08.06.2010 - TBMM Grup Toplantısı Konuşması.
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
8 Haziran 2010

 

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Muhterem Basın Mensupları,

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Yedi buçuk yıldır ülkemizi yöneten AKP zihniyeti ile yaşanan her gün, onun gerçek yüzünü henüz göremeyenler için, görmek istemeyenler için saklandıkları maskelerin düşmeye başladığı ibret verici olaylarla doludur.

Bu uzun süre içinde, tahrip edilmedik değer, istismar edilmedik mukaddesat, incitilmedik gönül bırakmayan AKP yönetiminin geleceği açısından kritik bir yol ayrımına doğru hızla yaklaşılmaktadır.

Ancak işin kaygı verici yönü, gittikçe batağa sürüklenen bu zihniyetin ülkemizi de karanlıklara sürüklemeye başlamasıdır.

Bir insanın, bir milletin ve bir devletin başına gelebilecek bütün talihsizliklerin bugün karşımıza açlık, yoksulluk, terör ve dayatma olarak çıkması asla bir tesadüf değildir.

Bu olumsuzluklar, AKP zihniyeti ile geçen geride kalan yılların istismarda sınır tanımayan, taviz veren, boyun eğen, teslimiyete razı, figüranlığa talip ve küresel taşeronlukta ısrarlı anlayışının kaçınılmaz sonucudur.

Yaşanan her olaydan sonra dökülen makyajların arkasından çaresiz, etkisiz, tükenmiş bir yönetimin başarısızlıklarına, kendi dışında sorumlu arayan ve yarattıkları buhranlara bahane bulan çirkin yüzü biraz daha ortaya çıkmaktadır.

Yalnızca geçtiğimiz hafta yaşananlar bile bu gerçeklerin görünmesinde, aklı tutulmamış, vicdanı kararmamışlar için başlı başına ibret verici olaylara sahne olmuştur.

Bunlardan birincisi Gazze’ye yardım götüren gemilere yapılan İsrail saldırısının ardından ortaya çıkan gelişmeler ve hükümetin tutumudur.

Diğeri ise daha İskenderun’da verdiğimiz şehitlerin kanı kurumamışken, AKP’nin can dostu ve açılım arkadaşı Peşmerge reisi ile sergilenen samimi kucaklaşmalardır.

Her iki tarihi olay da hükümetin foyasını, acı ve talihsiz sonuçlarla ortaya çıkartmıştır.

Değerli Milletvekilleri,

İsrail’in yardım götüren sivil kuruluşların gemilerine yaptığı kanlı baskın bütün yurtta haklı tepkilere neden olmuştur.

Ölenlerin tamamının vatandaşlarımız olması milletimizin İsrail hükümetine olan öfkesini daha da artırmış, cenaze törenleri büyük katılımlarla gerçekleşmiştir.

Ben, şahsım ve partim adına hayatını kaybedenlere rahmet, yaralılarımıza acil şifalar dileklerimi bir kere daha tekrarlıyorum.

Partimiz, bu kanlı saldırıyı duyduğu andan itibaren gösterdiği duruşun ve verdiği kararın arkasındadır.

Uluslararası sularda gerçekleşen bu saldırı Türk milletine karşı yapılmıştır. İsrail cezasız, ölümlerle sonuçlanan bu düşmanlık karşılıksız kalmamalıdır.

Ancak takdir edersiniz ki, milletimizin meydanlarda toplanarak gösterdikleri toplumsal tepkilerin uluslararası ilişkilerde karşılığı başkadır. Devleti ve milleti hukuken temsil eden hükümetin Türkiye Cumhuriyeti adına vereceği cevap ve karşılıkların dünyadaki anlamı, önemi ve değeri başka olacaktır.

Aradan geçen yedi günlük süre içinde hükümet hamasi nutuklardan ve sahte çıkışlardan başka, ciddi sayılacak hiçbir girişimde bulunmayacağını ve bu anlayışla etkili ve kalıcı bir sonuç elde edemeyeceğini göstermiştir.

Geçtiğimiz hafta yaşanan olayların sıcaklığı azaldıkça, gerilim dağıldıkça hükümetin iflas etmiş politikalarının sonuçları daha da netleşmiş, sözde tedbir adı altında alınmak istenenlerin ne kadar etkisiz ve cılız kalacağı daha net ortaya çıkmıştır.

Ümit ediyorum ki ilerleyen günlerde toplumdaki öfke ve heyecan yerini akla ve sorgulamaya bırakacak, bu olayın arkasındaki gerçekler ile gerisindeki sahte çıkışlar çok daha iyi anlaşılacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin, kamuoyunun daha iyi analiz yapabilmesi, gerçek sorumluların ve yaşanan sürecin daha net görülebilmesi için yaptığı tespitler ve cevabını aradığı sorular bu aşamada şunlardır:

1.      Dokuz vatandaşımızın can kaybıyla sonuçlanan yardım faaliyetinin sakıncaları konusunda Dışişleri Bakanlığı önceden uyarıda bulunmuş mudur? Cevap beklediğimiz ilk soru budur ve gelişmeleri etkileyecek kadar önemlidir.

Dışişlerinin vaki uyarısından sonra Gazze’ye gitmeye hazırlanan bazı AKP milletvekilleri bu kararlarından vaz geçmişler midir? Bu konu da son derece ciddiye alınması gereken bir husustur.

Şayet bu iddialar doğru ise bu durumda AKP hükümetinin Gazze’ye doğru yola çıkanların başına gelecek vahim gelişmelerden haberdar olduğu anlaşılmaktadır.

Yok, eğer gerekçe İsrail’in müdahale ihtimali değilse, o takdirde de AKP’nin sivil yardım faaliyetlerini gerçekte desteklemediği, ancak sonucundan ortaya çıkan trajediyi istismar ettiği ortaya çıkacaktır.

2.      İsrail’in, Gazze’ye yardım konusunda isteksizliği ve sert tepkileri biliniyorken, hatta bu son olaydan önce müdahale edeceklerine dair açıkça ikaz yapılmışken, hükümet sivil toplumun temsilcilerini başlarına gelebilecek tehlikeler karşısında uyarmış mıdır, eğitmiş midir, güvenliklerini sağlamış mıdır?

