasi parti olarak önce serpilen ve büyüyen, sonra duraklama aşamasına geçen, burada da fazla tutunamayarak çökme safhasına giren AKP iktidarı, ekonomideki hiçbir meseleye köklü ve kalıcı bir çare bulamamıştır.

Ve üstelik bir yılı aşkındır hâkimiyetini hissettiren ekonomik krizi yanlış okuyan, tedbir ve ön almada yanlış ve sakat bir duruş sergileyen iktidar partisi, ekonomik odaklı problemlerin daha da büyümesine neden olmuştur.

İnsanımız gerçek anlamda bugününden mutlu ve memnun değildir. İyi giden, yarına umutla bakmalarını sağlayacak, günlük geçim zorluklarının temelli çözüme kavuşturulacağı günlerin de uzak olduğu gelişmelerden anlaşılmaktadır.

Bu itibarla, Türkiye’nin içinde kıvrandığı ve milletimizi derinden etkileyen ekonomik krizin çıkış ve yayılış nedeni tamamıyla AKP politikalarının eseridir.

Dış talebe aşırı bağlılık, iç talebin çökmesi, üretim sisteminin tahrip olması, finansman kanallarının tıkanması, işsizlik ve yoksulluk, ekonomide en temel sorun alanları olarak bugün karşımızdadır.

Kronik bir hale gelen ekonomik problemler, gerçekten de insanımızı hayatından bezdirmiştir.

Geçtiğimiz hafta, uluslar arası bazı derecelendirme kuruluşlarının, Türkiye ekonomisi ile ilgili yaptıkları değerlendirmelerin olumlu olması hiçbir şeyi değiştirmeyecek, ekonomik sorunların ağırlığından birşey kaybettirmeyecektir.

Kredi notu veren derecelendirme kuruluşlarının güvenirlikleri, son küresel ekonomik krizle iyice tartışmalı hale geldiği ortadayken, bu tespitlerin ne kadar doğru ve tutarlı olacağı da daha iyi anlaşılacaktır.

Hatırlanacağı üzere, iflasın eşiğine gelen İzlanda’nın, bu aşamaya gelmeden kısa bir süre önce kredi notu yükseltilmiştir.

Ve krizle birlikte batan birçok şirketin, kredi değerlendirmesinin son derece iyi olması, haklarında ve içinde bulundukları durumla ilgili pozitif mesajların verilmesi uzun bir süre dünya kamuoyunda tartışılmıştı.

Türkiye ekonomisinde düzelen ve iyiye giden herhangi bir husus olmadan, sırf yabancı finans kuruluşlarının alacaklarının düzenli olarak ödenebileceğinden hareketle, kredi notunun yükseltilmesi milletimiz açısından hiçbir anlam ifade etmeyecek, Başbakan Erdoğan’ın iş bilmezliğini ve beceriksizliğini de ortadan kaldıramayacaktır.

Krizin hasar ve envanterini çıkarmadan, yalnızca sözle ve hamasetle mücadele edileceğini düşünen Başbakan Erdoğan, hala kriz karşısında başarılı bir performans sergilendiğini söyleyebilme pişkinliğini göstermiştir.

IMF ve OECD’nin yayınladıkları raporlarda, Türkiye’nin kriz karşısında başarılı olduğunun teyit edildiğini iddia eden bu zihniyetin, her şeyi çarpıtmakta ve içini boşaltmakta ne kadar mahir olduğu bir kez daha görülmüştür.

Yeri ve ortamı gelmişken, siyaseten iflas etmeye doğru giden Başbakan Erdoğan’ın, mutlu ve umutlu olmak için hep sınır dışına bakma alışkanlığından bir an önce vazgeçmesinin kendisi açısından son derece hayırlı olacağını ifade etmek isterim.

Değerli Arkadaşlarım,

Türkiye ekonomisi, 2009 yılında en derin ve ciddi küçülmeyi yaşamış olan birkaç ülkeden birisidir. Doğal olarak bu hal önümüzdeki yılda ekonominin rakamsal ve teorik olarak hızla büyüme şansını arttırmıştır.