Cevabın hayır olması halinde ise, müdahale ihtimaline çok açık ve çok gergin bir coğrafyaya doğru yol alan yardım gemilerine yapılması muhtemel bir saldırının önlenmesi için hükümet tarafından tedbir alınmadığı, şahısların göz göre göre tehlikeye salındığı ortaya çıkacaktır.

3.      Olayın duyulmasının ardından sözlü bile olsa haklı ve yerinde tepkiler göstermeye başlayan Başbakan Erdoğan, hükümeti ve partisi, ilerleyen günlerde yaptırımdan kaçıp hamasete sığınarak süreci neden soğutmaya çabalamışlardır. Cevap aradığımız sorunun biri de budur.

Nitekim, İsrail hükümetini eleştirirken mangalda kül bırakmayan Başbakan Erdoğan’ın partisi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden çıkartılmak istenen İsrail’i kınayan ve hükümete görev yükleyen resmi açıklamaya katılmak istememiştir.

4.      Başbakan’ın alkış alacağı yerlerde hamasi İsrail karşıtı nutuklardan, cenazeleri havaalanında karşılamak ve yaralıları hastanede ziyaretten başka bir ciddi girişimin olmadığı bu süreçte, AKP zihniyetini kalıcı ve köklü tepkilerden alıkoyan hangi ilişkiler ağıdır ve uluslar arası angajmanlardır?

AKP, olayın vahametine eşdeğer bir tepkiyi gösterememiş, sözde sıfır sorun sahibi dostları başta olmak üzere uluslar arası kamuoyunun hukuki desteğini arkasına alamamıştır.

Yabancı gazetelerde yer alan eleştirel yorumların ve yorumcuların, bazı yabancı kentlerde yapılan gösterilerin bir etkili kınama seferberliği olarak tanıtılmaya çalışılması kimseyi inandıramayacaktır.

Nitekim, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden bağlayıcılığı ve yaptırımı olan kınama kararı çıkartılamamış, bunun yerine, etkisi olmayan Başkanlık açıklaması ile yetinilmiştir. Başbakan’ın dünyayı ayağa kaldıracağız iddiaları da daha baştan boşluğa düşmüştür.

İsrail’in yaralı ve vefat etmiş vatandaşlarımızı iadesi bir diplomatik zafer gibi sunulmaya çalışılmış, ne Arap ülkelerinden ve bunların oluşturduğu birliklerden, ne de birbirlerine ön isimleri ile hitap edecek kadar samimi olunan nikâh şahidi yabancı başbakanlardan veya eşbaşkanlık yaptığı küresel projelerin sahibinden İsrail karşıtı bir açıklama ve destek alınamamıştır.

Biliyoruz ki, bu sorularımız da bundan öncekiler gibi cevapsız kalacaktır. Kuru kahramanlıklar, sahte çıkışlar ve sanal tehditlerle kamuoyu susturulmaya ve oyalanmaya çalışılacaktır.

Muhterem Milletvekilleri,

Yalnızca bu olayda değil, bundan önce de müdahalelerinde orantısız güç kullanan İsrail’in hedef gözetmeksizin gerçekleştirdiği harekâtların varlığı bilinmektedir.

Biz geçmişte, Ortadoğu coğrafyasındaki kin ve nefretle kökleşmiş olayların çözümünün maalesef ki bölgesel olamayacağını söylemiş, İsrail’in arkasındaki güç olan Amerika Birleşik Devletleri’nin desteği olmadan bu saldırganlıkların durmayacağını açıklamıştık.

  • Özellikle bu coğrafyadaki olaylara sözde müdahil olarak harekete geçtiğini iddia eden ve adına mekik diplomasi dedikleri nafile ziyaretler düzenleyen hükümeti eleştirerek, bu yaklaşımın bu yöntemlerle sonuç getirmeyeceğini vurgulamıştık.
  • “Osmanlının torunlarıyız” diyerek sözde etkin politika yürüttüğünü iddia eden hükümete ve Başbakan Erdoğan’a eleştiriler getirerek çözümün, öncelikle Ortadoğu’da değil, bu coğrafyayı karıştıran Okyanus ötesindeki dostlarının iknasında aranması gerektiğini ikaz etmiştik.
  • Başbakanın bu konudaki samimiyet seviyesini, üç kıtadaki bütün sancılı gelişmelerin odağı ve kaynağı olan Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanlığından istifa etmesi ile anlaşılacağını da belirtmiştik.

Ne var ki aradan geçen aylarda ve yıllarda, Filistin-İsrail arasındaki sorunu çözme konusunda sözde arabulucu rolüne soyunan Başbakan ve hükümeti beklediği sonuca ulaşamamış, iç kamuoyuna yönelik olarak şişirdiği “etkili politika” “güçlü devlet” balonları birer birer sönmüştür.

Yıllardan beri ülke ülke gezmeyi başarılı ilişkiler ve etkin devlet rolü zenneden Başbakan’ın;

  • Terörle mücadelede içine düştüğü çıkmaz yolun sahibi Amerika Birleşik Devletlerini bir türlü ikna edememiş olması,
  • Kandile harekât yapamayışının bahanesini Barzani ile kucaklaşarak örtmeye çalışması,
  • Ermeni meselesinde ecdadımızı lekelemeye devam eden Ermenistan’la el sıkışmak durumunda kalması,
  • Kıbrıs’ta sözde ilerleme adına hiçbir gelişme kaydedemeden sorunun kilitlenmesi,
  • Ve Avrupa Birliği macerasının tam bir çıkmaza girmesi, hükümette giderek çaresizliğe, vatandaşta ise öfkenin birikmesine neden olmuştur.

Başbakan Erdoğan açısından, uluslararası ilişkilerde; yaşadığı derin hayal kırıklıkları ve geriye doğru attığı yanlış adımlar onu giderek çaresizleştirmiş, hamasete sığınmasını kaçınılmaz hale getirmiştir.

Yandaş medyanın pompaladığı “yumruğunu masaya vurdu, soruna müdahale etti, Obama’yı uyardı, İsrail’e sert çıktı” gibi doğruluğu kendinden menkul safsatalar Başbakan’ın her başarısızlıktan sonra açıklarını kapatma ve kamuoyunun gözünü boyama vasıtaları olmuştur.

Bu açıdan, gelişmeleri hükümetin yedi buçuk yıllık icraatıyla beraber değerlendirmek; yaşananları doğru ve tarafsız bir bakışla incelemek yerinde olacaktır.

Zira bugün yaşadıklarımız geride kalan AKP’li yıllarda yine yaşanmış, bilindik tepkilerin nafile karşılıkları beklenedursun, her defasında verilen sözler, yapılan tehditler sonuçsuz kalmıştır.

Değerli Arkadaşlarım,

Çok değil, yaklaşık bir buçuk yıl önce, 2009 yılının Ocak sonunda Davos’ta Başbakan Erdoğan’ın yerinde bulduğumuz ve desteklediğimiz duruşunu ve ancak ardından sonuç çıkmayan tehditlerini hatırlarsanız bugün yapılanları da tahmin etmekte zorluk çekmeyeceksiniz demektir.

O tarihte, Başbakan Erdoğan’dan daha önce görmediğimiz tavır, toplumda özlenen ve aranan devlet adamlığı duygularını da ortaya çıkarmış, milletimizde haklı bir umut uyandırmıştı.

Ne var ki bu umudu, basit hesaplarla yaklaşan seçimde oya tahvil etmek isteyen AKP zihniyeti, köhnemiş anlayışını burada da sergilemiş ve maalesef değişen hiçbir şeyin olmayacağı gelişen süreçte ortaya çıkmıştı.

Bugün yaşanan olaylar karşısında son derece sert ve haklı tepkiler veren Başbakan Erdoğan, o tarihte de havaalanında gece yarısı toplanan yandaşlarına hitaben yaptığı konuşmada;

  • “Kabile reisi olmadığını, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olduğunu”
  • “Kimsenin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'na saygısızlık yapmasına fırsat vermeyeceklerini,
  • “Ülkesinin saygınlığını koruduğunu”, “zulme duyarsız kalmanın da zulüm olduğunu”,
  • “Eğilen bükülen bir anlayışın karakterimiz olamayacağını”, ve “onurumuzla kimsenin oynamasına müsaade etmeyeceğini” açıklamıştı.

Bunlar, bizim de, yıllardan beri duymak istediklerimizdi ve altına imzamızı atacağımız sözleri kendi ağzından ilk defa işitmiştik. Ancak müteakip gelişmeler, Başbakan Erdoğan’ın bütün söylemlerinin lafta kaldığını, hiçbir somut icraata dönmediğini ortaya koymuştur.

Nitekim, geçtiğimiz hafta yaptığı grup toplantısında Gazze konvoyuna yapılan saldırı hakkında konuşurken, İsrail’le yapılması planlanan üç askeri tatbikatın iptal edildiğini ağzından kaçırması, “van minut” şovundan ve “alçak koltuk” hakaretinden sonra bile hala İsrail’le ilişkilerinin hiçbir şey olmamış gibi devam ettiğinin kendi ağzından itirafı olmuştur.

Şimdi de aynı Başbakan, aynı şovu tekrarlamakta, şayet kaldıysa birkaç işbirlikçinin alkışlarıyla aynı aldatmayı sürdürmektedir.

Gazze’ye yardım götüren sivil toplumun gemilerine yapılan kanlı saldırıları kınadığı ilk Grup toplantısında da tıpkı Davos dönüşünde olduğu gibi net bir tutumla İsrail’e açık bir tavır almıştır.

Başbakan Erdoğan, bu konuşmasında;

“Türkiye’nin yeni yetme ve köksüz bir devlet olmadığını” ve “bir kabile devleti hiç olmadığını” vurgulamıştır. Biz, bu kudretin geç de olsa farkına varmış olmasından sadece mutlu oluruz, destekleriz.

Yine Başbakan, “kimsenin Türkiye’nin sabrını test etmeye kalkışmaması gerektiğini” ihtar etmiştir ki, bu da son derece isabetli bir uyarıdır. Ancak bu uyarının caydırıcılığı kendisinin geride yaptığı teslimiyetlerle son derece zayıflamıştır.

Bunun yanında, “Türkiye’nin dostluğunun kıymeti kadar düşmanlığının da şiddetli olduğunu” vurgulamıştır. Geride kalan yıllarda aşiret reislerine yaptığı tehditlerin bile nafile sonucu ortadayken bunun da inandırıcı olması mümkün değildir.

Başbakan, “İsrail’in yaptığı zorbalığın bedelini ödemek zorunda olduğunu” da açıklamıştır. Bu da olması gereken bir duruştur ve takdire şayandır.

Fakat Irak’ta başına çuval geçirilen askerlerimiz karşısındaki boyun eğen sicili ve beş polisimizin şehadeti ile sonuçlanan saldırılara göz yuman sabıkası, bu konuya da iyimser bakmamıza imkân vermemektedir.

Yine bu saldırıları “alçakça bir devlet terörü” olarak adlandırması ise doğrudur ve haklı bir tanımdır. Ancak, ülkemizdeki PKK terörünün arkasındaki devletler biliniyorken bunlara bu tanımı yakıştıramayanların bu sözlerinin de karşılık bulmayacağı teröre teslimiyetle belgelidir ve ortadadır.

Bunların haricinde, İsrail saldırıları üzerine Başbakanın konuşmasında yer verdiği;

“İnsanlık dışı bir uygulama,”

“Şiddet uygulaması,”

“Barışı tehdit eden yaklaşım,”

“Dünyaya meydan okuma,”

“Birleşmiş Milletlerin temel felsefesine yapılmış bir saldırı,”

“İnsanlığın ortak medeniyeti ve kültürü açısından kara bir leke,”

“İnsanlık tarihi açısından büyük bir ayıp,”

“İnsanlık açısından büyük bir sukut ve alçakça bir pervasızlık,”

“Her türlü insani erdemin ayaklar altına alınması,” gibi işitince doğru, dinleyince haklı olan; ancak kimseyi harekete geçiremeyecek yorumların ise yaptırımdan uzak, hukuki zeminlerde karşılıksız tespit ve temennilerden öteye bir anlam taşımayacağı da açıktır.