OECD’nin geçtiğimiz haftalarda açıklanan tahmininde; 2009’da yüzde 6,5 daralması beklenen Türkiye ekonomisinin, 2010 yılında yüzde 3,7 büyüyeceği ifade edilmiştir.

Bununla birlikte Orta Vadeli Programda gelecek yıl için öngörülen büyüme oranı da yüzde 3,5 düzeyindedir.

Bu manzaraya rağmen işsizlikte bir iyileşme, yoksullukta bir azalma, milletimizin refahında bir artış görülmemektedir.

Üstelik ekonomik mahkûmiyet içinde bulunan vatandaşlarımız için IMF ya da OECD’nin hangi ve ne şekilde yorum yapıp yapmadığı bir önem arz etmemektedir.

Bugün ülke olarak en büyük talihsizliğimiz, uluslar arası kuruluşların raporlarıyla, Türkiye’nin iyiye gittiğini düşünecek kadar basiretini yitirmiş birisinin siyasi sorumluluk taşıyor olmasıdır.

Gerçeklerden ve gelişmelerden inanılmaz derecede kopuk olan Başbakan Erdoğan, ülkemizi tam bir çıkmazın içine sokmuş ve bugünümüzle birlikte geleceğimizi de ateşin içine atmıştır.

Kim ne derse desin, raporların içerdiği bilgiler kamuoyuna ne şekilde dayatılırsa dayatılsın; ülkemizde yoksul ve çaresiz insanımızın sayısındaki endişe verici artışı, sadece sokaklara, çarşılara, pazarlara, mahalle aralarına bakanlar rahatlıkla görebilecektir.

En son olarak açıklanan ve krizden önceki dönemi içeren 2008 yılı yoksulluk verileri, resmi anlamda bile bu konudaki problemlerin hangi boyutta olduğunu rahatlıkla gözler önüne sermiştir.

Bu çerçevede, geçtiğimiz yıl Türkiye’de fertlerin yaklaşık yüzde 0,54’üne tekabül eden 374 bin kişi sadece gıda harcamalarını içeren açlık sınırının, yüzde 17,11’ine denk düşen 11 milyon 933 bin kişi ise gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.

Mutlak yoksullukla ifade edilen bu değerlendirmeler, tabii olarak milli gelir ve tüketim arttıkça gerileyecektir. Buna ilave olarak ekonomik büyüme ve zenginleşme sonucunda da yoksullukta bir azalma yaşanacaktır. Bu işin doğal mecrası ve rakamsal zorunluluğudur.

Gelirin ve refahın adil, dengeli dağılımı açısından göreli yoksulluk oranlarına bakmak daha sağlıklı ve doğru olacaktır. Buna göre, göreli yoksul 2002 yılında yüzde 14,7 iken, 2008 yılında yüzde 15,1’e çıkmıştır. Kaldı ki, kent-kır uçurumu ve ayrımı derinleşmiş ve büyümüştür.

Kentte göreli yoksul oranı 2002 yılında yüzde 11,3’ten, 2008’de yüzde 8’e inmiş; kırda ise yüzde 19,9’dan yüzde 31’e tırmanmıştır. Üstüne üstelik bu rakamlar, kriz öncesinin verilerini yansıtmaktadır.

Türkiye bu kapsamda hızla yoksullaşmakta ve insanımız için sorunlar çığ gibi büyümektedir.

Değerli Arkadaşlarım,

Bir yönetici için en büyük gerileyiş, yönetme sorumluluğunu üstlendiği çalışanlarla olan diyaloğun zedelenmesi ve kopmasıdır.

Meşruiyetini yalnızca yabancıların kanaatlerinde ve övgülerinde arayan bir başbakanın halkından giderek soğuması ve sorunlarını dikkate almaması elbette ki kendisinden beklenen bir sonuçtur.

Nitekim, Başbakan Erdoğan da ülkemizi ne hale getirdiğini anlayamayacak, çalışanların sıkıntılarını göremeyecek kadar gözü dönmüş ve milletine yabancılaşmıştır.

Bunaldıkça ve meselelerin üstesinden gelemeyeceğini anladıkça frenleri boşalan Başbakan, herkese saldırmaktan, hakaret etmekten ve suçlamaktan bir rahatsızlık duymamaktadır.