“Uluslararası toplumun yeter demesinin zamanının geldiğini”, ve “Uluslararası toplumun müdahale etmesi gerektiği”ni dillendirmek ise zaten başına buyruk bir ülke olan İsrail’in siyasetinde bir sapmaya neden olmayacağı gerçeği Başbakanın kendisinin de bildiği sızlanmalardır.

İsrail’in bölgedeki sert tavrı herkesçe malumdur ve ilk de değildir. İsrail’i uyarmak ve şiddetten döndürmek için siyasetçiler elde Tevrat birbirleri ile münakaşaya tutuşmuşlardır.

Biz, bu “öldürmeyin”, “çalmayın” ekseninde birbiriyle münakaşa eden muhataplarına 13 Kasım 2007 tarihinde kürsüden şiirler okuyan İsrail Cumhurbaşkanını TBMM’de hararetle alkışlamadan önce bu uyarıları niye yapmamış olduklarını hatırlatmak ve sormak isteriz.

Muhterem Milletvekilleri,

Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz haftaki konuşmasında belki de en çarpıcı vurgu, “bugünün yeni bir milat” olduğu, “artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını” dile getirmesi ve ardından “İsrail’in bir yerlerden güç aldığını” utana sıkıla söyleyebilmiş olmasıdır.

Şayet Başbakan Erdoğan bu sözünün arkasında durabilirse, bundan öncekiler gibi bu sözünü de yutmadan tutabilirse, bizim için bu son yorum diğerlerinden çok daha önemli ve stratejik sonuçlar doğuracak bir tespittir.

Başbakan Erdoğan’ın bu noktaya yedi buçuk yılın sonunda ulaşmış olması bile kendisi için bir ilerleme ve başarı sayılmalıdır.

Zira adını telaffuz etmekten imtina ettiği bu güç herkes tarafından bilmektedir ki Okyanus Ötesinden kanlı projeleri sahneleyen küresel güçtür.

Adına “Büyük Ortadoğu” dediği zulüm ve gözyaşı getiren projelerinin taşeronluğunu Başbakan’a havale eden de o güçtür.

Yıllardır Türkiye’yi, PKK inlerine karşı kapsamlı bir harekâttan uzak tutan, terörün mihmandarı Peşmergelerin hamisi olan güç o güçtür.

Hükümeti Türk ve Müslüman olan muazzam coğrafyalardaki mazlumların tepkisini azaltmak için Başbakan’ı “Medeniyetler arası İttifakın ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı yapan da o güçtür.

Yeni emperyalizme direnecek Müslümanların duyarlılığını azaltmak için icat edilen “dinlerarası diyalog” ve “İbrahimi dinler projesi”nin de perde gerisinde o güç vardır.

Ve daha da önemlisi, bütün küresel oyunların baş aktörü, AKP hükümetinin yakın destekçisi, hükümeti Ermenistanla, Peşmergeyle, Rumla işbirliğine iten o güçtür.

Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın ise Amerika’ya hayranlığı ve küresel gücün misyonuna bağlılığı kendi beyanlarıyla sabittir.

10 Haziran 2005 tarihinde New York’ta Dış Politika Derneği’nde yaptığı konuşmada Amerika Birleşik Devletleri’nin varlığını dünya için “bir fırsat” olarak gören Başbakan Erdoğan, “Amerika Birleşik Devletlerinin küresel barış ve hürriyetin güçlendirilmesiyle tehlikelerin önlenmesi için ortaya koyduğu stratejik hedeflerin Türkiye’nin hedefleriyle örtüşmesi, paylaşılan ortak değerlerin bir tezahürüdür. “diyebilmiştir.

Bu itibarla, dün bu ülkenin bölgemizdeki emellerinin kendisininkiyle aynı olduğunu açıklayanların, bugün hizmet ve himmetine sığındığı bu gücü zımnen eleştirmeye çırpınması, ümit ederiz ki çok büyük bir zihniyet kıpırdanmasının işareti olabilsin.

Başbakan’ın Amerikan vizyonuna bağlılığı konusundaki beyanının beş yıl önceye ait olduğunu, bu nedenle de eski yönetime olan bağlılıklarının onu bu sözlere söylemeye zorladığını düşünenleriniz belki olabilir.

O halde, bir de Dışişleri Bakanlığımızın internet sitesine girerek çok değil iki ay öncesinden, mevcut Dışişleri Bakanına ait İngilizce açıklamada, Amerika Birleşik Devletleriyle Ortadoğu’daki stratejik bakışımızın aynı olduğuna dair sözlerini kendi kulaklarınızdan dinleyebilirsiniz.

Bu durumda, ya sizin Ortadoğu’daki sözde iyi niyet ve mazlumları gözeten düşünceleriniz tam bir aldatmadır; ya da aynı olduğunu söylediğiniz küresel gücün İsrail’le birlikte oluşturduğu Ortadoğu politikalarınız sizi bu teslimiyete katlanmaya, bu oyunu oynamaya itmektedir. Başka türlüsünü düşünmeye de ihtimal yoktur.

Yaşanan gelişmeler ikincisinin daha doğru bir yorum olacağı yönündedir. Bu ise bizleri, İsrail’i cesaretlendirenin, Washington politikalarına bağlılığını açıklamaktan utanmayan AKP zihniyeti olduğu sonucuna götürecektir.

Bu itibarla,

AKP’nin göbeğinden böylesine bağlı olduğu, Devlet Başkanını TBMM zemininde bir kurtarıcı gibi ayakta alkışladığı, geleceğini küresel projelere göstereceği sadakatte aradığı bu ülkeye karşı, Başbakan Erdoğan’ın üstü örtülü bile olsa eleştirmeye çalışması, kendisi için muazzam bir gelişmedir, dönüşümdür, aşamadır.

Bu değişimin devamı halinde, ülkemizi düşürdüğü zilletten kurtaracak bir umudun ışığı belki doğabilecektir.

Unutmayalım ki, dünyada ezilen, horlanan, zulmedilen Müslümanlar yalnızca Gazze’de bulunanlardan ibaret değildir. Irak ve Kerkük başta olmak üzere başka coğrafyalarda da oluk oluk kan akmaktadır.

Yine unutmayalım ki, mukaddesatı için hayatını kaybeden şehitler yalnızca Mavi Marmara gemisindekilerden ibaret değildir. Her gün PKK terörü vatan evlatlarımızın hayatını almaya devam etmektedir.

Geçtiğimiz hafta içinde İsrail saldırganlığını Türk topraklarında protesto eden bazı grupların ellerine Türk bayrağını almamış olmaları konusundaki eleştiri ve uyarı hakkımızı saklı tutarak diyoruz ki;

  • Irak’ta yıllardır süren kanlı oyunlara göz yumanların,
  • Türkmenlerin ezilip horlanmalarına aldırmayanların,
  • Mehmetçiklere bir cenaze merasimini bile çok görenlerin, Allah’ı zikredenleri eleştirenlerin yalnızca Gazze üzerinden Müslümanlara, Ortadoğu ölümleri üzerinden şehitlere sahip çıkmaya çalışmaları tam bir aldatmadır, tam bir istismardır, tam bir iki yüzlülüktür.

Kuklacı aynı merkezdir. İpler aynı merkezin elindedir. Farklı olan kuklalardır.

Bu nedenle bağımsız, hür ve onurlu bir yükselişe, bir gün Ortadoğu'dan, diğer gün Okyanus ötesinden, öteki gün Avrupa'dan bakarak ulaşmak imkânsızdır.

Buna, başka başkentlerde yazılmış senaryoları uygulayarak erişmek imkânsızdır.

Buna, Erivan, Erbil, Vaşington, Brüksel lobilerinin telkinleriyle, işbirlikçilerin alkışlarıyla varmak da imkânsızdır.

Türkiye'nin gerçekleri ve öncelikleri ile yegane çözüm,

  • Dünyaya, yalnızca Başkent Ankara'dan bakan,
  • Tarihin birikimlerini göz ardı etmeyen,
  • Olayları mevziden değil cepheden gören,
  • Taktik problemleri çözerken stratejiyi kesmeyen milli bir vizyonla mümkün olacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin hedefi, çıkış noktası ve stratejilerinin kaynağı yalnızca ve yalnızca Başkent Ankara’dır.

  • Ve işte ancak o zaman, nafile sözler yerini yaptırımlara bırakacak,
  • Boş hamaset yerini stratejik adımlara terk edecektir.
  • Ermeni hesap soramayacak, Peşmerge aşağılayamayacaktır.
  • Başımıza çuval geçirenler ise köşe bucak kaçacaktır.

Ve işte o zaman, sahte “van minut”ların yerini, gerçek “Türk yumrukları” alacak ve hak edenin başına inecektir.

Ancak böyle bir Türkiye’de ve böyle bir yönetim altında;

  • Balkanlarda, Kafkasya'da acılar ve hasret bitecektir.
  • Irak'ta zulüm sona erecek, Kerkük'te gözyaşları dinecektir.
  • Filistin'de silahlar susacak, Karabağ'da gönüller huzur bulacaktır.

Gerisi boş, gerisi beyhude, gerisi sanaldır.

Yalandır. Riyadır. Aldatmadır.

Ve AKP’nin yaptığı da yalnızca budur.

Değerli Arkadaşlarım,

Geçtiğimiz haftanın bir diğer önemli gelişmesi ise Irak’ın kuzeyini yönetmesi için Amerika Birleşik Devletleri tarafından imtiyaz verilen Peşmerge Reisi’nin Başbakan Erdoğan’la kucaklaşmasıdır.

Türk tarihine kara bir leke olarak geçecek bu buluşma, hükümetin baştan beri izaha çalıştığımız küresel projelere nasıl mahkûm hale geldiğinin de en açık delili olmuştur.

Acaba, dünyada kendisine yöneltilmiş kanlı eylemler hızla sürerken, katillerin dostu ile kucaklaşan başka bir ülke yöneticisi daha var mıdır?

Her gün bir vatandaşı hayatını kaybederken, onlarcası yaralanırken bunların hamisi ile sarmaş dolaş olacak kadar küçülen bir hükümet daha var mıdır?

Maalesef ülkemiz buna da şahit olmuş, milletimiz bu alçalma halini de AKP zihniyeti ile iliklerine kadar yaşamak durumunda kalmıştır.

Bizzat AKP’li bir hükümet üyesinin tarifiyle “dünün postal yalayıcısı” olmakla küçümsenen bu zatın ziyaretinde, bu sözleri söyleyenin de aynı toplantıda utanmadan hazır bulunmuş olması, gerçekte hangisinin postal yaladığı hakkında herkese fikir vermiş olmalıdır.

Barzani’nin kim olduğuna bakarsak, nasıl bir kumpasın karşımızda olduğunu, Başbakan’ın nasıl bir aczin içene düştüğünü anlamamız da kolay olacaktır.

Kuzey Irak’ı Türkiye’ye karşı saldırılarda bir harekât üssü olarak kullanan PKK teröristlerinin yuvalandığı alanın sorumlusu, Barzani’dir.

Kandil dağına giden yolların kontrolü, her gün iki kamyon erzakın taşındığı kontrol noktasının da sorumlusu, Barzani’dir.

Can almaya devam eden kanlı terör örgütü PKK’nın en büyük koruyucusu, Barzani’dir.

Bölgede yuvalanan teröristlerin lojistik desteğini ve emniyetini sağlayan, Barzani’dir.

Türkiye’nin PKK’yı dağdan indirmek için peşinden koşmak durumunda bırakıldığı kişi de Barzani’dir.