Bu ruh hali ise Başbakanı demokratik üslup ve ahlaktan giderek uzaklaştırmakta ve despot hale getirmektedir.

Geçtiğimiz günlerde, memurlarımızın uluslar arası sözleşmelerden ve iç hukuktan kaynaklanan bir günlük iş bırakma eylemi karşısında Başbakanın tahammülsüz açıklamaları, bu anlayışın tipik bir yansıması olmuştur.

Kamu görevlisi memur kardeşlerimizin haklı talep ve tepkilerini göstermek amacıyla yaptıkları eylemini hazmedemeyen Başbakan Erdoğan, bu demokratik imkâna saygı göstereceği yerde baskı, soruşturma ve görevden uzaklaştırma yoluyla onları sindirmeye çalışmıştır.

Temennimiz tamamen demokratik olan taleplerin karşılıklı görüşmeler yoluyla çözülmesi, hükümetin yapay azınlıklar yaratmak için sığındığı Avrupa standartlarının, çalışanların hak ve imkânlarının sağlanmasına yönelik olarak da önceliğe alınmasıdır.

Son olarak en temel haklarını aramaktan başka bir amacı olmadığı anlaşılan bir grup Tekel işçisine, yatarak para kazandıkları yönünde suçlama yöneltmesi, Başbakan’ın siyasi terbiye ve nezaketten ne derece mahrum olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.

Başbakan Erdoğan’ın, sayıları onikibini bulan Tekel işçisi kardeşlerimizin yatarak para kazandığını ifade etmesi tam bir haddini bilmezlik örneği olmuştur.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak, giderek yoksullaşan ve geçim sıkıntıları çeken milyonlarca işçi ve memur kardeşimize reva görülen muameleleri ve yaklaşımı şiddetle kınıyoruz.

Başbakan’ın lügatinde yatarak para kazanmak, ya da yan gelip yatmak çok geniş yer tutmaktadır.

Buradan söylüyorum ki, bu ülkede hiçbir işçi kardeşim yan gelip yatarak para kazanacak kadar hayâdan uzak ve sorumsuz değildir.

Alın terleriyle helal kazançlarını elde etmekten, evlerine ekmeklerini götürmekten ve milletimiz için çalışmaktan başka bir şey düşünmeyen işçi kardeşlerimizin bu şekilde suçlanmasını aziz milletimiz elbette değerlendirecektir.

Biz buradan 40’ı aşkın işletme ve işyerinde çalışan 12 bin Tekel işçisi kardeşimizin duygularını paylaşıyor ve sorunlarının bir an önce çözülmesi için Meclis zemininde gerekli girişimlerde bulunacağımızı ifade ediyorum.

Ve diyorum ki; bu ülkede yan gelip yatarak işini yürüten birisi varsa o da Başbakan Erdoğan’dan başkası değildir ve olmayacaktır.

Kendisi yan gelip yattıkça, işçimizi, askerimizi de aynı şekilde gören Başbakan, inşallah sandıkta alacağı dersle irkilecek ve o zaman mahkemede hesap vermek için ayağa kalkacaktır.

Buradan Başbakan Erdoğan’a söylemek isterim ki;

  • Yattığınız yerden, servetinize servet kattınız.
  • Yattığınız yerden, köşeyi döndünüz.
  • Yattığınız yerden, varlıkları yabancılara peşkeş çektiniz.
  • Yattığınız yerden, şeker fabrikalarını satışa çıkardınız, bu alandaki binlerce işçimizi sıkıntıya soktunuz.
  • Siz yattınız, aziz milletimiz çalıştı.
  • Siz keyif yaptınız, işçi, memur, çiftçi, esnaf çabaladı.

Başbakan Erdoğan siyasi tarihe; yattığı yerden, gezdiği yerden, konakladığı yerden ülke yöneten birisi olarak geçmiştir.

Bilinmelidir ki, Milliyetçi Hareket bedeli kanla ödenerek kurulmuş olan Cumhuriyetimizin, onun kurumlarının, binlerce yılda oluşmuş Türk milletinin, gece demeden gündüz demeden üreten isimsiz kahramanlarının ve müesseslerinin haklarını korumaya ve kollamaya her zaman ve her ortamda hazır ve kararlıdır.

Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.