Kerkük’te tapu ve nüfus dairelerini yakan ve Türkmenlerin mevcudiyetinin belgelerini yağmalayan çapulcu başlarından biri de Barzani’dir.

Yıllarca Türkiye’ye husumet ilan eden, hakaretlerine şimdilik ara verip pusuya çekilen de Barzani’dir.

İşgalden sonra elde ettiği sermaye ile aramıza nüfuz etmeye çalışan da Barzani’dir.

Kendi ülkesindeki bölünme modelinin benzerini ülkemizde de uygulamak için içten içe siyasi faaliyet gösteren de Barzani’dir.

PKK’yı terör örgütü olarak görmediğini ilan eden,  PKK’yı Türkiye’ye karşı bir tehdit ve pazarlık aracı olarak kullanan da Barzani’’dir.

AKP’nin suskunluğu karşısında cüret bulup her fırsatta Türkiye’ye meydan okuyan küstah da Barzani’dir.

Başbakanın güvendiği, elini sıktığı, işbirliği yapmaya çağırdığı, beraber yemek yediği, hoş geldiniz dediği, karşılıklı görüştüğü Barzani budur.

Dışişleri bankının utanmadan sıkılmadan “Mesut abi” diyerek ailesine dâhil ettiği Mehmetçik katili zalimin kartvizi bunlardır.

Görüşmeler esnasında, arka plana Peşmerge paçavralarının kamuoyu alıştırılana kadar asılmamış olması durumu ve gerçeği değiştirmeyecektir.

Başbakan Erdoğan sonunda muhatabına kavuşmuş ve layığını bulmuştur.

Resmi basın açıklamalarına sahne olan salonda Irak Devletinin bayrağın bulunmaması son derece manidar ve tehlikeli bir gidişatın habercisi niteliğindedir.

Önüne halılar sererek kucaklaştığınız zat, nihayetinde Irak Devletinin bir mensubudur. Bu şahıs ülkesinin bayrağı ile temsil edilmediğine göre, kafaların arkasındaki sinsi niyetler nelerdir?

Peşmerge reisi, en üst seviyede ağırlandığı ve AKP tarafından muhabbet gösterildiğine göre ülkemizde hangi yetki ve görevle ve nereyi temsilen hazır bulunmuştur?

Ancak devlet adamlarına gösterilen fiili itibar ve yakınlığa şahit olunan görüşmelerde bu zat, hangi gizli devleti temsilen ağırlanmış ve henüz olmayan bayrağının yeri de boş bırakılmıştır?

Bu iğrenç ilişkiyle birlikte, Türkiye’nin Irak’ta oluşması muhtemel yapay devletin varlığının savaş nedeni sayılacağına dair kuru tehdit de bütünüyle ortadan kalkmış, sözde kırmızıçizgi tamamen silinmiştir.

Özellikle son yıllarda, binlerce vatan evladının kaybından sorumlu tutulması gereken bir suç ortağının ve şebeke reisinin Başbakanla, Dışişleri Bakanıyla ve Cumhurbaşkanı ile buluşmuş olması ancak AKP’ye layık bir düşkünlük olarak tarihe geçecektir.

Ve işin ayrıca utanç verici yanı ise, bu zatın ziyaretinin hemen öncesinde, Türkiye Irak’a nota vererek tırmanan terör eylemlerinin hesabını bu ülkeden soracağı yerde; Irak hükümetinin, sınırlı hava operasyonlarından duyduğu rahatsızlıktan dolayı büyükelçimizi Irak Dışişleri Bakanlığına çağırarak Türkiye’yi protesto etmiş olmasıdır.

Bizim, hükümetin sineye çekerek boyun eğdiği terör saldırılarına mukabil, devletimizin haklı müdahalelerini “saldırılara son verilsin” diyecek yeni yetme yöneticileri kadar bile tepki veremeyişimiz hükümetin düştüğü çukurun derinliğini herkese göstermektedir.

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Aklı başında, vatan sevgisi olan, milli onuru koruyan, haysiyet sahibi her yönetici için düşmanca bir tavır olması gereken ve savaş nedeni olacak bu tespitler ve terör saldırıları, AKP için ciddiye bile alınması gereksiz ayrıntılar haline gelmiştir.

Varsın Mehmetçikler toprağa verilmeye devam etsin, varsın aşiret reisleri hakaretlerini sürdürsün; yeter ki Okyanus ötesi ile aramız bozulmasın, yeter ki Peşmerge reisleri gücenmesin ve bu duruma milletimizde sessiz kalsın. AKP’nin düştüğü açmazın özü ve özeti budur.

Hepiniz de biliyorsunuz ki, Milliyetçi Hareket Partisi’nin koalisyon ortağı olduğu 57. hükümet döneminde terörle mücadelede sağlanan başarıyla Kasım 2002’de AKP hükümetine terörün bitme noktasına geldiği bir Türkiye teslim edilmiştir.

2003 yılından itibaren ise ülkemiz Irak’ın Kuzeyinden kaynaklanan açık bir terör saldırısı ile karşı karşıya kalmaya başlamış, PKK terör örgütünün Kuzey Irak’ta giderek güç kazanması ve toparlanması AKP iktidarı döneminde gerçekleşmiştir.

Kandil bölgesinin bir ihanet merkezi olarak aktif hale gelmesi ve Kuzey Irak’tan başlayan terör saldırılarının giderek tırmanması da yine bu iktidarın yönetim süresi içinde olmuştur.

Ve bu tarihlerden sonra Kuzey Irak’ın toprakları Türkiye’ye karşı saldırı üssü olarak kullanılmaya başlanmış, buna mukabil AKP hükümeti, Kuzey Irak’ta yuvalanan terör unsurlarına karşı hiçbir ciddi karşılıkta bulunmamış, kanlı terörü yalnızca seyretmekle yetinmiştir.

Haklı ve meşru bir müdahalenin bütün şartları varken bile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin iznini gerektirmeyen sınırlı hava harekâtı için bekleyip durmuş, her terör eyleminden sonra hükümetten çıkan kuru tehditler ve gürültüler ise elbette ki eylemlerin durmasına yetmemiştir.

Aklı başında her yöneticinin, şeref ve haysiyetini kaybetmemiş her devlet adamının yapması gereken, bu saldırıların acilen ve her imkân kullanılarak durdurulması, teröre yeltenenlerin ortadan kaldırılmasıdır.

Ancak bu asla böyle olmamış, PKK’nın gerçek anlamda tasfiye edilerek bölgeden sökülüp atılması hedefinden uzaklaşan AKP, kamuoyunu oyalayacak mevzi ve kısmi tedbirlerle süreci bugüne kadar geçiştirmiştir.

Terörle mücadelenin önemli ayaklarından biri ve belki de en önemlisi, Irak yönetimi ve Iraklı aşiret reisleri ile olan ilişkiler ve bunların PKK ile olan yakınlaşmalarıdır.

AKP hükümeti, yıllar içindeki teslimiyetiyle terörle mücadelemizin yöntemini küresel gücün icazetine, tedbirleri ise Barzani’nin vereceği kararlara mahkûm etmiş, terörle mücadeleyi yabancıların ipoteği altına sokmuştur.

Küresel gücün baskısı ve alkışları altında, aşiret reisleri ile görüşmeye gün be gün itilen AKP zihniyeti, her terör eyleminden sonra PKK’nın Kandil’den çıkarılacağına dair taahhütlerle avunmuş ve bu yalanlara her defasında bile bile göz yumarak bugüne gelmiştir.

Defalarca ABD ve Irak makamlarına verilen, 150 kişilik terörist listesinden ise bugüne kadar hiç kimse teslim edilememiş, örgütün finans kaynakları ortaya çıkartılmamış, bölücü yayınlar bir türlü durdurulamamıştır.

Kuzey Irak’a karşı caydırıcı etki icra edecek ekonomik önlem ve yaptırımlar uygulanamamış, askeri alanda Türkiye’nin gücünü ve imkânlarını harekete geçirmede kararlı bir duruş ortaya maalesef konulamamıştır.

Türkiye’nin yapması kaçınılmaz olan geniş çaplı askeri harekatın önünü baştan kesen Amerika, sorunun çözümünü Türkiye içinde atılacak siyasi adımlara yönlendirme çabası içine girmiş ve açılım denen yıkımla yeni bir süreç başlatmıştır.

Bu dönemde, bir taraftan "terör örgütü demeyeni muhatap almayız" diyerek sözde kararlılık gösteren Başbakan, diğer yandan PKK'ya terörist diyemeyen Barzani ve Talabani ile görüşmelerini ısrarla ve pişkince sürdürmüştür.

Iraklı Aşiret Reislerinin “Terör şiddetle çözülmez, silahlar bırakılmalı, ateşkes sağlanmalı, af çıkartılmalı” şeklindeki küstahlıkları, AKP zihniyeti tarafından sessizce dinlenmiş ve hatta açılım denen yıkımın ana malzemesi yapılmaya çalışılmıştır.

Değerli Milletvekilleri,

Geride kalan yıllar AKP hükümetlerinin terörle mücadele politikalarının iflasının acı hatıraları ile doludur.

Kuzey Irak yönetiminin PKK’yı himaye etmekten vazgeçirilmesi için caydırıcı ve zorlayıcı önlemleri uygulama imkânı varken, AKP hükümeti bunun yerine Peşmerge Reislerini daha da cesaretlendirecek yanlışlara sürüklenmiştir.

Hükümetin zafiyetini fark eden Barzani ise PKK’nın mevcudiyetinin kendisi ile Türk devletini muhatap kılacağını anlayarak, bu tehdit unsurlarını canlı tutmanın sağlayacağı fırsatları sonuna kadar kullanmıştır.

Bu süre zarfında AKP zihniyetinin tek yaptığı ise teröristin insafa gelmesini bekleyerek, kimlikleri kaşıyarak, milleti otuzaltıya bölmeye çalışarak ihanete zemin hazırlamaya çalışmak olmuştur.

PKK’nın tasfiyesi hedefine ulaşılması için olmazsa olmaz şart, Barzani ve Peşmerge güçlerinin PKK’ya sağladığı açık veya örtülü himaye ve desteğin kesilmesi, geri plandaki ABD’nin elinin Kuzey Irak’tan çekilmesi ve Türkiye’nin müdahalesi için önünün açılmasıdır.

Oysa yaşadıklarımız, Amerika’nın himayesindeki aşiret reislerinin, PKK’yı bir şantaj vasıtası olarak kullanarak Kuzey Irak’taki federe devlet modelini Türkiye’ye uygulatmak istediklerini ortaya koymuştur.

Hükümetin yaptığı ise, TBMM’de verilen yetkilere rağmen Amerikalı dostlarını gücendirmemek uğruna Kandil’e harekâttan kaçınarak analar ağlamasın istismarıyla şahadetlere ve katliamlara göz yummayı sürdürmekten ibaret kalmıştır.

Hükümet, etkisiz müzakereler ve ikili görüşmeler; karşılıklı ziyaretler; üçlü mekanizma, koordinatör sistemi ve stratejik vizyon belgesi adı verilen oyalanma metinleriyle geçen yılların ardından terörle mücadelede hiçbir mesafe kat edememiştir.

Geçmişte Irak’ın Kuzeyindeki Mahmur terör kampına Amerikalılar tarafından yapılan turistik ziyaretlerle, bazı Avrupa ülkelerindeki göstermelik operasyonlar, Türkiye’yi meşgul etmeye ve askeri bir müdahaleyi önlemek için zaman kazanmaya yönelik manevralar olmuştur.

Her kanlı cinayeti “teröristlerin son çırpınışları” olarak geçiştiren hükümet, bugüne kadar gereken siyasi ve hukuki tedbirleri almaktan kaçınmış, terör gibi çok organize bir faaliyeti sözde etnik kimliklerin okşanması ile çözeceğini zannetmiştir.

Bu sakat yaklaşım, yurt içinde ve dışında bölücülüğün daha da zemin kazanmasına yol açmış, bugün ülkemizin karşısına açıkça isyan ve eylem tehditleri savuran hainlerin çıkmasına, ayrışma ve bölünme dinamiklerinin bütün unsurlarıyla harekete geçmesine neden olmuştur.

Türkiye’nin milli birliği, devlet yapısı ve milli kimliği içeride ve dışarıda sorgulanır hale gelmiş, demokratikleşme ve geçmişle yüzleşme adı altında Türkiye’nin parçalanma modelleri ve reçeteleri alenen tartışılmaya başlanmıştır.

Başbakan Erdoğan’ın açılımla birlikte Iraklı aşiret reislerini resmi muhatap olarak tanıması, Türkiye ile PKK arasında dolaylı ve aracılı müzakere sürecini de başlatmıştır.

Ve geldiğimiz bu noktada İmralı Canisi, Kandil’deki Kadroları, Barzani ve Başbakan aynı zeminde buluşmuşlardır.

Arkada kalmış gelişmelere baktığımızda, ne üzücüdür ki, hükümet, güçle ve caydırıcı tedbirlerle desteklenen diplomasiyle muhasımlarını hizaya getirecek yerde, büyük bir yanılgıyla terörün kaynağına, bölücülüğün merkezine, ihanetin odağına kadar yanaşmış ve nihayet son ziyaretle birlikte, denize düşmüş yılana sarılmıştır.

Hükümeti, Barzani’ye yanaşmaya mahkum eden stratejik anaforun son terör eylemleri ile ivme kazanmış olması; terörün kimin elinde enstrüman olduğunu, koca Türk devletinin hükümet üyelerinin kimlerle muhataplığa sürüklendiğini aziz milletimize daha iyi göstermiştir.

Ve nihayet oynanan oyunun son perdesi de açılmış, adına geçtiğimiz yılın Temmuz ayının yirmi üçünde “açılım” denen yıkım projesi, iyi şeyler olacak tezahüratları eşliğinde hayata geçirilmeye çalışılmıştır.

Bugün başladıkları yerden geriye gitmiş olmalarının nedeni; öncelikle vatansever ve uyanık kamuoyunun tepkilerinin şiddeti ve ardından partimizin kesin tavrı ve duruşudur.

Başbakan’ın yıkım projesi, İmralı canisinin, Kandil’deki kadrolarının, bölücü mihrakların ve kendi ifadesiyle Barzani’nin de etrafında kenetlendiği ve elele verdiği, Türkiye’ye kefen biçme projesidir. Tırmanan silahlı eylemlerle muhataplar arasında pazarlıklar kıyasıya sürmektedir.

Türkiye, bunca yılın sonunda; tozlu raflarından indirilmiş Sevr planının yeni sahibi olan ABD ile girdiği yanlış ilişkilerin; ülkemizin geleceğinde söz sahibi olan tavsiye ve karar mercilerinin ve onların dümen suyunda giden, alkışlayan, vicdanı ve kalemi kiralık işbirlikçilerin derin stratejik körlüklerinin faturasını ağır taksitler halinde ödemeye başlamıştır.

Gelinen aşamada ise ülkemiz işbirlikçi hükümet eliyle PKK ile Peşmerge Reisi arasında bir tercihe doğru hızla itilmekte, “ölümü göstererek sıtmaya razı edilmeye” çalışılmaktadır.

Bugün bütün gerçeği ile ortaya çıkmıştır ki, Türkiye'nin ve büyük Türk milletinin kaderi üzerinde kumar oynayanların maksadı, milletimizi ayrışma, ayrıştırma ve çatışma ortamına sürüklemektir. Gizlisi, saklısı kalmamıştır.

Küresel gücün yönlendirmesi ve tek taraflı adımla Barzani’yle kucaklaşmanın terörü önleyemeyeceği ne zaman anlaşılacaktır?

Habur’da teröristleri törenle karşılamanın bölücülüğü ortadan kaldırmayacağı ne zaman idrak edilecektir?

Bu yolun çıkmaz sokak olduğu, bölünmeye ve çatışmaya doğru gidildiği daha kaç şehit verildikten sonra fark edilecektir?

Bu konuda bizlere ışık tutacak yegâne ölçü ve kılavuz, açılım denen yıkımdan memnun olanların sicilleri ve kimlikleridir.

Açılımdan Barzani memnundur, Talabani memnundur. Amerika çok memnun, Avrupa Birliği memnundur. Yandaş medya mensupları, kârı milli çıkarlara tercih eden işbirlikçiler ve elbette ki kapı kapı gezerek milleti aldatmaya çalışan AKP zihniyeti ise çok çok memnundur.

Bütün bu çevrelerin memnun olduğu bir sonucun, Türkiye ve Türk milleti için olumlu sonuç vermesi mümkün değildir.

Bu yığınağın desteğinden milletimizin hayrına sonuçlar çıkması eşyanın tabiatına, tarihin tanıklığına, milletimizin çıkardığı derslere bütünüyle aykırıdır, tezattır, terstir.

Muhterem Milletvekilleri,

Değerli Basın Mensupları,

Türkiye’nin terörle ve bölücülükle geldiği vahim kavşak noktasının safahatları ve ulaştığı yer burası, AKP’nin teslimiyetle geçen yıllarının özeti bunlardır.

Şartlar ne kadar olumsuz olursa olsun, hasımlar hangi mevzileri ele geçirmiş olurlarsa olsunlar bu mücadeleyi eninde sonunda büyük Türk milleti kazanacaktır.

Uygulanmak istenen hain projeler, Türk milletinin ayağa kalkması ile asla başarıya ulaşamayacaktır. İnancımız, mücadelemiz ve duruşumuz bunun içindir.

Ancak, bu zaafların, bu teslimiyetin ve bu acıların elbette ki bir bedeli olmalıdır ve olacaktır.

Hükümetin bunca uyarımızdan sonra, yaptıklarından da yapmadıklarından da “yanıldım” diyerek kurtulma imkânı artık kalmamıştır.

Hesaba çekilecekleri gün yaklaşmaktadır. Nefesimiz enselerinde ve iki elimiz yakalarında olacaktır. Kaçış ve kurtuluş yolu yoktur.

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.